Ödediğim Paranın Karşılığı

Benim talebim çok basit. Sadece ödediğim paranın karşılığı. Nasıl yani diye soracağınızı bildiğim için hazırlıklı geldim. Elimde örnekler var. Mesela ben Roman yazarım. Romanlarımdan birinde bahsi geçen GERÇEK bir olayı burada size yineleyeyim. Hani bazı filmlerde yazar ya “Gerçek bir olaydan uyarlanmıştır. Onun gibi. Yıllar önce Londra’da bir operaya gittim. İsmi “Operadaki Hayalet”. Opera binası bile uzun uzun anlatılır ama ben kısaca iki yüz yıllık harika bir bina olduğunu, gösterinin yapıldığı yerin beş kat localarla çevrili, seyirci koltuklarının herkesin rahatça sahneyi görebileceği eğim ve düzende yerleştirildiğini, tavanlarının dev kristal avizelerle süslü olduğunu söyleyeceğim.

Ödediğim Paranın Karşılığı

Sahnedeki dekor ve ışık düzeni zaten ayrı bir şaheser. Her neyse, operanın bir sahnesinde, ki gerilim dolu bir sahne, oyuncu öyle bir gür sesle bağırdı ki, kendimizi elinde cetvelle bizi cezalandırmaya gelen öğretmen karşısındaki yaramaz öğrenciler gibi hissedip koltuklarımıza yapıştık. Titrememiz henüz geçmemişken tavanda bir çatırtı koptu. İster istemez herkes başını yukarı çevirdi. O da ne! Eşine ancak Dolmabahçe Sarayımızda rastlayabileceğimiz dev bir avize tavandaki yerinde bir iki sallandı, sonra yerinden çıktı ve hızla bağlı olduğu kablo üzerinde kayarak aşağı doğru düşmeye başladı. Kafamıza çarpacak diye bizim koltuklarımıza yakın seyirciler hepimiz yerlere eğildik. Avize süratle başımızın üzerinden geçti ve sahneye doğru uçtu. Arkasından büyük bir şangırtı ve kırılma sesleri duyduk. Sahne dağıldı sandık. Korku içinde kazayı izliyorduk. Ama garip bir şey vardı. Sahnedeki soprano ve diğer oyuncular hiç istifini bozmadan oyuna devam ediyorlardı. Biraz sonra dev avize yavaş yavaş bağlı olduğu kablo üzerinde geri geri tekrar yukarı doğru süzülüp kendiliğinden eski yerine yerleşti. Avizede ne bir kırık ne de çatlak vardı. Ancak o zaman bunun sadece oyunun bir parçası olduğunu, o kulaklarımızı yırtan şangırtı şungurtuların ise sadece ses efektleri olduklarını anladık. Avize aslında en az üç metre kadar başımızın üstünden geçmişti ama biz o korkuyla kafamıza çarpacak sanmıştık. Adamlar resmen bizi oyunun geriliminin içine sokmuşlardı. Daha sonra sahneye sular doldu, sis bastı, o sisin içinde sandalla gezen hayaletler geçti ki, hepsi gerçek gibiydi, onlardan  bahsetmeyeceğim bile. Tabii perde kapandığında dakikalarca ayakta alkış. Neden anlattım bunu? Çünkü Operadan çıktığımda içimde tatlı bir huzur vardı. Bileti hiç ucuz değildi. Ama karşılığını almıştım. 

Şimdiki maçlar ülkeler arası savaşlar gibi. Estetikten yoksun. Oyuncular Arena’da birbirlerini öldürmeye çalışan gladyatörler gibiler. Abartmayalım, öldürmeseler de meslektaş falan demeden sakatlamaya çalışıyorlar. Onun için ben bir futbol maçını bu gladyatörlerden uzak sanatkarları seyretmek için izlerim. Yani Messi, Maradona gibi attığı çalımları ağzım açık seyrettiğim kişiler nedeniyle izlerim. Bize o çalımlar doğaçlama gibi gelir ama o iki saniyelik doğaçlamayı bize yaşatmak için antrenmanlarda yüzlerce kere çalışmışlardır. Çünkü onlar gerçek profesyoneldirler. 

Boşuna mı gerçek İskender yemek için Bursa’da o küçücük dükkânın önünde sıraya girip saatlerce bekleriz? İstanbul’da yüzlerce restoranın üzerinde Sarıyer Börekçisi diye yazar. 

Hatta, komiktir, aynı sokakta karşılıklı üç tane Sarıyer Börekçisine bile rastlarsınız. Ama ben gerçek Sarıyer böreğini yemek için o ilk yapıldığı yere, Sarıyer’e giderim. Yeni bir moda çıktı. Ekonomiyle ilgili falan diyorlar, boş baklava, boş lahmacun. Sebebi fiatı ucuz olsun ki garibanlar da baklava yedim diyebilsinlermiş. İçi boş olan baklava baklava mıdır? Oldu olacak içine hiç bir şey katmadan bir kase hafif tatlı su verelim, ismini de boş Aşure koyalım. Gözlerini kapayarak ye ki sanal olarak da olsa Aşure yediğini zannedesin. 

Eski konser veya şovlar hoşuma giderdi. Mantıklı bir sahne dekorunda sanatçı harika sesiyle ve şarkıya uygun hareketlerle bizi anılarımıza uçururdu. Şimdilerde bir konsere gitsem hoparlörün gürültüsünden kulaklarım patlıyor, sahnedeki müzikle hiç alakası olmayan, devamlı bir şekilde anlamsız yanıp sönen ışıklar, yerden fışkıran meşaleler gözümü alıyor. Sahnede taklalar atan sürüyle kişi arasında Sanatı asıl icra eden şarkıcı hangisi diye kısılmış gözlerle arıyorum. Neden koltuklarında oturmak varken herkesin saatlerce ayakta seyrettiğine de hiç akıl erdiremiyorum. Biz müzik öğretmenlerimizden yedi nota var diye öğrenmiştik. Bazı şarkıcıların sesi üç notayla sınırlı, dördüncüsüne bile yetmiyor. 

Hep eskilerde diye lafa giriyorum ama maalesef yenilerde izlenecek kalitede bir film hatırlamıyorum. Buna karşılık örneğin Casablanca adlı eski bir filmi sekiz kere seyrettiğimi hatırlıyorum. Neredeyse tüm repriklerini ezberledim ama aynı zevkle dokuzuncu kez seyretmeye hazırım. Hadi bir film sevildi diyelim. Hemen devamı mahiyetinde ikincisi çekiliyor, birincisini aratır bir şekilde. Daha sonra üçüncüsü, dördüncüsü, beşincisi. Sakın ha! Hiç tavsiye etmem. Bunları izlerseniz birincisine çok büyük saygısızlık yapmış olursunuz. Bu yüzden uzun süredir sanat alanlarından, maçlardan, sinemalardan, şovlardan uzaktayım. 

Mozart çoktan ölmüş. Ama bir türlü ölmüyor be kardeşim. Halâ aynı zevkle dinliyoruz. “Yine bir Gül Nihal aldı bu gönlümü” şarkısını biz de yeni nesil de, değişik yorumlamayla da olsa, bir yerde duyduk mu, keyifle eşlik ediyoruz. Haydi be yeni nesil! Ne olur şaşırt beni! Hangi sektörde olursa olsun, üzerinde titizlikle çalışılmış öyle şeyler yarat ki sen veya eserin klasikleşsin. Ne olur beni tekrar sahnelere, sinemalara, konserlere götür. Ödediğim paranın karşılığını alma huzurunu tattır bana!

Kadir Ersoy / Edebiyat Gazetesi / Nisan 2025 / Sayı 27

Fazlı Humar Yazdı: Selfie

Fazlı Humar Yazdı: Selfie

gözü ela 

kaşı kara 

bukle bukle 

lepiska saçlı kızlar


buğday benizli 

süt tenli

kiraz dudaklı 

allı pullu kızlar


gül yaprağından zarif

çiçeklerden narinsiniz 

ülkenin rengarenk geleceği

gökkuşağından daha güzelsiniz


bir de

alçak kıyımlara

gencecik ölümlere gelmeseniz


Fazlı Humar / Edebiyat Gazetesi / Nisan 2025 / Sayı 27

Celladın Güzel Kızı İnceleme Yazısı

İnsanlar gibi kitaplar için de ‘doğru zaman’ diye tanımlanabilecek bir durum var. Hani bazı insanlar öyle bir zamanda çıkar ki karşınıza, bazen tam o anda bazen de sonrasında iyi ki tanımışım dersiniz, iyi ki yollarımız kesişmiş, iyi ki yola birlikte devam etmişiz. Tam tersi de geçerlidir. 

Celladın Güzel Kızı İnceleme Yazısı

Keşke hiç tanımasaymışım, keşke yoluma hiç çıkmasaymış, keşke varlığından haberim bile olmasaymış, dediğiniz de olur. İyi ki’lerin keşke’lerden çok olması idealize edilir ama bana göre bu iki durumun yarıştırılmaması gerekir, çünkü her ikisi de insana dair çok yüksek bir farkındalık hâlidir. Her iyi ki’yle her keşke, “olmak” diye tanımlanan ve aslında varılması değil de yine bana göre ulaşmak için çaba gösterilmesi daha değerli olan hedefin taşlı topraklı, çiçekli böcekli yolundaki göz alıcı pırlantalardır. 

Aynı şey sanırım kitaplar için de geçerli. Bir kitap okursunuz, hayatınız değişir. Bir başkasında yazarın zihninde dolaşırken önce kendinizi sonra diğer her şeyi sorgularsınız. Bir diğerinde büyülenirsiniz ya da sözcükler göğsünüzün orta yerine ağır taşlar gibi oturur, nefesinizi keser. Bunların biri ya da hepsi olur ama bu oluş kitabı okuduğunuz halinize, yaşınıza, başınıza, mevsime, güne, saate hatta yayıldığınız koltuğa göre değişkenlik gösterir. Tıpkı hayatınıza giren çıkan insanlar gibi. 

Nesnel kalabilen okurlar kitapları belki daha doğru değerlendiriyorlardır diyeceğim ama bazı doğruların mutlak değil de basbayağı muğlak olabileceği gerçeğini de göz ardı etmemek gerekiyor. Ayrıca benim gibi her okuma deneyiminde öznele fena halde dalıp kitabın yaydığı duyguların içinden geçiyor ve orada kalıyorsanız, değerlendirmeleriniz de duygularda gezinecek ve zamanlama her seferinde işte böyle sorgulanacaktır. 

Eğer binlerce kişinin canını alabilecek depremler her daim gündeminizdeyse, karlı bir yangında ölenlerin yanmadan önce karbonmonoksit zehirlenmesiyle bilinçlerinin kapanmış olmasının yalancı tesellisine sığınıyorsanız, yıllar süren bir aşkın boşanmayla noktalanmasına üzüldüğünüz günlerdeyseniz, sevdiğiniz bir dostunuzun babasının ölüm haberini almasına tanık olduysanız, pek de uzağınızda olmayan ve tekrar homurdanmaya başlayan bir yanardağın yaşadığınız şehri yok edebileceği olasılığı tepenizde kılıç gibi sallanıyorsa eğer, Celladın Kızı kitabını okumak için doğru zaman değildir. Değilmiş meğer. 1940-1992 yılları arasında yaşamış Britanyalı romancı, şair ve denemeci Angela Carter bu kitaptaki öykülerini 1962-1974 yılları arasında yazmış. 

Erken dönem eserleri arasında değerlendirilen ilk öykü Kontrbasa Âşık Adam kitaba dair yanıltıcı bir fikir veriyor. 

Düz ve makul ölçülerdeki cümlelerle anlatılan hikâyede herkesin içki ısmarladığı, masada yeri olan, kıvrımlı hatlara sahip kontrbas Lola’yla basçı Jameson’un aşkını okuyoruz. Jameson, Lola’yı kadife bezlerle siliyor ve birlikte uyuyorlar. Hikâyenin sonu trajik ama bir öykü uzunluğunda bu sona okuru ikna ediyor. Sanıyorsunuz ki aynı sade, düz ve ikna edici anlatım diğer öykülerde de devam edecek. Oysa sonrası ensest, şehvet, kasvet, kafayı gövdeden ayırma, keder, yalnızlık, tecavüz, hastalıklardan belsoğukluğu, mevsimlerden hep kış, günler gri, kışın tebessümü yalnız, alışkanlıklar istilacı. Krizantemler buruşmuş, su boruları paslanmış, sahildeki kayıklar çürümeye bırakılmış. Renkler sönük ve muğlak, kelebekler lahana beyazı, duvarlar kahverengi. İlk öykünün intihara giden hikâyesi neredeyse hafif kalıyor. Ya da en başta sivri ucuyla sizi dürttüğünü pek fark edemediğiniz keskin bıçak özellikle kitaba adını veren Celladın Kızı’nda sert bir şekilde zihninize saplanıyor. Siz öykülerde ilerledikçe canınızı acıtarak daha derinlere dalıyor. Ama öte yandan öyle imgeler, betimlemeler, metaforlar var ki ağzınız, deyim yerindeyse, bir karış açık kalıyor. Hele ki eliniz kalem tutuyorsa ve kendinizi “yazar” diye tanımlama cüretini gösterdiyseniz eğer, hayranlıkla karışık bir kıskançlık hissediyorsunuz. Mesela; “Deri ceketliler şak diye kapatılmış bir sustalı çakı misali safları sıklaştırıyorlar.” “Gümüş bir kâsenin içindeki kırmızı bir gülün taç yaprakları bir güvercinin yellenmesini andıran yumuşak, belli belirsiz, bitkin bir ses çıkararak, alçak, yuvarlak ve kan kırmızısı bir maun masanın üzerine düşüyor.” 

