Kule, kırmızı renkteydi, temeli 2117 yılında atılmıştı. İkizi soluk gri renkte, camları çatlak, duvarları kendisine çevrilen namluların hiçbirini ret edemeyecek kadar çaresizdi. Gri kulenin delik deşik duvarlarının arkasında kâğıt mendil satan, akşama kadar dilenen, kırmızı etin mutfaklarına girmediği fakir insanlar yaşardı. Kırmızı kulenin çelik kapılı kalın duvarlarının arkasındaysa, o yapının mimarı olan mimarın emirlerine karşı gelmekten çekinmedikleri halde, sırf elde ettikleri yüksek refahı kaybetmemek adına ulu karakterli, güçlü tabiatlı ve vazgeçilemez ölçüde kibirli olduklarını bilen, buna göre adımlarını atan adamlar vardı.
Yemekhane dördüncü kattaydı. Yemekçi kadın her gün on bir sıralarında gelir, yemek otomatının sensörüne kimlik kartını okutmadan yukarı çıkardı. O gün yemekte kadınbudu köfte vardı. Yemekçi kadın bu yemeğin adını utancından ağzına almak istemediğinden kırmızı kulede çalışan personel menüde olanları sorduğunda sesli bir gülüşle “ismini söyleyemediği etli bir yemeğin” olduğunu dile getirirdi. Yemekhane kule başkanının emriyle saat tam birde açılırdı. Kule başkanı ve yardımcılarının yemeklerini yemekçi kadın masalarına kadar taşırdı. Bir numaratörlü turnikeden geçip, personel kimlik kartını okutmadan yemekhanede yemek yiyemezdiniz. Yemek ücretinin üçte birini personel maaşı, diğer üçte birlik kısmını gri kulede oturanlar, kalan diğer üçte birlik kısmını da Kule Mimarları Sendikası’nın örgütlenme şemasına baktığınızda en tepede görebileceğiniz Padivun öderdi. Padivun, padişahla firavun kelimelerinin birleşmesinden oluşan, kırmızı kule personeline sorulan bir isim anketi sonunda ortaya çıkan bir unvandı.
Dünya eskiden mavi renkli görünüyordu. Gök, beyazla mavinin kırma tonlarıyla boyanmış, mutluluk verici bir tablo gibiydi. İnsanlar damlayan yağmurun uğultusunda iç açıcı hayallere kapılırlardı. Güzelliğin bezendiği doğadaki asimetrik düzeni kendi emellerine alet etmek isteyen insanlar, maviyi gökten ve uzayın incisi gibi görünen atmosferden çekip aldıklarında duvağı zorla çekilip çıkarılmış bir gelin gibi kötü hissetti kendini dünya. Dünya, gökyüzü, atmosfer, tıpkı bu kule gibi kırmızıydı.
Talha Muhammed, rotasız zeplin seyahat şirketlerinden birine babasının annesine her yıl ödediği nafaka ücretini gizlice aktararak, varış noktası belirsiz bir seyahate kalkmıştı. Zeplin şirketi, vakti, saati ve koordinatları belirsiz bir anda hava aracının düşürüleceğini yolculara söylüyordu. Yolcular buna hazırlıklıydılar. Tıpkı balonlar gibi nereye inecekleri belli değildi yolcuların. Zeplinin balonu vurulduğunda gece yarısını iki saat geçmişti. Bazı yolcular düştüklerini anlayamadılar, dolayısıyla da sırtlarındaki paraşütün ipini çekemediler. Talha Muhammed, uykusu hafif, ağaç bitinin bacakları gibi kara kuru, çelimsiz bir çocuktu. O yüzden sallantıyı hissettiği anda gözünü açtı. Sesini çıkarmadı, bağırmadı, diğer yolcuları uyarmak için gereksiz bir çaba içine girmedi; çünkü o güne kadar öğrendiklerine bakarak kimsenin kimseye yardım edemeyeceğini öğrenmişti. O da bir zamandan sonra kimseden yardım istemeyecekti, kimseye de yardım etmeyecekti.
Aşağıda bir şehir vardı. Ortasından bir nehir, bir tren yolu, bir de otoyol geçen bir şehir. Hemen atladı. Paraşütü açtı. Eğitimsiz olduğundan havada taklalar atıyordu. İki dakika içinde kontrolü eline geçirdi. Süzülen paraşüt onu gri kulenin tam üzerinde durdurdu. Gri kulenin bir sakini olacağını o zaman hissetmişti. Duvarlardaki delikler, çatlaklar, yıkıklar dikkatini çekti. Merdiven boşluğundan aşağı baktığında bağırmak istedi. Sesini duyurmak istiyordu. Gri kulede yaşayan insanlar olmalıydı. Boş mermi kovanlarının, üzerinden silindir geçmişçesine dümdüz olmuş boş kola kutularının, yırtık A4 kâğıtlarının olduğu koridorlarda yürümeye başladı. Oda numaralarını inceliyordu. Z1, Z2, Z3, Z4... Z19 önünde durakladı. İçeriden seslerin geldiğini duyuyordu. İçeride mırıldanan, fısıldayan, kıkır kıkır gülen, içten içe ağlayan birileri varmış gibi bir duyguya kapıldı ve tüm bu çelişen sonuçların üzerine doğduğu ve içine düştüğü kaderi bire bir karşıladığını aklına getirdi. İçeri girme isteği de tam bu düşüncenin sonrasında oluştu. Kapıyı çalmadan teklifsizce içeri girdi.