Anne sözcüğü ağızda ekmek ve süt kadar sağlıklı bir tat bırakıyor. Ağustos böcekleri evlerin arka bahçelerinde nabız gibi atıyor. Kadın adama gün doğumu misali tebessüm ediyor. Adamın aslanımsı yelesi artık karahindiba tohumunun beyaz ve tüylü topları kadar beyaza dönmüş. Sokaklar, denizin dibinden az önce çıkmış fokların kaygan postu gibi ışıldıyorlar. İnsafsız rüzgâr asık ve ifadesiz suratlarda Poro şarabı renginde halka halka yanık izleri bırakıyor. Tırnaklar katedral mihrabındaki mumlar kadar şeffaf. Gözler sola sola bebek kurdelelerinin masum mavisini almış. Merhamet, sesindeki savaşçı müzikte asla bir değişiklik yaratmayacak ola minör bir ton. Kızın şiddetinin ağır kokusu kulakları sağır ediyor. Yazarın aynalarla metaforik bir ilişkisi var. Birkaç öyküde aynalarla bakışıyor, içinden öte yana geçiyor ve geriye dönmeye çabalıyorsunuz. “Zamanı, mekânı ve kişiyi hükümsüz kılmaktadır ayna.” diyor Angela Carter. “Aynalar ikircikli nesnelerdir. 

Ayna bürokrasisi bana dünyaya çıkabileceğim bir pasaport verir; bana dış görünümümü gösterir.” Angela’ya göre bütün sanatçılar azıcık delidir. Bu delilik, bir yere kadar, fevkaladelik derecesinde birbirine kenetlenmiş olarak varlığını sürdüren yaratıcı camiadan çoğunluğu uzak tutmak için uydurulmuş kerameti kendinden menkul bir efsanedir. İkinci dünya savaşı yıllarında doğup büyümüş yazarın kendisini bu deliliğin neresine konumlandırdığını bilemeyiz ama müthiş yaratıcı zihninin, çoğunluğun “normalliğinin” sınırlarından fersah fersah uzakta olduğunu kabul etmek gerekiyor. Edebi tarzının purple prose/mor düzyazı yani, abartılı aşırı derecede süslü düzyazı olarak tanımlanmasına karşı çıkmıyor. “Dünyanın en zor performansı doğal davranmaktır, öyle değil mi? onun dışında kalan her şey sanatkârlık ister.” diyor Angela Carter Madem öyle; sanayi devrimini başlatıp üretime kaynak bulmak gibi sözde masum sebeplerle çok uzak coğrafyalara eli kolu uzanan bir milletin soğuk ve mesafeli kibrini, öykülerin çoğunun üzerini örten, nemiyle üşüten belli belirsiz bir sis gibi hissetmem de benim okur hakkım, yorumum ve doğal davranışım olsun. “Keşke başka zamanda iyi ki okumuşum!” diye amorf bir cümleyle tanımlayabileceğim bu kitabı, varsa eğer, kendi doğru zamanınızda okumanızı dilerim.

Berrin Yelkenbiçer / Edebiyat Gazetesi / Nisan 2025 / Sayı 27

Sözcüklerin Sihirli Dünyasında Zaman Seyyahı Oldum

Merhaba Semra Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz? 

Merhabalar. Şairin deyimiyle yolun yarısındayım. Otuz beş yaşındayım. Evliyim, bir kızım var. Lisans eğitimimi tarih üzerine yaptım. Yüksek lisansta da Karkamış Krallığı çalıştım. Tarih benim için hiçbir zaman bir ders niteliğinde olmadı, aşktı… Sonra şiir gelerek aşkın yanına kuruldu. Sözcüklerin sihirli dünyasında zaman seyyahı oldum. Okumak tutkuydu. Okuduğunu anlatmak ise besin zincirimin ilk halkasını oluşturdu.

Yazar Semra Alan Taşdemir

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir.

Yazma yolculuğumu, okuma yolculuğum tetikledi. Herkes gibi ben de ilk okumaya masallarla başladım. Doymuyordum, açtım okumaya… Elimde bir kitap varken hemen bir tane daha olsun yedekte. Gözümün önünde elimin altında olsun isterdim. Yazmaya ilkokulda başladım. Ufak tefek yaşımın ruhunu yansıtan karalamalarla. Sonra yazmaya olan ilgimi okul ödevlerinde fark ettim. Kompozisyon yazarken ödev gibi iş yükü gibi öfleme püfleme sıkılma olmuyordu. Ne yazacağım diye düşünmüyordum bile. Yazı konum, kısa zamanda görücüye çıkacak derecede serpilip boy veriyordu. Velhasıl kelam, yazma tutkusu hep vardı lakin kendi vesveselerim engel teşkil ediyordu. Sonra el alem kaygısından kurtulmaya karar verdim. En büyük engel ortadan kalktıktan sonra gerisi tereyağından kıl çeker gibi kolay oldu. Bir Duha Masalı'nı öncelikle evladiyelik olarak düşündüm. Kızım ile benim bir masalım olsun istedim. Elle tutulur gözle görülür, kalbe ve ruha dokunacak bir miras bırakmak istedim. Bu alanda tecrübe sahibi eşe dosta yazdıklarımı okutmaya başladım. Aldığım cesaretle birkaç editörle de görüştükten sonra iş evladiyelik olmaktan çıktı. Ve halka açık bir duygu pazarı kurduk.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor?

Break Bad adlı bir dizi vardı. Final bölümünde başrol oyuncusu bir itirafta bulunuyordu. Ailem için para kazanmak için sorumluluk sahibi bir birey olduğum için değil…Kendim için. Evet, Kendim için yaptım diyor. İşte bende kendim için yazıyorum. Yazmaktan aşırı zevk alıyorum mutluluk hormunu salgılıyorum. Taze ot görmüş taylar gibi çoşuyorum. Yahut cennet müjdesi almış gibi seviniyorum. Yazdıklarımı okurken olmuş mu olmamış mı anlıyorum.  Tabi kime göre neye göre olup olmadığı değil mi.  Ama kendi için yazanlar için durum farklı. Yüzümdeki istemsiz gülümsemem sesimdeki heyecan beni onaylıyor.

Masumiyetin Rengi Ela ve Bir Duha Masalı isimli kitaplarınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Bir Duha Masalı, yenilenen yüzü ile ikinci baskıda. Kitap masalımsı gerçekler serisinin ilk kitabı olarak okuyucu ile buluştu. Renkli resimler hariç yetişkinlere hitap eden bir masal kitabı. O halde adı neden masal kitabı diye bir soru çok tabi akla gelebilir. Çünkü yetişkinler masalları unuttu. Saf katıksız inancımız zedelendi. Bunlar masallar da olur. Bunlar sadece filmler de olur dedik. Dünyanın gerçek sandığımız hayat telaşında kendimizi kaybettik. Gerçekçi olalım gerçekçi olalım. Ayağımız yere sağlam bassın lütfen yoksa büyük hayal kırıklığına uğrarız dedik durduk. Sormak isterim hayal kurup hayallerimizin gerçek olacağına inanan kaç yürek kaldık. Biri beni durdursun sorudan ve konudan uzaklaştım galiba. Okuyucu şiir tadındaki masalın peşine takılırsa Mor kaftanlı kelebeklerin şahı ile tanışacak ve yıldızlardan oluşan efsanevi tacı takarak bir masal kahramanı dönüşecek.

Masumiyetin Rengi Ela adlı kitabımız da serinin ikinci kitabı olarak okuyucu ile buluştu. Anonim olan Billur Köşk hikayeleri ile Ela renkli prensesin kesişen hayat hikayesine şahitlik edeceğiz. İlk kitap da olduğu gibi bu kitapta da masallara inanmanın mucizevi sonuçları sarıp sarmalayacak kalbimizi. Ve kitap bize altın bir öğüt veriyor; Kendi masalımızı yazmaya teşvik ediyor. Sil baştan yahut kaldığımız yerden bu dünya da sadece biz yaşıyormuşuz gibi nasıl bir hayat istiyorsak kalbinle ruhunla zihninle sadece odaklan ve hayal et…

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Kitaplar da yazarlar da hayatımda dönemsel olarak değişti. Çocukken ilk okulda tek vazgeçilmezim Binbir Gece Masalları’’ idi. Ortaokulda Mustafa Sepetçioğlu’nun Kilit, Anahtar serisi ile beraber Dünya Klasikleri başucumu süslemeye başladı. Rus ve Fransız edebiyatı ile tanıştım. Hüseyin Nihal le beraber Bozkırlarda at koşturdum. Kürşad ve kırk çerisi en efsanevi kahramanlarım olmuştu. Lise yıllarında ağırlıklı olarak şiir ve tiyatro eserleri ile meşgul oldum. Melonkolik, romantik, trajikomik dönemlerdi. Üniversite yıllarımda ise mitoloji ile düşüp kalkmaya başladım.  Beni mitolojinin kollarından çekip alan ise siyasi tarih oldu. İlla bir kitap adı vermek gerekirse Buket Uzunel'in  Kumral Ada Mavi Tuna, Cervantes'in de Don Kişot'u diyebilirim. Yazarların hayatıma etkisine gelecek olursak; Tek kelime ile "ÖZGÜRLÜK" düşünsenize ortada tek bir tarla var etrafında onlarca kişi hepsi aynı anda tarlayı sürmeye başlıyor ve hasat zamanı geldiğinde herkesin mahsülü birbirinden farklı, ortaya zengin rengarenk cümbüşlü bir şölen sofrası kuruluyor.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet hem de iki tane. Bir tanesi şiir kitabı bir diğeri ise Osmanlı padişahlarına yönelik bir eser olacak inşallah.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Hayattaki en önemli şey insanın kendini tanıması. Kendimizi bildiğimiz andan itibaren doğumumuz başlıyor. Ben meslek seçimini de evlilik gibi düşünüyorum. Sevdiğin, seni mutlu eden işi yapmak kadar huzurlu bir şey yok bu dünyada…Maddi gerekçeler ile yapılan her iş bizleri köleleştiriyor. Ve siz hiç mutlu bir köle görüp duydunuz mu? Ben görmedim, duymadım. Naçizane dileğim herkesin en iyi bildiği en becerikli olduğu alanı bulup onun üstüne bir çalışma hayatı kurması.

Türk Edebiyatında Kadın

Edebiyatımızda kadınlar erkeğin gerisinde kalmış gibi görünmektedir. Kadınlar konusundaki ön yargılar, eksik, yanlış bilgiler kadınları zor durumda bırakmaktadır. Kadınların edebiyata katkıları, ürettikleri eserler yeterince değer görmüyor. Maalesef erkek egemen bir toplumda yaşıyoruz. Bilmediğimiz, unuttuğumuz bazı gerçekler var. Kadınların edebiyattaki varlığını, yaratıcılığını, üretkenliğini çoğu zaman göremiyoruz.

Türk Edebiyatında Kadın

Batı Edebiyatı’nda yazılı kültürde şiirin ilk ürünleri Anadolu topraklarında verilmiştir. Bilinen ilk şair Sapho Anadolu’da yaşadı. Yazdığı aşk şiirleri günümüze kadar kaldı. Demek ki şiirin temellerini atan sanatçı bir kadındır. Sapho’nun şiirlerinin günümüze kalmasını sağlayan değerli araştırmacı yazar Azra Erhat, İliida ve Odyyssesia destanlarını günümüz diline çevirerek yayımlatan aydın bir kişiliktir. Kadınlarımıza fırsat tanındığında neler yapabileceklerini gösteren önemli bir aydınımızdır.

Kadınlar için söylenen ‘’ kadınlar şiir yazmaz, kadınlar için şiir yazılır’’ görüşünü çürüten, Divan Edebiyatı’nda iki tane kadın şairimiz mevcuttur. Mihri Hatun ve Zeynep Hatun. Zeynep Hatun’dan bir beyit paylaşalım:

Zeynep,ko meyli ziyneti dünyaya zen gibi. Merdane var,sade dil ol,terk-i ziver it

Kadınlarımız sadece şiirde değil edebiyatın her alanında nitelikli eserler verdiler. Kurtuluş Savaşı’nın zorlu yıllarında Halide Edip Adıvar Sultanahmet mitinginde halkın vatansever duygularına hitap ederek vatan savunmasına çağırdı. Anadolu’ya geçerek onbaşı rütbesiyle görev aldı. Yazdığı romanlarla insanlara güzel mesajlar vermeye çalıştı. Mor Salkımlı Ev, Ateşten Gömlek, Türkün Ateşle İmtihanı, Sinekli Bakkal ve diğer kitaplarının nitelik olarak dönemindeki erkek yazarların eserlerinden ( Yakup Kadri, Reşat Nuri, Refik Halid vd.) hiçbir eksiği yoktur. Erkek yazarlara tanınan olanaklar Halide Edip’e tanınmadı. O bu olanakları tırnaklarıyla sökerek aldı. Erkeklerin dünyasında onlardan çok mücadele ederek var oldu. Sayı olarak kadınlar az görünebilirler ama bu azlık onların niteliksiz eserler verdiklerini göstermez, yaşadıkları zorlukların çokluğunu gösterir.

Cumhuriyetin ilanından sonra Atatürk’ün direktifleriyle Kadın haklarında ilerlemeler ortaya çıktı. Kadınlar seçme seçilme haklarına kavuştular. Okuma yazma seferberlikleriyle birlikte kadınların okuma yazma oranları arttı. Ankara Kız Lisesi gibi okulların açılması, kızların okullara gönderilmesi, edebiyatta kadın yazar sayısının artmasını sağladı. Reşat Nuri Güntekin ‘in Çalıkuşu romanı, kadınlar üzerine yazılmış, bugün de okunan önemli bir romandır. Adalet Ağaoğlu kızların eğitime katılma sürecini romanlarında anlatmaktadır. Ölmeye Yatmak adlı romanı Cumhuriyetin ilk dönemlerinde okuyan kız çocuklarının yaşadıkları zorlukları ayrıntılı olarak anlatmaktadır. Erendiz Atasü, Dağın Öteki Yüzü isimli romanında Cumhuriyetin ilk yıllarında kadınların yaşadığı zorlukları işlemektedir. Yakın zamanlarda yazdığı Bir Başka Düğün Gecesi, Kadınlar da Vardır isimli kitaplarında kadınların Türk toplumunda var olma mücadelesini anlatmaktadır. Feminist yazar Duygu Asena, Kadının Adı Yok isimli kitabıyla gündemde uzun süre yer aldı. Toplumun sorunlarını ortaya koymada Gülten Akın, Gülten Dayıoğlu, Füruzan, Sevgi Soysal, Leyla Erbil, Pınar Kür, Nezihe Meriç, Şükufe Nihal Başar, Tomris Uyar ve adını sayfalara sığdıramayacağım kadar çok kadın yazar etkili oldular. Türk Edebiyatı’nı bir noktadan alıp bugünlere getirdiler. Hiçbirinin emeğini yok sayamayız.

Kadınların dövüldüğü, öldürüldüğü, toplum hayatından dışlanıp eve hapsedildiği, sadece çocuk bakmaya zorlandığı bir toplum Atatürk’ün bahsettiği muasır medeniyetler seviyesine gelemez. Bir insanın iki ayağından biri zincirliyken diğer ayağıyla koşmasını beklemek hayalcilik olur. Anadolu’da insanlar tarlada, bağ bahçede, fabrikada kadın erkek birlikte çalışırlar, birlikte üretip birlikte tüketirler. Kadın erkek ilişkileri Batı’da nasılmış, Doğu’da nasılmış diye bakmamız gerekir ama asıl bakmamız gereken yer Anadolu’dur. Anadolu insanı bize kadın erkek ilişkilerinin nasıl olması gerektiğini gösterecektir. Medeni Hukukta yasalar önünde kadın erkek ayrımı yoktur. Yasalar önünde kadın erkek eşittir. Kadınlar çiçektir deyip koparmak, kadınlar böcektir deyip ezmek insanlığa yakışmaz. Kadın sorunu aslında bir erkek sorunudur. Erkekler bilinçlendikçe, kadınlara nasıl davranması gerektiğinin farkına vardıkça kadın sorunu diye bir şey kalmayacak. Bu konuda kadınlara büyük sorumluluk düşüyor. Erkekleri yetiştiren anneler de birer kadındır. Erkeklere daha küçükken ev işi yapmayı, yemek yapmayı öğretecekler, kadınlara saygılı olmayı öğretecekler. Erkek çocuğu küçük yaşta anne babayı model olarak görür. Babası annesine iyi davranırsa o da ilerde eşine iyi davranır.

Toplumların bir sorunu çözmelerinin başlangıç noktası o konuyu sorun olarak görmeye başlamalarıdır. Biz de sorunun adını Kadın sorunu olarak koyduğumuza göre bu sorunu çözeceğiz demektir. Gelecek günlerimiz geçmiş günlerimizden daha güzel olacak diyerek yazımızı Gülten Akın’dan bir şiirle bitiriyorum.

  KESTİM KARA SAÇLARIMI

  Uzaktı dön yakındı dön çevreydi dön

  Yasaktı yasaydı töreydi dön

  İçinde dışında yanında değilim

  İçim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi

  Bu nasıl yaşamaydı dön

  Onlarsız olmazdı, taşımam gerekti, kullanmam gerekti

  Tutsak ve kibirli- ne gülünç-

  Gözleri gittikçe iri gittikçe çekilmez

  İçimde gittikçe bunaltı gittikçe bunaltı

  Gittim geldim kara saçlarımı öylece buldum


  Kestim kara saçlarımı n’olacak şimdi

  Bir şeycik olmadı- deneyin lütfen

  Aydınlığım deliyim rüzgarlıyım

  Günaydın kaysıyı sallayan yele

  Kurtulan dirilen kişiye günaydın

  Şimdi şaşıyorum bir toplu iğneyi

  Bir yaşantı ile karşılayanlara

  Gittim geldim kara saçlarımdan kurtuldum


  Fırat Kasap / Edebiyat Gazetesi / Nisan 2025 / Sayı 27

Kahve

Yağmurlu bir hava vardı bugün, çocukluğumun geçtiği Nişantaşı’nda yürüyüş yaptım. Annem ve babamla geçirdiğim günleri, çocukluk anılarımı hatırladım. Küçük yaşlarda annemden kimseyi yargılamamayı, kapsayıcı olmayı, şefkati ve sevmeyi babamdan ise analitik düşünmeyi, sorgulamayı, araştırmayı, bir konu hakkında fikir sahibi olmadan önce o konu hakkındaki zıt görüşlerle ilgili tarafsız bilgi toplamayı, analiz etmeyi öğrendim. “Annem ve babamdan bana en büyük miras olarak, bu donanım kaldı” diye içimden geçirdim kırmızı şemsiyeme vuran yağmurun sesini dinlerken. 

Kahve

Eski günlerde olduğu gibi, Atiye Sokak’ta bir yerde oturup, kahve içmek istedim. Her zaman gittiğim mekanlardan birine girdim, çocukluğumun geçtiği yerlerde bulunmanın ve çok sevdiğim yağmurun vermiş olduğu huzur duygusuyla kuş gibi hafiflemiştim, içimde ferah bir duygu vardı.

İçeriye girdiğimde yıllardır görmediğim liseden sınıf arkadaşım Elif’i ve annesi Suna Hanım’ı gördüm. Annesiyle ilk karşılaşmamdı. Elif, onlara eşlik etmemi isteyince kıramadım onu. Laf lafı açtı. Suna Hanım, ne iş yaptığımı, nerede çalıştığımı sordu. Bir süredir yurt dışında görev yapan bir bilim insanı olduğumu, kısıtlı zamanlarda İstanbul’a gelebildiğimi öğrendikten sonra, damdan düşer gibi “Peygamberimize, kitabımıza inanıyor musun?” diye bir soru yöneltti bana. O an çok şaşırdım. Çocukluktan beri başkalarının inançlarını sorgulamamak, yargılamamak hatta insanların inançlarını, özel hayatlarını bilmekten özellikle imtina etmek, irdelememek, merak etmemek üzere gelişen mizacıma ve düşünce yapım nedeniyle çok rahatsız etti bu sorunun sorulması bana.  Cevap olarak “İnsanları eylemleriyle, halleriyle bilir, tanırım ben, inançlarını, özel hayatlarını bilmek istemem, sormam, merak etmem ve bu tip soruları uygun bulmuyorum.” dediğimde ise bana “Hazreti Muhammed’e ve Kuran’a inanıyor musun yani?” diye daha direk ve net bir soru sormuş oldu.

“Hal ehli olup, hali ile yansıtır kişi her şeyi, peygamberler de halleri sembolize eder benim nazarımda” diye kısaca cevapladım sorusunu kendi gönül dilimce. Suna Hanım, “Yani inanmıyorsun” dedi buna karşılık. Sadece gülümsedim. Artık kimsenin kimseyi dinlemediğini, söylenenlere verilecek cevapların önceden ezbere alınmış replikler olduğunu ve yeri geldiğinde heybeden bu repliklerin çıkarılıp ortalığa saçıldığını düşündüm hüzünlenerek.

O an benim için masada sohbet bitmişti. Bir an önce, masadan kalkmak için içimde yoğun bir istek oluştu. Benim söylediklerimin kıymet bulması, karşımdakinin anlamaya razı, gönüllü ve açık olmasıyla ancak mümkündü. Maalesef öyle bir zemin yoktu masada. 

Bir süredir, Türkiye ziyaretlerimde kimsenin kimseyi gerçekten anlamak, bilmek, dinlemek gibi samimi bir niyetinin olmadığını gözlemliyorum. Artık iletişimlerdeki niyet; gönülden gönüle muhabbet kurmayı sağlamaktan ziyade, karşısındakini sınıflandırma, ötekileştirme, dışlama ve yargılama amaçlı veri toplamaya dönüşmüş durumda. Dolayısıyla, çoğunlukla ortada gerçek bir sohbet yok.  Sohbet olmayınca, muhabbet de olmuyor, gönülden gönüle köprü de kurulamıyor. Durum öyle bir noktaya gelmiş ki, kanaryayı sevenler grubu kurulsa, orada da bir düşmanlık, dışlama, ayrışma hali olacak gibi; mavi kanaryayı mı, sarı kanaryayı mı yoksa yeşil kanaryayı mı daha çok sevelim diye. 

“Peygambere inanıyor muyum?” sorusuna gelirsek, hali ile anlarım, tanımlarım ben her yaratılanı. Ben, tüm peygamberlerin halini anlıyorum, inceliyorum, araştırıyorum. Her şeyi ölçer, tartar, sorgularım, çokça araştırırım. Çocukluktan beri mizacım böyledir. Yolculuğumda, yoluma hallerinden feyz alıp, harç, taş, patikalar eklerim.  

Benim için peygamberler farklı makamları sembolize ederler. Musa makamı, çalışmayı, üretmeyi ve dünyada köklenmeyi sembolize eden bir makamdır nazarımda. İsa makamı ise, koşulsuz sevmeyi, sevgiyle her şeyi yapmayı, sevgiyle affetmeyi, özveriyle paylaşmayı ve gerekirse kendini feda etmeyi sembolize eder. Muhammed makamı ise Musa ve İsa makamının birleşimdir. Hem üretmeyi, çalışmayı, akılcılığı, köklenmeyi hem de sevgiyi, maneviyatı, ruhani boyutlara yönelmeyi, paylaşmayı, fedakarlığı sembolize eder. Hem maneviyatı hem de kapsayan, birleştiren bir makamdır. O yüzden de son makamdır, üzerine çıkılacak başka makam yoktur. 

Birini tanımak istiyorsak, inancını sorgulamak yerine, eylemlerine bakmak gerek. Eylemleriyle var olur çünkü insan. Ancak, insan kendini bilmekten sorumludur, o nedenle kendi eylemlerimize bakalım açık yüreklilikle her şeyden önce. Başkasının haline bakmak ise toplumu ya da kendimizi korumak, bütünün iyiliğine katkıda bulunmak için zaruri değilse, had aşmak, saygısızlık değil mi? 

Aklımdan anlık olarak bunlar geçerken, Suna Hanım “Sen Atatürkçüsün anlaşılan” gibi bir cümle sarf etmiş oldu. Bir önceki sorusuna verdiğim cevaba benzer bir cümle sarf ettim “Atatürk’ün haline bakıp, halinden kendime öğretiler, örnekler aldım”.  Suna Hanım’ın cevabı “Atatürkçü de değilsin yani” oldu. Duymak ama dinlememek! İşte günümüzün sorunu. 

Ona, halden kastımın ne olduğunu anlaması için birkaç örnek vermek zorunda hissettim kendimi, artık daha fazla sessiz kalamayarak. Misal olarak anlattıklarımın masal olarak algılanmasından da çekinerek; “Ben Atatürk’ten örnek aldığım nice hallerle donattım kendimi. Bir ağaç için yazlık evini kızakla kaydıran bir lideri örnek alarak ağacı, doğayı binaya, betona karşı önceliklendirmeyi ilke edindim. Kadının hayatın içinde her alanda öncü, üreten, söz hakkı olması için devrimler yapan Atatürk’ün açmış olduğu yoldan yürüyerek bilim insanı oldum, akademisyen oldum, hatta sanatsal faaliyetlerde bulundum. Çocukluğumda, babam bana Atatürk’ün okuduğu kitapların listesini gösterdi. Hayran kaldım onca savaşın arasında bu kadar çok okumasına ve buna ek olarak da geometri kitabı yazmış olmasına. Küçük yaşta, Atatürk’ün halini örnek aldım. Çokça okudum, ben de uluslararası bilimsel makale ve kitaplar yazdım ilerleyen dönemlerde. Baş öğretmen oluşuna, halkını eğitimli olmasına gönül vermiş olmasına hayran kalarak ben de yıllarca ülkemde naçizane bilgimi paylaşmak için akademisyen olarak görev yaptım, binlerce üniversite öğrencine ders vermiş oldum bugüne kadar. Atatürk demek benim için, akılcılık demek, vatan sevgisi demek, vatan için çalışmak, bilimin rehberliğinde ilerlemek demek. İster yurtdışında, ister yurt içinde olalım ülkeyi güzel temsil etmek, Türk Ulusunun adını yüceltmek demek.  En zorlu şartlarda dahi çabalamak, her zorlu savaştan, emek vererek, yorularak, yılmadan, bıkmadan, tek başına kalsan dahi, engellensen bile dürüstlükle bütünün hayrına çalışarak çıkmak demek.  Liste uzar gider. Ben onda gördüğüm, saygı duyduğum halleri aldım, cebime koydum. Elimden geldiğince, gücüm yettiğince, idrak edebildiğim ölçüde hayatıma kattım. Halden anladığım budur.”