İçeri girdiğinde kendisinin varlığından rahatsız olmayan bir grup insanın delik bina duvarlarından bit pazarlarında satılan dürbün ve teleskop kalitesindeki yakınlaştırma aletleriyle gözlerini kırmızı kuleye diktiklerini gördü. Bir tanesi: “Ne yiyorlar?” diye sordu. Diğeri cevap verdi: “Etli bir yemeğe benziyor.”
“Beyaz et mi, kırmızı et mi? Balık mı?”
“Bilmiyorum. Turnikeden geçiyorlar. Sıraya dizilmişler. Pirinç pilavını görebiliyorum. Tabaktaki beyaz şey. Plastik bardakta yayık ayranı var. Tatlı olarak da şekerpare sanırım. Bak. Gördün mü? Şu şişman olanı üç tane yuvarlak ekmek aldı.”
“Aç gözlü bunlar. Üç taneye ne gerek var? İnsan bir ekmekle de doyabilir.”
“Çorba var mı? Benim dürbün buharlandı.”
“Ezogelin çorbası olabilir.”
Bunu duyanlardan biri sırtını duvara dayayıp derin bir iç çekti. Yediklerinin parasının üçte birini biz ödüyoruz,” dedi. “Ama şu hale bak. Sanki tok olan bizmişiz gibi neyi nasıl yediklerinin hesabını yapıyoruz.”
Talha Muhammed sesini çıkarmıyordu. Bir anda her şeyin farkına varmıştı. Kırmızı kuleye niçin inmediğini düşündü. Rastlantı olabilir miydi? Gri kuleyle kırmızı kule arasında yirmi derece eğimli, yüz basamaklı bir taş merdiven vardı. Nereden geldiğini biliyordu. Ufku, bilgisi, yeteneği, hayalleri ve geleceği onu ancak buraya kadar taşıyabilmişti. Kırmızı kulenin üzerine inse ne değişecekti? Bunu düşündü. Gece yarısı olmuştu. Uykuya daldı. Kendini sanki bir zaman makinesi içinde gibi hissetti. Zeplin düşüyordu. Paraşütü onu bu kez kırmızı kulenin üzerine bırakmıştı. Bu hamlesi içini bir sevinçle doldurdu. Kendini artık yeterli hissediyordu. Güçlüydü. Geleceği garantiydi. Açlık, para sıkıntısı, yokluk görmeyecekti. Çünkü artık öğle yemeklerinin ücretinin üçte birini şu gri kuledeki fakir insanlar ödeyecekti.
Kırmızı kulenin parlak mermerden zemini üzerinde herkes başı eğik yürüyordu. Padivun emir vermişti. Kimse kimsenin yüzüne mesai saatleri dışında bakmayacaktı. Yerdeki cam gibi parlak ve pürüzsüz İtalyan mermerinden yansıyan kendi yüzlerine bakmaları gerekiyordu. Bu, itaatsizlik ve başkaldırıya karşı alınmış korkakça bir önlemdi. Yemek vakitleri mesai saatleri dışındaydı. O zaman çalışanlar, yemekhanede olduklarından birbirlerinin suratlarına bakabiliyorlardı. Bu, isteğe bağlı bir tercihti. İsterseniz yine iş zamanı olduğu gibi kimsenin yüzüne bakmadan yemeğinizi yiyebilirdiniz. Çalışanlardan biri iklim değişikliğinin sucul bitkiler üzerindeki olumsuz etkileriyle ilgileniyordu. Diğeri parazit taşıyan hayvanlarla temas eden ağaç gövdelerinin genişlik, incelik ya da kalınlıklarıyla ilgili bir rapor üzerinde çalışıyordu. Talha Muhammed kendini bu insanlar içinde yalnız hissetti. Rüya bile olsa bu his onu kavurmaya başladı. Uyanmak istedi. Yerinin gri kule olduğunu, bunun bir rüya olduğunu anladı. Ama daha uyanamamıştı. Yemeğini alıp arka masalardan birine, kimsenin kendisiyle konuşamayacağı bir sıraya kuruldu. Hızlı hızlı yemeğini yiyip buradan ayrılmak istiyordu. O sırada aynı masaya bir başka çalışan oturdu ve yemeğini yemeye başladı. Talha komşu kuleye bakıyordu. Kimse ona nesin ya da kimsin diye sormamıştı. Ruhu olmayan, duygusuz, insanlığın insanı kemiren vasıflarıyla damarlarında kan yerine kor alev gezdiren bu menfaatçi ve materyalist tabakanın üzerinde buz katmanı yüzeyinde bir oraya bir buraya giden kuru bir yaprak gibi hissetti kendini. “İnsan şu yarım saatlik yemek süresince tek kelime etmez mi?” diye düşündü. Ama etmiyorlardı. Kibirliydiler. Nasıl olsa yemeklerinin ücretinin üçte ikisini kendileri vermiyordu. Ama üçte birinin de maaşlarından kesilmesini içlerine sindiremiyorlardı.