Ocu, bucu, şucu olarak insanların sınıflandırılmasına karşı duran naçizane bir insanım ben. Bu sınıflandırmalar hata yaptırır insana. İnsanları kategorileştirmek, ön yargı ile onları dışlamayı, onlardaki  iyi özellikleri de görmemeyi getirir beraberinde. Sırf bir gruba sempatimiz var diye yapılan kötü şeyleri de görmemeyi, kabul etmeyi ve sineye çekmeyi getirir bu. İşi ehline vermeye, liyakata, bireysel ve kollektif konularda adil olmaya ve hallerden feyz almaya inanırım ben. 

Birbirimizin hallerini görmekle, hallerini anlamakla, halden hale bağ kurmakla olur dostluk, muhabbet. İnançları sorgulayarak, yargılayarak, eleştirerek ne dost, ne ahbap, ne de refah içinde yükselen bir toplum oluruz. Birbirimizi dışlamak niyetiyle diyaloglar kurduğumuz masalarda içilen kahvenin ne tadı olur ne de hatırı.  Oysa kahve de, gönülden gönüle kurulan muhabbet de şifadır ruha. 

Karşımıza halimizden anlayan, halimizi kapsayan, halimize hali ile ilham olan insanların çıkmasını ve bizlerin de o insanlardan olmasını dilerim. İşte o zaman, daha iyi bir dünya için hep birlikte çalışıp çabalar, farklı görüş, düşünce ve inançları harmanlayıp toplumca bereketlenir, gerçek bayramları kutlarız. Geçmiş bayramınız kutlu olsun. Aşk ve sevgiyle kalın…

Yazar Güz / Edebiyat Gazetesi / Nisan 2025 / Sayı 27

Semavi Dinler Kökenlerini Sümer'den mi Alıyor?

Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ, bu kitabında, Tevrat, İncil ve Kuran’da geçen "İbrahim Peygamber" konusunu ele almaktadır. Yazar, konuyu arkeolojik buluntular, çivi yazılı kaynaklar ve Mısır-Kumran metinleri ışığında ve birbiriyle karşılaştırarak incelemektedir. Kitapta yanıt aranan sorulardan bazıları şunlardır: İbrahim Peygamber kimdir? Neden ve nasıl Yahudilerin, Hıristiyanların, sonra da Müslümanların atası olmuştur? Kendisi, çocukları ve torunları hakkında Tevrat'tan önce ne gibi kaynaklar vardır? Sümerlilerle bir ilgileri var mıdır? Muazzez İlmiye Çığ, bu önemli çalışmasında, "İbrahim Peygamber"in özellikle Sümerlilerle ve onların etkilemiş oldukları kültürlerle bağını incelemektedir. 

İbrahim Peygamber Muzazzez İlmiye Çığ

Yazar bu araştırmanın sebebini şöyle açıklamaktadır: "Sümerlilerden din kitaplarına giren konular hakkında yaptığım bir araştırma, yazdığım küçücük bir kitap, beni Musevilerin, Hıristiyanların ve Müslümanların ataları saydığı İbrahim Peygamber'in ve çocuklarının yaşamlarını araştırmaya yöneltti. Bir bakıma bunu yapabildiğim için seviniyorum. Çünkü Tanrı sözü olarak yüzyıllar boyu din adamları tarafından inandırılan birçok konunun, çeşitli kültürlerden, özellikle Sümerlilerden ve onların etkilediği kültürlerden alınmış olduğunu gördüm ve gösterebiliyorum."

Bölüm 1: Abram nasıl Abraham(İbrahim) oldu? 

Tevrat'ta detaylı bir şekilde İbrahim'in ve onun çocuklarının hatta torunlarının hikayeleri anlatılır. İbrahim'in karısını Firavun'a sunması ve bunun sonrasında nasıl zengin olduğu cariyesinden ayrı karısından ayrı ayrı çocuklarının olmasından da bahsedilir. 

Bu hikâyelerde din adamlarına yakıştırılamayacak zina, aile arası cinsel ilişki, cinayet, kıskançlık, kin, aldatma gibi birçok ahlakdışı olayla karşılaşıyoruz. Bunu gören Hıristiyan din adamları, 18. yüzyılda, çocuklara verecekleri din kitabından, bunları ve Tanrı'yı kızgın ve acımasız gösteren kısımları çıkarmışlardır. Dolayısıyla İbrahim'in hikâyesindeki  ilk büyük törpüleme İncil'de yapılmıştır. 

Kur'an da ise hikâyenin  içerisinde  olabileceğinin düşünüldüğü uygunsuz kısımlar yeniden  törpülenir ve bambaşka bir hikaye eklenir. Buna göre İbrahim Allaha şirk koşanlara doğru yolu göstermek için ibadethanedeki putları parçalar. Putları parçalayan İbrahim'i o dönemin gördüğü en büyük ateşin içerisine atılır ancak İbrahim'in Rabbi o ateşi suya odunları da balıklara çevirir. Dolayısıyla Kur'an'da bütün ağırlık, İbrahim'in tek tanrıya inandığı, Müslüman ye Müslümanların atası olduğu konusuna verilmiş. Putları kırması, ateşe atılması ile imanının kuvvetliliği vurgulanmış. Görünüşe göre bunda birinci amaç, Müslümanlığın bütün dinlerden önce başladığını göstermek; ikinci amaç ise, gerek Hz. Muhammed sülalesini, gerek Arapları İbrahim ve cariyesinden olan oğlu İsmail'e bağlayarak bir soyluluk edinmek. 

Hem Kur'an da hem Tevrat'ta hem de İncil de bahsedilen İbrahim peygamber semavi dinlerin yani tek Tanrı'ya inanan dinlerin en önemli figürüdür. 

Kuran'da ve Tevrat’ta anlatılan Nuh tufanı ile birlikte İbrahim Nuh'un soyundan gösterilir ve tek Tanrıya inancın kökeni İbrahim ve Nuh ile köklüleştirilir. Abram, ailesi ve yakın akrabalarıyla birlikte genç yaşta Ur'dan Haran'a (günümüzde Harran, Urfa) göçmüş ve hayvancılık ile uğraşan İbrani bir adamdı. Yaratılış Kitabındaki anlatıya göre Ur'da, YHWH'den Abram'a ilk vahiy geldi ve Abram'ın soydaşlarıyla ile birlikte kendilerine vaat edilmiş "Kenan" ismi verilen topraklara göç etmesi istendi. Tanrı'nın bu çağrısı üzerine Abram, putperest olan babası Taruh'un evini terk etti. Güney'e, Kenan'a göç ettikten bir vakit sonra Tanrı tarafından ismi "milletin babası" anlamına gelen Abraham (Türkçe literatürde İbrahim) olarak değiştirildi. Kenan Diyarı (İbranice: Kena'an, Akadca: Kinaḫḫu) ), Şeria (Ürdün) Nehri'nin batısındaki Antik Filistin topraklarına İbrahimi dini metinlerde verilen isim. Bu bölge günümüzdeki İsrail, Filistin ve Lübnan toprakları ile Ürdün, Mısır ve Suriye'nin kıyı kesimlerini kapsar.

Bölüm 2: İbrahim'in hayatındaki çelişkiler

İbrahim'in İslamiyet’ten önce iki binli yıllarda yaşadığı düşünülmektedir.  Daha doğrusu Tevrat'ta anlatılan şekliyle hikaye bize bunu göstermektedir. Ancak ilginç bir şekilde İbrahim'in yaşadığına dair Tevrat dışında hiçbir kanıt hiçbir yazma tablet veya yazıt bulunamamıştır. 

Arkeolojik buluntularda İbrahim'in atalan olarak verilen şahıs adlarının, yer adları olduğu saptandı. Gittikleri yazılan şehirlerin o çağlarda henüz var olmadığı, Filistin'in güney sahillerinde bulundukları yazılmış olmasına rağmen, yapılan kazılarda oralarda olamayacakları anlaşıldı. Güney sahillerinde Mısırlılara ait eserlerin bulunması, oraların Mısırlıların kontrolü altında bulunduğunu gösteriyordu. Tevrat'ın Babil tutsaklığından sonra kaleme alındığı kabul edilen ilk beş kitabında. İsrail oğullarını meydana getiren çeşitli Sami kabilelerin efsanelerinden izler bulunuyor. Fakat İbrahim hikâyesinden önceki bölümlerde bulunan evrenin, insanın yaratılışı. Havva'nın Âdem'in kaburgasından var edilişi, cennetten kovulma, Habil-Kain hikâyesi. Tufan, Babil Kulesi, tek dil konularının hepsi Sümer  efsanelerine dayanmaktadır.

İbrahim Peygamber'in, karısını, Firavun'a ve başka bir krala kız kardeşi olarak tanıtması ve onlara bırakması, aynı şeyi oğlu İshak'ın tekrarlaması konusu da Sümerlilerden alınmadır. İbrahimin tanıştığı iddia edilen krallar bile İbrahimle aynı dönemde yaşamamışlardır. O dönem yani Tevrat’ın yazıldığı veya kuranın yazıldığı dönemlerde bu olayların hiçbirinde herhangi bir çelişki yoktu çünkü arkeolojik bulgular için henüz iki üç bin yıl kadar zamanın geçmesi gerekiyordu. Ancak anlatıların  Sümer  efsanesi  olduğu  şu an gün yüzüne çıkmaktadır. 

Bölüm 3: İbrahim'in asıl kimliği. 

Muazzez ilmiye çığ için Sümer tabletleri ve din kitapları arasındaki karşılaştırmaları İbrahim mitinin aslında Sümer mitlerinden alınmış ve tek Tanrı'ya uygun biçimde revize edilmiş olduğu tezini ortaya çıkarmaktadır. Abraham'ın Tanrısı ile konuşması Yahudi tarihinin başlangıcı olarak kabul ediliyor. Yahudileri bir arada tutan Abraham'ı ata olarak kabul etmeleridir. Eğer onlar Abraham'ı ata olarak kabul etmeselerdi ne Yahudi ne de Yahudilik olacaktı. Fakat onlar ilk zamanlarda ne yalnız kendileri ne de dünya için tek tanrı düşünmüşler. İleride "İbrahim'in Dini" bölümünde görüleceği gibi, dinleri ilkel inanışlarla dolu. Tanrılar insan şeklinde, insanlarla yüz yüze konuşuyorlar. Tanrılar gökte bir saray içinde, etrafında birçok varlıklarla yaşıyorlar. Gökten bazen merdivenle çıkıp iniyorlar. Bir aile veya klan kendi Tanrısına bağlı. Ailenin veya sülalenin başı, evin beyi, bir Tanrı oluyor. Bunlar aynı zamanda etraftaki Tanrıları da tanıyorlar. Tek tanrıya geçiş, daha doğrusu İbrahim'in şahsi Tanrısının önce çocuklarının, sonra İsrail'in, en son olarak da bütün insanlığın Tanrısı oluşu çok uzun zaman almış. Hatta Tevrat'ın yazılmasının son bulduğu 3. yüzyılda bile Sümerlerden  gelen Bereket Kültü devam ediyor görünüyor.

Tek tanrıya geçişte Tanrılar arasındaki efsaneler bitiyor

Tanrıların cinsel yaşamı son buluyor. Buna karşın devamlı meleklerden, şeytanlardan söz edilmesi çoktan tek tanrıya geçiş çabaları olarak kabul ediliyor. Fakat gariptir ki, İslam da bu düşünce hâlâ sürmektedir. Dolayısıyla Sümer efsaneleri  bugünkü semavi dinlerin atası, kökeni olarak ele alınmalıdır. 

Bölüm 4: Sümer efsaneleri neden İbrahim efsanesi olarak revize edildi?

İbrahim efsanesi neredeyse her semavi dinde tekrar tekrar revize edildi. O dönem yaygın ve kuvvetli mitler olan sümer mitleri ve onun köklerinden gelen putperestlik inançları tek tanrı gibi yeni ve kabul görmesi zor bir fikri din olarak ortaya koymayı ve yaygınlaştırmayı çok zorlaştırıyordu. Yeni olanın en büyük düşmanı her zaman olduğu gibi gelenektir. Tek Tanrı'ya bir kök kazandırmak ve bunu kazandırabilmek için çok güçlü bir figür ve bu figürün hikayesi gerekiyordu. Yahudiliği derleyenler ortaya çıkaranlar ona bir kök kazandırabilmek için bu yaygın hikayeyi kullandılar yalnız ismi ve hikayedeki çok tanrılılığı değiştirdiler. Hatta zaman içerisinde bu hikaye o hikaye değil denilecek biçimde değiştirildi. Semavi dinlerin ortaya çıktığı tarihlerde bu hiçbir sorun teşkil etmiyordu ancak bugün, Sümer tabletlerini bulduğumuz bugün artık hikâyenin nereden geldiğini biliyoruz.  İbrahim'in yaşadığı dönemler içinde  Tek tanrım düşüncesi henüz yok. Bu durum tanrı onlara doğru yolu gösterdi şeklinde sunulmaktadır ve kutsanmaktadırlar. Hikâyeye güç vermektedir ancak çelişki de tam burada çıkmaktadır. 

İbrahim bizim için neden önemli bir figürdür? 

Semavi dinlerde anlatılan ve kök olarak sunulan Nuh ve İbrahim hikâyelerinin Sümer tabletlerindeki kökeni bu semavi dinlerin o tabletlerdeki mitlerin devamından başka bir şey olmadığını aslında bir mucizeler silsilesi ya da yanlış yolu bırakıp doğru yolu bulma hikayesi olmadığını ortaya koymaktadır. Kendilerini öteki dinlerden ve mitlerden tek Tanrı ile ayıran ve bunun gerçekten öteki Mitlerdeki gibi "saçmalık" Olmadığını  savunan herkesin tezi çökmektedir. Her şeyden önce alıntılanan hikayedeki gerçek İbrahim çok tanrılı bir inanca sahipti. Bu da semavi din üstünlüğünün aslında nasıl bir sapma olduğunu göstermektedir.

Deniz Boyraci / Edebiyat Gazetesi / Nisan 2025 / Sayı 27

Yeni Sezon Dosya Başvuruları Başladı

Alaska Yayınları

• Eseriniz, sözleşme süresince yayıncılık dünyasının en çok tercih edilen modellerinden talep doğrultusunda baskı sisteminde sınırsız basılıyor.

• Alaskakitap.com’un yanı sıra Kitapyurdu, D&R, Idefix, Kitap Sepeti, Pandora, Bkm Kitap, Tıkla24.de gibi onlarca platformdan satışa sunuluyor.

• Sosyal medyadan ve ulusal haber sitelerinden kitap tanıtımı yapılıyor.

• Yazar ile Türkiye’de aylık yayın yapan Edebiyat Gazetesi söyleşi gerçekleştiriyor.

• Yazara 25 adet kitap veriliyor. Yazar % 40 indirimle istediği kadar kitap alabiliyor.

• 100 adet satıştan sonra yazara % 20 telif ücreti ödeniyor.

• İlk baskının tükenmesinin ardından eseriniz ücretsiz olarak tekrar basılıyor.

• Yayınevi katıldığı kitap fuarlarına yazarı da davet ederek imza günü düzenliyor.

Detaylı bilgi için iletişime geçiniz. 

www.alaskakitap.com

Telefon: +90545 311 23 06

E-Posta: alaskayayinlari@gmail.com

Telefon: (0312) 3609862

Hüseyin Avni Cengiz: Semaver

Hüseyin Avni Cengiz: Semaver

Semaverin közü yanar 

Köz yandıkça suyu kaynar 

Kaynayan su dostu anar 

Ey semaver çay ver bize 

Ateşinden pay ver bize 


Islığı var çoban değil 

Divanı var hakan değil 

Dostluğu var insan değil 

Ey semaver çay ver bize 

Divanından pay ver bize 


Ezel’dendir onun akdi 

Bu akdinin dolmaz vakti 

Var mıdır hiç ayni nakdi 

Ey semaver çay ver bize 

Tokluğundan pay ver bize 


Başında demlenir fikir 

Kör, görmedi böyle zikir 

Ne keramet ne de sihir 

Ey semaver çay ver bize 

Duruşundan pay ver bize 

 

Ne tahtı var ne de tacı 

Çayı vardır tatlı acı 

Ayrım yapmaz: abi bacı 

Ey semaver çay ver bize 

İrfanından pay ver bize 


Ateşi dostunun tahtı 

Günahından gülmez bahtı 

Tövbe almak değil haddi 

Ey semaver çay ver bize 

Vicdanından pay ver bize 


Demi zihinler çerağı 

Köz sönerse geçer çağı 

İbret alsın her çırağı 

Ey semaver çay ver bize 

Kemalinden pay ver bize 


Hüseyin Avni Cengiz / Edebiyat Gazetesi / Mart 2025 / Sayı 26

Salih Ozan Yazdı: Sayburçluyuz

Salih Ozan Yazdı: Sayburçluyuz

Sayburçluyum, Sayburçluyum,

Sevdim, sevmesem suçluyum.

Saramam ince belini,

Ramazandır, oruçluyum.


Sayburçluyuz, Sayburçluyuz,

Hancı değil, kervancıyız.

Seviyorsan kavuşalım,

Biliyorsun, biz yolcuyuz.


Sayburçluyuz, Sayburçluyuz,

Aşkı sorma, biz ehiliyiz.

Âdem çok aradı, kavuştu,

Biz de Âdem torunuyuz.


Sayburçluyuz, Sayburçluyuz,

Aşkı sorma, biz ehliyiz.

Dert yapışmış yakamıza,

Biz kardeşiz, biz bacıyız.


Sayburçluyuz, Sayburçluyuz,

Sevdim, seveli suçluyuz.

Bize sevmek yasak oldu,

Sebebi ne? Sayburçluyuz.


Sayburçluyuz, Sayburçluyuz,

Sevdim, seveli dertliyiz.

Bize sevmek yasak oldu,

Biz ne sağız ne ölüyüz.


Salih Ozan / Edebiyat Gazetesi / Mart 2025 / Sayı 26

Karanlıkta Islık Çalmak Ortalığı Aydınlatmaz

Bu ay ki sizler için  hazırladığım eser Yazar Erich Fromm'un kaleme aldığı Özgürlükten Kaçış kitabı.  Çok  önemli bireysel ve toplumsal analizlerin yapıldığı eser bilimsel bir araştırma  ve önemli bir Psikanalizdir. Özgülük sevdalıları özgürlüğü anlamalıdırlar  da. Özgürlüğü bireysel  ve toplumsal açıdan doğru anlama temelinde değerli  analizleri içeren  eserimiz şu  bölümler altında can alıcı birçok  konuyu aydınlatmaktadır.

Karanlıkta Islık Çalmak Ortalığı Aydınlatmaz

Hemen her konuşmada bir şekilde bahsi geçen,  hemen her anlatıda bir anlamı ve önemi olan özgürlük, ne olduğu en tartışmalı konulardan birisidir. Şarkılarda şiirlerde özgürlüğün ne kadar iyi ve güzel olduğuna dair kısımlara bayılırız. Mottosu özgürlük olan her ideanın bir şekilde insan mutluluğuna katkı sağladığını düşünürüz. Erich Fromm  özgürlükten kaçış adlı eserinde özgürlüğü romantik bir rüyadan ciddi bir sorumluluğa doğru evriltir. Bu evriltmek özgürlüğün anlamının kavranması sırasında bireyin üstlendiği sorumluluğu su yüzüne çıkartır. Bu sorumluluk özgürlüğün romantik savunuşu kadar eğlenceli değildir. Ancak ondan çok daha etkilidir. Böylece özgür olabilmenin anlamı bize yol göstermeye başlar. Özgürlük yalnızca öznel olaylar esnasında kısıtlamaların ya da yasakların tersi ya da reddiyesinden ibaret değildir. Bu da özgürlüğün bir parçasıdır elbette ancak onu etraflıca anlamak ve kendimize dönebilmek ve yolumuzu bulabilmek için yeterli değildir. 

"Şu yasağa karşı biz özgürlüğü savunuyoruz " Yani bu yasağı kabul etmeyeceğimizi onun karşısında duracağımızdan bahsediyoruz. Peki sonra? Özgürlüğün anlamı yalnızca onun kısıtlandığını düşündüğümüz tezlere ve uygulamalara engel olmaya çalışmaktan ibaret midir? Hayır. Özgürlüğün insan refahı ve mutluluğunda işlevsel bir rol oynayabilmesini sağlayan şey onun zıttıyla çarpışması değildir. Özgürlük, bilincinde olma zorunluğu, ve özgürlüğün getirdiği sorumlulukları yüklenme erdemiyle birlikte işlevsel hale gelir. 

Özgürlükten kaçış adlı yapıtında Fromm, tarih boyunca insanın giderek daha fazla özgürlük kazandığından ancak bunun karşılığını yalnızlaşarak ödediğinden söz eder. bundan ötürü, özgürlüğün insanın kaçmak istediği bir durum olduğunu anlatan fromm, otoriter rejimlerin insanlara çekici gelmesinin nedenini de buna bağlar. Birey olamayan, değer üretemeyen, yani özgürlüğüyle ne yapacağını bilemeyenlerin bu özgürlükten kaçma durumu otoriter rejimleri ve onların tehlikelerinin aşırılıklarının önünü açmaktadır. Bu özgürlükten kaçış bir grubun veya ideolojinin, örneğin faşist bir ideolojinin fanatik bir üyesi olmaya kadar uzanmaktadır. Birey olarak özgürce kendisini var edemeyen ve yalnızlığa giderek daha çok gömülenler bundan kurtulma ya da kaçış olarak bir gruba dahil olmakta ve bu grupla kendisini var etmeye çalışmaktadır. Yalnızlığı ne kadar derinleşir, özgürlük karşısında ne kadar cahil kalır ve korkarsa ideolojiye ya da gruba çok daha fazla bağlı hale gelir. Kendisini grupla özdeşleştirmeye ve ondan ibaret olmaya doğru sürüklenir. 

"Karanlıkta ıslık çalmak ortalığı aydınlatmaz. yalnızlık, korku ve ürküntü olduğu yerde kalır; insanlar buna sonsuza dek dayanamazlar. 

Negatif özgürlüğün yükünü sürekli taşıyamazlar; negatif özgürlükten pozitif özgürlüğe doğru bir gelişme göstermedikleri sürece, özgürlük denilen şeyi tümüyle feda etmek ve ondan kaçmaya çalışmak zorunda kalırlar. günümüzde var olan temel toplumsal kaçma yolu, faşist ülkelerde olduğu gibi bir öndere boyun eğmek ve demokrasimizde görüldüğü üzere zorunlu uyum sağlamak, razı olmaktır."

Bu da özgürlükten  çok köleliği biati getiriyor  çarçur  edilen değerler  ters yüz  oluyor. Kurtuluş  anahtarı  elimizde kelepçe  oluyor. Sorun doğru temelde  özgürleşemeyen birey özgür  toplumu yaratamıyor. Bunun bir bariz örneği Türkiye’de  18 yıldır  iktidarda olan AKP rejimi Türkiye’de  özgürleşemeyen bireyler özgür  toplum yaratamıyor faşizme karşı  çıkma  yerine ona teslim. Oysa Özgürlük  zihinlerde yaratılmalı  öncelikle orada zincirler kırılmalı. Özgürlük için  gerekli  donanım emek çaba  zemin hazırlamazsa elimizde patlar tamda o noktada Özgürlüğün  bir bedeli var ve elde edilince bir değeri  var. Özgürlüğü  anlamak ve gereklerini yapmak en önemli özgürlük  eylemidir.

Özgürlük kavramı insanın varlığı ile birlikte ortaya çıkmış bir olgu olarak görünse de aslında insan kendi varlığından önce dış dünyanın farkına varmış ve evreni gözlemlemiş, sorgulamış, anlamlandırmış, şekillendirmiş ve hatta olanı değiştirmeye çalışmıştır. Doğaya egemen olduğunu yaratılmış her şeyin kendine hizmet ettiğini anladıktan sonra kendi iç dünyasını bizatihi kendi varlığına bir dönüş yaşamış artık içindeki “ben” i sorgulamaya başlamıştır. Burada yazar insanın kendi özgürlüğünü keşfetme sürecini anlatırken özellikle Avrupa’da yaşanılan skolastik döneme ve insan üzerindeki baskısına hayli vurgu yapmıştır. Zira bu dönemde insan kendi varlığını doğadan ya da dini tekelinde bulunduran kiliseden ayrı bir varlık olarak düşünmemekte onun bir parçası olarak görerek özgürlük gibi bir düşünceye de ulaşamamış durumdadır. Aynı zamanda kilisenin bu baskıcı ve totaliter tutumu insanın kendi varlığını sorgulamasına, özgürlük kavramına doğru ilerlemesine de neden olmuştur.

Yazarın özellikle üzerinde durduğu diğer iki kavram ise *“Yapma özgürlüğü” ile “ yapmama özgürlüğü” söylemleridir. Bu iki kavram arasında gözle görülmeyen fakat insan ruhunda belli yaptırımlara sahip bir konum bulunmakta bu iki olgu arasındaki mesafenin artmasıyla kişi kendini yalnızlaşmış, tükenmiş ve özgürlüğünü sorgular halde bulmaktadır. Bu kitapta özgürlük tanımı yapılırken özellikle çağdaş yani modern insanın özgürlüğüne değinilmekte var olan bireysellikten hareketle ortaya çıkan soyutlanma, bireysel önemsizlik, güçsüzlük duygusu ve yalnızlık hissine atıfta bulunulmaktadır. Skolastik düşüncenin belli aşamalarla önemini yitirmesi, pozitif ve rasyonel düşüncenin hayata entegre olmasıyla birlikte insan kendini ekonomik ve kültürel bağlamda bireysellik yarışında bulmuş, bu yarışı kazandığını düşündüğünde ise varlığını temellendirdiğini düşündüğü manevi bağlardan koparak anlamsızlık seremonisinin içinde kendini yeni bir anlam arayışı içinde bulmuştur.

Erich Fromm Kimdir?

Erich Fromm 23 Mart 1900 yılında Almanya'da dünyaya gelmiştir. Musevi kökenli Amerikalı ünlü psikanalist, sosyolog ve filozoftur. Ruh biliminde Marksist-Sosyalist yaklaşımın en önemli temsilcilerinden biri olmuştur. Heideberg ve Münih Üniversitelerinde toplum bilimi ve psikanaliz eğitimlerini almıştır. Heidelberg Üniversitesinde doktora öğrenimini tamamlamıştır. Erich Fromm 1930'lu yılların başlarında Nazi hareketlerinin başlaması ile birlikte İsviçre Cenevreye taşındı. Chicago Ruh çözümleme Enstitüsünden aldığı davet ile ABD'ye gitti Bu üniversitede 4 yıl kadar uzman olarak görev yaptı. Özel çalışmalarını sürdürürken Columbia Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Sayılı ve büyük üniversite ve kolejlerde görev yaptı. 1949 yılında Meksika Ulusal Özerk Üniversitesinden profesörlük teklifini kabul etti tıp fakültesi bölümünde ruh çözümleme şubesini kurdu ve emekli olana kadar çalıştı. Emekli olduktan sonra yaşadığı ülke olan İsviçre'de yaşama veda etti. Marksist ve sosyalist insancıl dünya görüşünü benimseyen yazar batı kapitalizmini ve SSCB komünizmini reddetti. Bilim adına bir çok eser veren profesör tüm dünyanın sevdiği hekimlerden biridir. 