Talha Muhammed, köfteden bir ısırık alıp gözlerini gri kulenin delik deşik olmuş duvarlarına dikti. Deliklerin ardından kendini izleyen bir çift gözün olduğunu hissediyordu. O gözler açlıktan kısılmış, kan çanağına dönmüş haldeydiler. Birden yemeği bıraktı. Ayağa kalktı. Bağırmaya başladı. “Hey!” dedi. “Buradaki asalaklar! Beni dinleyin.”
Yemek yiyen personelin hiçbiri başını kaldırmadı. Sadece yemekçi kadın gözlerini ona çevirdi.
“Size diyorum. Şu kuleyi görüyor musunuz? Gri olanı! Duvarlardaki delikleri görüyor musunuz? O duvarların ardında sizi gözleyen insanlar var. Yemek vakti geldiğinde, o bir saatlik zamanın dolması için her şeylerini feda edebilecek kadar onurlu insanlar bunlar. Onların karnı aç. Yiyecek bir şey bulamıyorlar. Yapabildikleri tek şey sizi kendi içlerindeki insafa ve merhamete şikâyet etmek. Bir de ne yediğinizi görebilmek adına delik duvarlardan sizi gözlemek. Ki, bu sayede içlerinde biriktirdikleri şikâyet hisleri dağlar gibi kabarabilsin.”
Talha Muhammed boşuna konuşuyor gibiydi. Yemekçi kadın bile bir iki dakika sonra işine geri döndü. Boş tabakları toplayıp masaları silmeye başladı. Masadaki boş biberlikleri dolduruyordu. Bir musluk sesi, bir masa ayağı gıcıtrısı, bir geğirme, bir kahkaha ve bir de silah sesi duydu Talha Muhammed. Yemekçi kadın başından vurulmuştu. Onu vuran, gri kulenin duvarlarını her ayın on beşinde, tam maaş günü tarayan kulenin güvenlik subayından başka biri değildi.
Talha Muhammed uyanmıştı. Ait olduğu yerdeydi. Gri kulenin sessiz ve dilsiz duvarları önünde ağlamaya başladı. Bunca zahmete bunun için katlandığına inanamıyordu. Geri dönmek istedi. Doğduğu topraklara dönmek istedi. “Keşke zeplin düşerken uyanmasaydım!” diye bağırdı. Tam iki sene bu düzene kendini alıştırmaya çalıştı. Ama yapamadı. Sonunda bir karar verdi. Yukarı çıktı. Gri kulenin yangın merdivenlerinden en üst kata kadar çıktı. Kimse nerede olduğunu bilmiyordu. Kayıtlarda ne adı geçiyordu ne de onu arayan soran vardı. Evli değildi. Meşru olmayan yollardan edindiği bir çocuğu da yoktu. Annesi babası vardı ama ayrı oldukları için onları defterden silmişti. Son katın üzerindeydi. Çatıya çıktı. Kendini aşağıya bıraktı. Yere çarptıktan beş dakika sonra şehir belediyesinin temizlik işleri müdürlüğünde görevli bir kamyonun üzerinden iki kişi indi. Cesedi yerden kazımak için çok uğraştılar. Ve sonunda başardılar. Talha Muhammed, kendini boşluğa bıraktıktan sonraki yere düşene kadar olan aşamada şunları düşündü: “Ne olursa olsun bu olacaktı. Hangi kuleye indiğinin bir önemi yoktu.” O, ait olduğu kaderle buluşma vaktine kadar dişini sıkmıştı. Yere düşerken kendini tıpkı işinden istifa edip hayallerinin mesleğini yapmak üzere yola çıkmış biri gibi hissetmişti. Çok mutluydu. Ölüyordu. Ama daha ölmemişti. Ölürken aslında yeniden doğmuştu. Çünkü ne kırmızı, ne de gri kuleye aitti. O mutlu olduğu yerdeydi.