Deniz Boyraci / Edebiyat Gazetesi / Mart 2025 / Sayı 26

Savaş Pazarlamacısının Anıları

1980'lı yıllarda Türkiye daha yeni yeni ihracatla tanışmağa başlıyordu. Tabi ki özellikle gıda üzerine ihracatlarımız vardı ama sanayi mamulü ürünlerde ihracat girişimleri yeni başlıyordu. Henüz o zamanlar Türkiye’de bugünkü gibi zırt-pırt o fuar bu fuar gibi düzenlemeler de yok. O zaman tek şansın ne? Müşteri bulabileceğin ülkeye araştırmaya gitmek. Amerika’ya, İtalya’ya gidip satma şansın pek yok, çünkü adamlar zaten bizden çok ilerde ve senin malının benzeri sürüyle marka var oralarda. Yani tek şansın en yakınındaki ve senin mallarına ihtiyaç duyabilecek komşu ülkeleri ziyaretle işe başlamak.

Savaş Pazarlamacısı'nın Anıları

İşte o nedenle ben de lisan bilen fakat yeni mezun tecrübesiz bir mühendis olarak bir şirkette işe başladım ve ürünlerini yurtdışına satma departmanına talip oldum. Kabul ettiler ve işe İran’la başlayayım dedim. Tecrübesiz olduğumu söylemiştim ya, hemen belli olmuştu. Patron güldü: “Oğlum deli misin İran ile Irak savaştalar” dedi. Sanki çok bilirmişim gibi, “Yıllardır savaşıyorlarmış, fark etmez, savaş sınırlardadır, ben merkezlerine başşehirlerine giderim bir şey olmaz” dedim. Gittiğimde yanıldığımı anladım. Daha İran sınırından girerken, İran’da bana tercümanlık yapacak Azeri arkadaş dinlesin diye yanımda getirdiğim, Emel Sayın, İbrahim Tatlıses gibi İranlıların çok sevdiği bazı sanatçılarımızın kasetlerine gümrük yetkilileri el koydular.

“Belki içinde gizli propagandalar falan vardır, kontrol edilecek” dediler. Ben de “Çıkışta tekrar alabilecek miyim?” diye sordum.  Adamın bana bakışından ne salakça bir soru sorduğumu anladım. Tabii ki kaseti kontrol edebilirlerdi, içinde propaganda falan yoktu ve tabii ki sonra evlerinde her gece güzel güzel bu kasetleri dinleyeceklerdi. Havaalanından çıkışta beni tercümanlık yapacak kişi ve kız kardeşi karşıladı. Arkadaşla tokalaştık, elimi kız kardeşine de uzattım ama o bana elini uzatmadı, o zaman buralarda kuralların artık biraz değişmeye başladığını anladım.

Beni kalacağım otele götürdüler. Çok güzel bir otel. Fiyatı ise komik. Günlüğü 5 dolar. Normal zamanlarda 100 dolardan aşağı olmaz, ama savaş zamanı en fazla 5-6 müşterisi var. Otelde bir şeyi beğenmeyip de yetkilisine söylediğimizde eminim adam içinden “Ulan savaş olmadığı zaman gelseydiniz belki sizi otelime bile almazdım, ama kaprislerinizi mecburen biraz çekmek zorundayım” diye düşünmüştür. Bir gün sonra patronum da gelecekti. Benim ise o gün otelde bir müşteri ile görüşmem vardı. Müşterimle otelin lobisindeki bir masada oturmuş iş görüşmesi yapıyorduk. Birden siren sesleri gelmeye başladı. Birbirimizle bakıştık, aniden elimden yakaladı, “Gel!” diye bağırarak beni çekiştirmeye başladı. Her şeyi masada bırakıp aşağı kata otelin otoparkına koşmaya başladık. Otopark yerin bir kat altında olduğundan en azından bombalara karşı daha iyi bir sığınaktı. Aşağıda 5-6 otel müşterisi daha vardı. Dışardan yakın bir yerlerden kısa aralıklarla 3 patlama sesi geldi.  Bize çok yakında patladı gibi gelmişti, ama belki de uzakta patlamıştı bombalar da yankıları yakınmış gibi gelmişti. Biraz daha bekledik. Siren sesleri kesilmişti. Müşterimle tekrar bakıştık, kafasını iki kez salladı, tekrar yukarı çıkabilirdik.

“İşe başlamadan dışarıya bir göz atabilir miyiz?” dedim.  

“Tamam bakalım” dedi. O da merak ediyordu. Dışarı çıktığımızda yaklaşık 3-4 km gibi uzak bir mesafede birbirlerine yakın 2 yerden kapkara dumanların göğe yükseldiğini gördük. Bir duman yığını ise yaklaşık 100 metre ilerimizdeydi. Tam göremiyorduk. Bir mekana mı isabet etmişti, yoksa boş bir sahaya mı pek anlaşılmıyordu. İleride yerde yatan birini gördük. Yaralı veya ölü var mıydı? Ama bizim oraya gitmemiz gerekmiyordu. Çünkü bizim yapabileceğimiz bir şey yoktu. Asık bir suratla Müşterimle tekrar otelin lobisindeki masamıza dönüp iş görüşmesine devam ettik. Bir saat kadar sürdü görüşmemiz. Birazdan yine sirenler ötmeye başladı. Yine aşağıya koştuk, yine dışarıda patlama sesleri. Bu sefer nedense daha rahattım sanki, çünkü savaş da olsa ben bu görüşme esnasında tahminimin üstünde yüklü bir sipariş almıştım. Türkiye’ye döndüğümde, (dönebilirsem), başım oldukça dik gidecektim şirkete.

Ertesi gün patron geldi. Onunla beraber de bir şirkette toplantıya katıldık. Toplantı sonrası, son gün çevreyi biraz gezdik. İhtilalin üzerinden çok zaman geçmemişti, onun için duvarlarda çeşitli posterler ve Farsça bazı yazılar vardı, anlamıyorduk ama enteresan görüntüler diye patron fotoğraf makinesi ile birkaç resim çekti. Benim yanımda da yeni moda olmuş, çekince hemen bir adet fotoğrafı altından tabedip veren bir makine var, yani bütün film bittikten sonra fotoğrafçıya götürüp tabettirmem gerekmiyor, anında görüntü. Fotoğrafçı derdinden kurtarıyor ama bayağı pahalıya geldiğinden çok resim çekmek istemiyorum, 1 tane resimle yetindim, maksat hatıra olsun. Tab olan resmi makineden çıkarıp kitabımın arasına koydum. İran havaalanından Türkiye’ye uçacağız, herkesin bavulları sıkı kontrol ediliyordu. Savaş ülkesi, normaldir diye düşündük. Kontrol memurlarından biri bizim patronun fotoğraf makinasını eline aldı, ani bir hareketle kapağını açıp negatif filmi dışarı çıkardı, yani film anında ışık görür görmez yandı, artık tabettirme şansı yoktu, çekilen fotoğraflar yok oldu. Patronun gözleri oyuklarından fırladı,

“N’oluyor, ne yapıyorsun?”

Memur gayet rahat, “Savaştayız, ülkemizde resim çekmek yasaktır,” dedi. Garibim patronumun söyleyebilecek hiçbir sözü yoktu ama mırıldandığı şu cümleyi zor da olsa duydum:

“Ulan 36 fotoğraflık filmdi, ailemle Uludağ’da Bodrum’da çeşitli gezilerde çektiğim resimler vardı içinde, son 4 resimlik film kalmıştı, onu da burada çekeyim demiştim, hepsi yok oldu.”

Sonra benim makinemin kapağını açtı memur ve benim filmimi de yaktı, ama dedim ya bendeki sistem değişik, yani sadece 1 fotoğraf çekmiştim, ama o da anında tab olduğundan makineden çıkarıp bir kitabın arasına koymuştum, memur o kitabı açmadığından, o tek bir resim Türkiye’ye kadar kitabımın arasında geldi ve hala bir savaş hatırası olarak albümümde yer alır. Ben üzerinde Farsça şeyler yazan bir duvarın önünde ciddi bir poz vermişim ki, sanki yıllar sonra birisine gösterip de “bak bir zamanlar biz ihracata savaş muhabiri gibi başlamıştık” diye hava atmak için çektirmişim.

Duvarda neler yazdığını hiç merak edip de Farsça bilen birisine tercüme ettirmedim bu güne kadar. Sanki değerli bir savaş ganimeti o. Belki de o yıllarda hakikaten Tahran’da bir yabancının çektiği ve Tanrının garip bir lütfu olarak kendi ülkesine getirebildiği ender bir hatıra. Benim için ise “Biz ihracatı savaş alanlarında başlattık” cümlemin delili.

Kadir Ersoy / Edebiyat Gazetesi / Mart 2025 / Sayı 26

Günlük Hayatın Küçük Ama Eğlenceli Sürprizleri

Hayat, büyük olaylardan ziyade küçük anların toplamıdır. Ama bazen o küçük anlar, koca bir günün havasını değiştirmeye yeter de artar bile. Öyle anlar vardır ki neye uğradığınızı şaşırırsınız; şaşkınlıkla karışık bir gülümseme yerleşir yüzünüze. İşte, günlük hayatın o minik ama eğlenceli sürprizlerinden birkaçını hatırlayalım.

Günlük Hayatın Küçük Ama Eğlenceli Sürprizleri

Cebinden Çıkan Servet

Yıkanmış bir pantolonun cebinden çıkan para, küçük çaplı bir piyangodan farksızdır. Kim bilir kaç kere o paranın eksikliğini hissettiniz ama o gün cebinizden çıkıveren o bozukluklar veya katlanmış bir banknot, aniden dünyanın en zengin insanı gibi hissettirir. Hele o para, markette kasada tam da eksik çıktığında bulunursa... İşte o an, dünyanın düzenine olan inancınız tazelenir.

Rastgele Karşılaşmalar

Yıllardır görmediğiniz eski bir dostla sokakta karşılaşmak, hayatın en tatlı sürprizlerinden biridir. Hani o ilk bakışta tanıyamayıp birkaç saniye yüzüne boş boş baktığınız, sonra gülerek “Oooo, sen miydin?” dediğiniz anlar... Dakikalarca ayaküstü sohbet eder, en sonunda “Kesinlikle görüşelim!” diye söz verip yüzde doksan görüşmeyeceğinizi bilerek vedalaşırsınız. Ama o birkaç dakika bile, günü aydınlatmaya yeter.

Yanlış Numaradan Doğan Muhabbetler

Yanlışlıkla gelen mesajlar ya da aranıp “Alo, Hüseyin abi mi?” diye soran bir ses... Hüseyin abi olmadığınızı anlatmak için harcadığınız o birkaç dakika bazen öyle komik diyaloglara yol açar ki telefon kapandıktan sonra hâlâ gülümsemeye devam edersiniz. Hele bir de yanlışlıkla gelen mesajın ucunda samimi bir “Pardon, kusura bakma” varsa, işte o günün minik eğlencesini bulmuşsunuz demektir.

Tesadüfen Bulunan Eski Fotoğraflar

Bir çekmece karıştırılır, eski bir defter açılır ve içinden yıllar önce çekilmiş bir fotoğraf düşer. O anda zaman makinesi çalışır ve sizi o güne geri götürür. Kiminin saçı daha gür, kiminin kilosu daha azdır. Kıyafetler eski modanın çığır açan parçalarıdır (o zamanlar öyle sanıyorduk). Fotoğrafın komikliği bir yana, o anıları hatırlamak bile dudaklarda tatlı bir gülümseme bırakır.

Bonus: Sokakta Karşılaşılan Minik Dostlar

Sokakta aniden önünüze çıkan bir kedi ya da köpek, hayatın en tatlı sürprizlerinden biridir. Yanınıza gelip kuyruğunu sallayarak sevgi gösterisinde bulunması ya da kendini sevdirip sonra hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etmesi... Dünyanın en minik ama en samimi selamlaşmasıdır bu. Birkaç dakika boyunca gülümser, sonra gününüzün geri kalanını daha mutlu geçirirsiniz.

Sonuç Olarak...

Hayatın koşturmacasında çoğu zaman bu küçük sürprizleri fark etmiyoruz. Ama onlar hep oradalar, biz görmesek de... Belki de mutluluğun sırrı, büyük şeylerde değil, bu minik anlarda gizlidir. Bir dahaki sefere cebinizden para çıktığında ya da yanlışlıkla biri sizi aradığında, bu küçük mucizelere gülümsemeyi unutmayın. Çünkü gününüzü güzelleştirmek için bazen küçücük bir tesadüf bile yeter.

Ve belki de bu makale, gününüze minicik bir gülümseme katabilmiştir. Eğer öyleyse, işte o zaman amacına ulaşmış demektir.

Soner Irmak / Edebiyat Gazetesi / Mart 2025 / Sayı 26

Binnaz Deniz Yıldız: Puttan Alaşım

Binnaz Deniz Yıldız: Puttan Alaşım

Sözcüklerin kupa kartları, oyun içinde boğulan rüya, darb-ı  meselim. Parmaksız bir Pinokyo ya da kral Antonius 

Yıldızlar Sebastian tarihi, amigdalam, beynimin yoksun noktası…

Kök türeten buluş… Sıcak bir denizde umuttum kırmızı ruhları. Dalgalan gökyüzünün kızıl sancağı!

Ah benim avare; korkusuz ya da kaçak sokak lambalarım! Ayaklarınızda miço özlemleri, bir pusula kanımda kemikten baykuş

Bir gece sokaklarda ateşten bir geminin yandığını gördüm. Struma, izledim ve dehşet içinde düştüm! Şehir abluka, şehir cinnet!

O gün annem öldü benim, benim annem öldü!

Korku, koku, komplo… En yakın arkadaşım. M.Ö. ve M.S. İsa’dan önce ve tanrıdan sonra, hala oyun oynuyorum mezar taşlarında 

Zamanın unuttuğu, herkesin içinde uyuyan benim. Buz yolun başında;  kesilen damar, damak, dalaklarımız

Sürüngen bir saat durmadan çalıyor koynumda. Akrep ve yelkovan tabut.  Gölgesinde başlar seçemiyorum. Dua ve azap ben/im tuhaf gözlerim.

Bir tren istasyonu… Ortasında levha Tevrat/Sudan Zebur  

Unutulmak, unutuş, susuş, susma! Bağır haykır ses, en karanlık yanım!

Çık zihnimden puttan alaşım!


Binnaz Deniz Yıldız / Edebiyat Gazetesi / Mart 2025 / Sayı 26

Sophia Jamali Yazdı: İtiraf

Sophia Jamali Yazdı: İtiraf

Göz kapaklarım artık beklemiyor

Kış kalıcıdır

Vücudumun her yerinde

Hiçbir yerdesin

Ama ben 

Bütün sokaklarda seni görüyorum

Gözlerin aynaların dürüstlüğüdür

Omzunuz dağın sağlamlığıdır

Ellerin güneşten daha değerli 

Yarının ışığını müjdeliyorlar

Hiçbir yerdesin

Acıları iyileştirmek işe yaramaz bir kelimeydi

Belki 

Sadece öpücükler merhemdir

Zamanın yaraları için

Ama dudaklarım artık hiçbir kalbin gülümsemesine inanmıyor…


Sophia Jamali Soufi / Edebiyat Gazetesi / Mart 2025 / Sayı 26

Mervenur Uç Yazdı: Dünden

Mervenur Uç Yazdı: Dünden

Bir merak düşer gönlüme

Aylar boyu geçmeyen

Sızı verse de bedenime

Bir inat, vazgeçmeyen


Sevda mahkumdur acemiye

Gözden ırak, gelmeyen

Soru sormuşlar âlime

Gidilir mi? Söz bitmeden


Hayaldir dünya fâniye

Gerçek zehri görmeden

Bir sevse de bin avare

İçim gider ebediyyen


Mervenur Uç / Edebiyat Gazetesi / Mart 2025 / Sayı 26

Türk Şiirinde Söz Sanatları

Günlük yaşamın kabalıklarından sıkılan insanlara dilin güzelliklerini sunarak estetik zevk oluşturmaktadır. Bir araya gelerek kullanıldıklarında kulağa hoş gelen sesler; kelimeleri, cümleleri, dizeleri, bentleri, dörtlükleri oluşturup ahenkli bir bütüne varırlar. Her ulusal dilin kendine özgü bir tınısı, müziği bulunmaktadır. Kimi dillerde bulunmayan sesler herhangi bir dilde bir müziğe dönüşür. Tarihi eski çağlara dayanan dillerden biri olan Türkçe ezgisi olan bir dil olarak kabul edilmektedir. Hun Devleti MÖ. 220 tarihinde kurulduğuna göre dilin oluşuma daha eskiye dayanıyor demektir.

Türk Şiirinde Söz Sanatları

Sözlü kültürde önce şiir vardı. Ezberlenip akılda kalması kolay olduğu için sav, sagu, koşuk, destan türündeki eserler şiirin şekil özellikleriyle söylenmiştir. İslamiyet öncesi Türk şirindeki bu türler, değişime uğrayarak İslamiyet etkisindeki Türk Edebiyatı’nda varlıklarını sürdürdüler. Anadolu’ya yerleşen Türkler iki kaynakta şiir geleneklerini sürdürdüler. Yazılı kültüre dayanan Divan Edebiyatı ve sözlü kültüre dayanan Halk Edebiyatı.

Divan Edebiyatı ile Halk Edebiyatı’nın farklı özellikleri olmakla birlikte benzer yönleri de bulunmaktadır. Benzer yönlerinden biri de söz sanatlarını kullanmalarıdır. Bu yazımızda söz sanatlarını örnekleriyle birlikte tanıyacağız. Divan şairleri ve Halk şairleri söz sanatlarını kullanırken o kadar özenli davrandılar ki yaptıkları işi bir kuyumcunun altını işlemesine benzetmek mümkündür. Ayakkabıcı nasıl köseleye, deriye şekil verip ayakkabı yapıyorsa şair de sözcüklere değişik anlamlar yükleyip şiir oluşturmaktadır. Batı ve Doğu Edebiyatlarında sıkça örneği bulunan söz sanatlarına burada Türk Edebiyatı’ndan örnekler vereceğiz.

 Edebi sanatlar içinde en çok bilineni teşbih sanatıdır. Türkçesi benzetme olan bu sanatın değişik şekilleri bulunmaktadır. Nitelik olarak daha zayıf bir varlığın daha güçlü bir varlığa benzetilmesi sanatı teşbihtir. Teşbihte hata olmaz diye bir atasözümüz bulunmaktadır. Benzetmede dört unsur bulunur. Kendisine benzetilen, benzeyen, benzetme yönü ve benzetme edatı. Aslan gibi güçlü adam dediğimizde dört unsur da bulunmaktadır. Şiirimizde daha çok teşbih-i beliğ yani güzel benzetme kullanılır. Burada benzetmenin iki ana yönü bulunur. Benzeyen ve kendisine benzetilen. Fuzuli’ni şu dizesine bakalım: Aşiyan-ı murg ı dil zülf i perişanındadur. Günümüz Türçesi, Gönül kuşunun yuvası perişan saçlarındadır. Gönül burada kuşa benzetilmektedir. Halk şirinden bir örnek: Sevda ateşten kaledir, alamazsın demedim mi.

Kişileştirme sanatı şiirimizde sıkça kullanılır. İnsana ait özelliklerin canlı cansız varlıklara aktarılmasıyla oluşan bir sanattır. Doğadaki varlıklar insanlar gibi düşünülür. Necip Fazıl Kısakürek’ten örnek: Ruh onun, varlık onun gerisi hep angarya

Yüz üstü çok süründün ayağa kalk Sakarya. Şair burada yoksullara atfedilen yüzüstü sürünme eylemini doğal bir varlık olan Sakarya nehrine aktarmış. Nehri insan gibi düşünmüş. Nazım Hikmet’ten örnek: Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında. Ağaç polisin aradığı bir insana dönüşmüş.

Kişileştirme sanatına benzer şekilde intak yani konuşturma sanatı vardır. Canlı cansız varlıklar insanlar gibi konuşurlar. Yunus Emre’den alıntı: 

Benim adım dertli dolap

Suyum akar yalap yalap

Böyle emreylemiş Çalap

Derdim vardır inilerim

Pir Sultan Abdal’dan bir örnek:

Gel benim sarı tamburam

Sen ne için inilersin

İçim oyuk derdim büyük 

Ben onun için inilerim 

Divan Edebiyatı’nda en çok kullanılan söz sanatlarından biri Tenasüp sanatıdır. Anlamca birbirini çağrıştıran sözcüklerin birlikte kullanılmasıyla Tenasüp sanatı oluşturulur. Gel gül dedi bülbül güle gül gülmedi gitti, gül bülbüle bülbül güle yar olmadı gitti. Gül ile bülbülün aşkları sıkça kullanılan mazmunlardandır.

Hüsn-i Talil, güzel neden gösterme sanatıdır. Yaşama ait bir olayın doğal sebebi dışına çıkılarak farklı bir sebep ortaya konur. Bu sabah çiçekler açtı, mutlu olalım diye. Çiçeklerin açmasının sebebi gerçekte baharın gelmesidir fakat şair başka bir neden ortaya koymaktadır. Şiirde yeni bir dil oluşturmak için söz oyunlarına başvurmak şairlerin de okurların da hoşuna giden bir durumdur. Söz sanatlarına başvurmayan şair yok denecek kadar azdır.

Tezat sanatı zıt kavramların birlikte kullanıldığı bir sanattır. Nazım Hikmet der ki, biraz daha ustalaştık taş kırmakta, dostu düşmandan ayırmakta. Dost ve düşman sözcükleri zıt kavramları ifade etmektedir.

Tecahül-i Arif sanatı bilip de bilmezlikten gelmeyi ifade eder. Gerçek nedeni bilinen bir durum bilinmiyormuş gibi yapılır. Cahit Sıtkı Tarancı, şakaklarıma kar mı yağdı ne var, benim mi Allah’ım bu çizgili yüz, hangi resmime baksam ben değilim, yalandır kaygısız olduğum yalan derken yaşlandığını kabul etmek istemez.

İstifham sanatı soru sorma sanatıdır. Cahit Sıtkı Tarancı, neden bana düşman görünürsünüz, yıllar yılı dost bildiğim aynalar derken gerçekten cevabını merak ettiği sorular sormaz, soruların cevabını bildiği halde sorar.

Tekrir sanatı, aynı sözcüklerin tekrarlanmasıyla oluşmuş bir sanattır. Divan Edebiyatı ve Halk Edebiyatı’nda sıkça kullanılır. Yunus Emre’den örnek:

Ben yürürüm yane yane

Aşk boyadı beni kane 

Ne akılem ne divane 

Gel gör beni aşk neyledi

Necip Fazıl’dan örnek:

Bu yağmur bu yağmur.

Bu kıldan ince

Öpüşten yumuşak yağan bu yağmur

Bu yağmur bu yağmur bir gün dinince

Aynalar yüzümüzü tanımaz olur

Aşık Veysel Şatıroğlu’ndan örnek: 

Dost dost diye nicesine sarıldım

Benim sadık yârim kara topraktır

Modern edebiyatımızda şairanelikten uzaklaşmak amacıyla Divan Edebiyatı ve Halk Edebiyatı geleneklerindeki söz sanatlarını kullanmak istemeyen şairlerimiz ve akımlarımız olmuştur. Garip Akımı ve İkinci Yeni akımı şairleri söz sanatlarından uzak durdular. İstisna oluşturacak şekilde onların da söz sanatlarına başvurdukları oldu. İkinci Yeni akımından Cemal Süreya, Ankara Ankara, en iyi kalpli üvey ana derken tekrir sanatı yapmaktadır. Melih Cevdet Anday, Troya önünde atların da ruhları vardı derken kişileştirme sanatı yapmaktadır. Melih Cevdet Anday, Garip akımı bittikten sonraki şiirlerinde, konu olarak mitolojiyi, özellikle Yunan mitolojisini ele aldığı şiirlerinde söz sanatlarına sıkça yer vermiştir. Toplumcu şiirin önemli isimlerinden Attila İlhan Divan ve Halk şiiri geleneklerinden etkilendiği dönem şiirlerinde söz sanatlarına yer verdi. Cinayet Saati şiirinde Vapuru bir insan gibi düşünmektedir.

Haliç’te bir vapuru vurdular dört kişi

Demirlemişti eli kolu bağlıydı ağlıyordu

Dört bıçak çekip vurdular dört kişi

Yemyeşil bir ay gökte dağılıyordu

Şairler eski zamanlardan beri şiir diliyle günlük konuşma dilinin farklı olması için çaba harcamaktadırlar. İlliada ve Odyssesia destanlarında şiir sözcüğü yerine kanatlı sözler ifadesi yer almaktadır. Şairler sözcükleri havalandırabilmek için söz sanatlarına başvururlar. Türkü geleneğinde İç Anadolu’da türkü havalandırmak diye bir söz vardır. Sözün göğe yükselip kalıcı olabilmesi için dile dikkat etmek gerekir. Dilimizin zenginliği, güzellikleri söz sanatlarıyla yaşam bulur. Bizlere düşen bize miras kalan dilimizi küfürlerle, kötü sözlerle çirkinleştirmek değil güzel sözlerle gelenekten geleceğe aktarmaktır. Yazımızı söz ustası, aşık Neşet Ertaş’ın kanatlı sözleriyle bitirelim.

Şu garip halimden bilen işveli nazlı

Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen

Tatlı dillim güler yüzlüm ey ceylan gözlüm

Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen


Fırat Kasap / Edebiyat Gazetesi / Mart 2025 / Sayı 26

Nergis

Sokağımızın köşe başında gözleri yeşil, saçları kızıl, gülüşü ile insanın içini ısıtan, gamzeleri belirgin, sattığı çiçeklerin enerjisi ile uyumlu bir çiçekçi kız var. Üç yıl önce karşılaştım kendisiyle, ismi Roza’ymış, aylardan Aralık’tı. Dün gibi hatırlarım o günü.

Nergis

“İsmi ile mesleği ne kadar uyumlu!” diye düşünmüştüm adını ilk duyduğumda. O gün, Roza’dan büyükçe bir buket nergis çiçeği almıştım. Ayak üstü yaptığımız sohbette “Nergis, benim için cennetten çıkan çiçek. Onun kokusuyla epey mutlu olurum.” demiştim. Bu sözlerimin üzerine, Roza, tezgahının önüne geldiğim an “Aaaa nergis mi gelmiş?” diye gözlerimin parlayarak soruşumdan bunu zaten anladığını anlattı ve sözlerine “Bir çiçek için bu kadar çok sevinen, ağzı kulaklarına varan birini ilk kez gördüm, ben de çok mutlu oldum” demişti. Roza’nın mimikleri yakalamadaki ustalığı ve gözlemciliği, benim nergis aşkımla birleşince güzel bir sohbet olmuştu aramızda. Aradan yıllar geçmesine rağmen, Roza o ilk günkü konuşmamıza istinaden, her kış nergisleri tezgahına koymadan bir hafta önce “Haftaya nergis geliyor” diyerek haber verir bana tezgahının önünden geçtiğim zaman. 

Roza, ondan çiçek almaya gittiğimde titizlikle en taze çiçek demetlerini seçerek hazırlar buketimi. Her seferinde de nazar boncuğu iliştirir buketimin köşesine.  İşine, sohbetine, eylemlerine kalbini, sevgisini katan insanlardan alışveriş yaparım ben, onlarla iş yapmayı tercih ederim, onları etrafımda tutarım. İçinde sevgi olmayan her şey bana sıradan ve özensiz gelir. Belki kendim de her şeye kalbimi, sevgimi kattığım içindir. 

Dört ay kadardır Roza’yı sokağın köşesinde, her zaman olduğu yerde görmüyordum. Gözlerim her sokağa çıktığımda onu arar olmuştu. Her hafta kendime çiçek almayı alışkanlık haline getirmiş biri olarak, çiçek almayı bıraktım Roza’nın yokluğunda. Yapı gereği, biriyle bağ kurunca ayağım başka yere gitmez benim. Çocukluktan beri her konuda sadakatim yüksektir. Kuaförümü değiştirmem, alışveriş yaptığım yerlerden şaşmam, iş ya da özel hayat fark etmez temasta olduğum insanlarla gönülden derin bağ kurar, gönlümden de gözümden de kolaylıkla düşmeyecekleri kadar da kredi veririm onlara. 

Roza da onlardan biri olmuş benim için. Bugün bir arkadaşımın (Melek) doğum günü için alışveriş yapıp eve dönerken, Roza’nın sokağın köşesinde her zamanki yerinde çiçek satmaya başladığını gördüm. Roza, beni görünce yüzü aydınlandı kocaman gülümseyişi ile. Sağlık sebebiyle bir süredir yokmuş. Bir müddet sohbet ettik, arkadaşımın doğum günü için bana güzel bir buket zambak hazırlamasını rica ettim. Roza bukete her zaman yaptığı gibi nazar boncuğu iliştirdi, buketin içine de kalpli çubuklar yerleştirdi özenle “Doğum günüymüş, böyle daha mutlu olur” dedi bana gülümseyerek.  Ödemeyi yapıp, eve doğru yol alacakken Roza, “Beş dakikanız var mı? Size bir şey anlatacaktım.” deyince merakla ne anlatacağını duymak istedim. Roza küçük kızının da benim gibi nergis kokusunu sevdiğini ve kızının okuldaki başarısını anlatmaya başladı, bir yandan da tezgâhtan en güzel nergisleri seçerek kocaman bir buket hazırlayıp, etrafını da sarı beyaz ambalaj kâğıdı ile sarıp ucuna da nazar boncuğu yerleştirdi. Konuşmasını dinlerken, “Nasıl da sevgiyle, huzurla buketi hazırlıyor!” diye geçirdim içimden.

İnsanın mesleği ne olursa olsun, yaptığı işe saygısı, mesleğini icra ederken kalbinde sevinç duyup, İletişimde olduğu kişiye de bu enerjiyi yansıtması çok kıymetli. Roza, buketi hazırlarken bir yandan da neşe ile anlatmaya devam ediyordu kızını. “Nasıl güzel oldu mu buket?” diye sordu bana, “Evet, çok” diyerek izin istedim eve gitmek için, çiselemeye başlayan yağmurun aldığım zambak buketine hasar vermesinden çekinerek. 

Tam o an, Roza elindeki nergis buketini bana uzatarak “Bu,benim hediyem size. Ben sizi çok seviyorum. Sizinle sohbet etmeyi çok seviyorum. Dikkatle dinliyorsunuz beni, kıymet veriyorsunuz bana, yüzünüz huzur veriyor bana ve çok güzel gülüyorsunuz. Siz benden nergis alıyorsunuz, ben sizden mutluluk.” dedi . Yine kalbime dokunmayı başarmıştı. “Roza, tezgahtaki tüm nergisleri neredeyse bana verdin, kocaman bir buket bu, ödesem olmaz mı?” dedim. Kesinlikle kabul etmedi bunu. “Siz arkadaşınıza doğum günü için çiçek aldınız, ben sizin doğum gününüzü bilmiyorum, ama her ne zamansa doğum gününüz, bu buketi o gün için veriyorum.” dedi.

O an düşündüm; “Hayatın içinde ne çok insana emek veriyoruz ne çok insana maddi ve manevi her türlü kaynağımızı açıyoruz. Zamanımızı, emeğimizi, uykusuz gecelerimizi, bilgimizi, ışığımızı veriyoruz. Ama bunların çok azıyla aslında gerçekten gönülden gönüle, karşılıklı bağ kuruluyor.” En çok kıymet ve emek verdiklerimiz bile özensiz, fütursuz, vefasız olabiliyor iletişimde, akışta, eylemde. Roza, sağlık sorunları nedeniyle aylardır çalışamamış olmasına rağmen, o günkü rızkının bir kısmından fedakârlık ederek, beni sevdiği için, bana kocaman nergis buketini hediye etmişti. Onun bütçesi için bu büyük bir fedakârlıktı. 

Eve doğru yürürken, geçen hafta Melek’in ağlayarak bana anlattıkları geldi aklıma. Melek’in sonlandırmaya karar verdiği üç yıllık ilişkisini düşündüm. Hayatındaki adamın yıllarca onun için küçücük bir hediye almasını, özel günleri hatırlamasını, hastalığında yanında sözlü olarak dahi olsa desteğini göstermesini, küçücük bir jest yapmasını, onu sıradanlaştırmamasını, Melek’in hassas olduğu konularla ilgili kırıcı davranmamasını, ben merkezci olmak yerine “biz” diyebilmesini beklemişti Melek. Adam, kızın doğum gününü bile kutlamaya tenezzül etmemiş bazen. Melek’in neyi sevip sevmediğini bile umursamamış, defalarca kalbini kırıp, özür dahi dilemeyi lütuf gibi görmüş, minimum çabayı bile çok görmüş Melek’e. 

Roza buketi uzanıp aldığım an “Nergis sizin elinizde daha bir güzel, çünkü siz onu çok seviyorsunuz” diyecek kadar incelikliydi. Ancak, bu sözün doğruluğuna da takılmadım değil. Bizler de sevildiğimiz, değer gördüğümüz, özen gördüğümüz yerde güzelleşiriz, çiçekleniriz her canlı gibi. Roza bana sadece nergis buketini hediye etmedi bence bugün. Özen ve sevginin olmadığı yerlerde bulunmamayı hatırlatıcı bir sembol de hediye etmiş oldu bugün bana. Aldım, yüreğime koydum. Koku, en son silinen şeydir hafızadan. Nergis kokusu ile çapaladım hafızama özensiz, kıymetsiz davranılan ortamlarda bulunmamayı. 

Özen; kalbin, ruhun asaletidir, ışıltısıdır. Bu çiçekçi kız, benim gözümde çoğu kişiden daha asil.  Roza gibi kıymet veren, özenli davranan, incelikli kalplere daha çok emek vermeye, bencil insanlardan arınmaya ve uzak olmaya niyet ediyorum şu anda. Yolunuzun, kalbi ve ruhu asil insanlarla kesişmesi ve bizlerin de bu insanlardan biri olması dileğiyle, aşk ve sevgiyle kalın!

Yazar Güz / Edebiyat Gazetesi / Mart 2025 / Sayı 26

Şairlik Özgürlüğün En Saf Halidir

Merhaba Hava Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba, ben Hava Deniz. 64 yaşında, 6 kız çocuğu annesi ve 5 torun sahibi bir anneanne olarak hayatım boyunca azimle çalıştım. Zor şartlar altında büyüdüm ve ilkokuldan sonra eğitimime devam etme şansım olmadı. Ancak, gençliğim boyunca halı dokuyarak el sanatlarıyla iç içe oldum. Yıllar içinde sadece el işleriyle değil, şiir ve müzikle de kendimi geliştirdim. Sanata ve üretmeye olan sevgimi hiç kaybetmedim; her zaman öğrenmeye ve yaratmaya devam ettim. 

Şair Hava Deniz

Sizce şiir nedir? Şiirde olmazsa olmaz dediğiniz öğeler var mı?

Bence şiir, yürekte kopan fırtınaları, coşkuyu, sevgiyi, öfkeyi, bastırılmış duyguları, hayalleri ve hatta korkuları kaleme dökmektir. Hiç tanışmadığımız yüreklerle buluşmanın, duygularımızı onlara dokundurmanın en derin yoludur. Şiirde olmazsa olmaz olan şey ise samimiyet ve özümüzdür. Yaşanmışlıkların bizde bıraktığı izleri bir ayna gibi yansıtabilmek, şiirin en güçlü yanıdır.

Şairlik sizin için ne ifade ediyor? Öykü, deneme tarzında yazılar da yazıyor musunuz?

Şairlik benim için özgürlüğün en saf hali. Bazen toplumun, bazen ailenin baskısı, duygularımızı dile getirmemizi zorlaştırabiliyor. Ama yazmak, hatta sadece hayal etmek bile beni zihnen özgürleştiriyor. Yıllardır hayatımı anlatan bir roman yazıyorum; çocukluğumdan gençliğime ve şimdi yaşlılığıma uzanan bir hikâye... Ancak içeriği öylesine hüzünlü ki, çocuklarım bu romanın sadece bize ait kalması gerektiğini düşünüyor. Onlara hak veriyorum, bu yüzden romanımı kendime saklayacağım.

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Eskiden televizyon izlemek gibi bir lüksümüz yoktu, hele ki onca çocuğun arasında! Zamanımı halı dokuyarak geçirirken, halıcı arkadaşlarımla türküler söyler, aklıma gelen dörtlükleri ve kısa hikâyeleri paylaşırdım. O anları unutmamak için halı deseni kitapçığımın arkasına notlar alırdım. Sonra taşındık ve çok değerli komşum Nermin Bostan ile tanıştım. Onunla kitaplar ve şiirler üzerine sohbet eder, fikir alışverişinde bulunurduk. Bana manevi anlamda büyük destek oldu, şiirlerimi geliştirmem ve kitabımı bastırmam için cesaret verdi. Bir gün, üstat Kudret Alkan ile tanıştım. Sosyal medyada paylaştığım şiirlerimi ve yazılarımı çok beğendiğini söyleyerek, kitabımı bastırmam konusunda beni yüreklendirdi. Kızlarım da bu yolculukta hem yoldaşım hem de en büyük destekçilerim oldu. Son olarak, Alaska Yayınları'na ve bana inanan, destek olan tüm dostlarıma, sevdiklerime sonsuz teşekkür ederim.

Yorgunluğumun Gülümsemesi isimli şiir kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı. Kitabınızda şiirseverleri ne tür şiirler bekliyor? İpucu verir misiniz?

Öncelikle, kitabımı yayımlayan Alaska Yayınları’na gönülden teşekkür ederim. Yorgunluğumun Gülümsemesi herkesin kendinden bir parça bulabileceği şiirlerle dolu. Kimi dizelerde kendinizi keşfedecek, kimi satırlarda hayallerinizin peşinden gideceksiniz. Şiirlerimde hayata, insanlara ve tüm canlılara duyduğum sevgi ve saygıyı hissedeceksiniz. Yüreğe dokunan, bazen hüzünlendiren bazen umut veren bu dizelerin, her okuyucunun kalbine bir iz bırakacağına inanıyorum.

Başucu yazar, şair ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Mehmet Akif Ersoy, Nazım Hikmet, Özdemir Asaf, Orhan Veli Kanık ve daha nice değerli şairimiz var ki, onların dizelerini defalarca okumaktan büyük keyif alıyorum. Benim için her biri adeta milli servet niteliğinde. Şiirler, her okunduğunda farklı anlamlar barındıran, insana yeni duygular keşfettiren büyülü dünyalardır. Okuduğum kitaplarımı dostlarım gibi yanımda tutuyor, içeriklerine bir anne şefkatiyle özen göstererek anlamaya çalışıyorum. Onların satırlarında kaybolmak, hayal dünyamı zenginleştirmek benim için tarif edilemez bir mutluluk.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Yorgunluğumun Gülümsemesi benim ilk şiir kitabım, ancak içinde paylaşmak istediğim tüm şiirlerime yer veremedim. Üstelik hala yazmaya, duygularımı dizelere dökmeye devam ediyorum. Düşündükçe güzelleşen, yazdıkça özgürleşen hislerimi sizlerle paylaşmayı sürdüreceğim. Belki de yeni bir kitap, yüreğimden dökülen kelimelerle çoktan şekillenmeye başlamıştır… Kim bilir?

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Hayaller, tıpkı kucağınızdaki bir bebek gibi zamanla büyür. Büyütürken ise türlü zorluklarla karşılaşırsınız. Ama önemli olan, o hayali beslemekten asla vazgeçmemektir. Ben bu yaşta hala bağlama çalmayı ve resim yapmayı öğreniyorum, şiir yazmaya da devam ediyorum. Yaşın hiçbir önemi yok ki! Unutmayın, hiçbir şey için geç değil! Ne kadar engelle karşılaşırsanız karşılaşın, hayallerinizden asla vazgeçmeyin, azminizi kaybetmeyin. Ve en önemlisi, sizi destekleyen, hayatınızı güzelleştiren, acılarınızı paylaşan dostlarınıza ve ailenize sımsıkı sarılın!

1932-2025 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447