Merhaba Alper Bey, çoğu okurumuz sizi polisiye romanlarınızın yanı sıra çeşitli gazetelerde yazdığınız spor yazılarınızdan da yakından tanıyor ama yine de okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?
Merhabalar! 2010’lu yılların başından beri ağırlıklı olarak ana akım medyanın pek yüz vermediği alt ligleri, amatör statüleri takip edip o alanlardaki detayları yazmaya çalışıyorum. 2010 yılında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nden Yılın Spor Köşe Yazısı Övgü Ödülü’nü alınca bu konuda ilerlemem gerektiğini düşündüm, o gün bugündür o yoldan pek de sapmadım diyebilirim…
2011 yılında ilk romanım 08.00 yayımlandı, sonra bir müddet “ilk romanı yayımlanan yazar sendromu” yaşadım ve yayıncı bulamadım. Ardından galiba şeytanın bacağını da kırmış olacağız, 2014’ten itibaren neredeyse her yıl bir eserimi (bazı yıllar iki) yayımlatabildim. Polisiye ve gerilim ağırlıklı yazıyorum ancak 2021 yılında animasyon sinemasında filmsel zaman kurgusu üzerine yazdığım lisans tezimi de “Öyle Bir Geçer Zaman ki: Animasyon Sineması” ismiyle kitaplaştırdım. En son, ülkemizin yapay zekâ destekli ilk çizgi romanı olan “Yapay Cinayet”i hazırlayıp çevrimiçi olarak yayınladım…
Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? Yazar olma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?
Açıkçası yazarlık benim için biraz asosyal bir kavram. Sosyalleştiğiniz ölçüde yazarlıktan uzaklaşıyorsunuz. Ben çok eskiden bu yana, okuma yazmayı ilk söktüğümden itibaren hep bir şeyler yazdım. Ama kısa ama uzun sürekli bir şeyler yazdım ve mütemadiyen de okudum. Derken yolculuğumuz kitapların yayımlanmasına kadar geldi…
Ama birkaç isim sayabilirim destek olanlar konusunda… Öncelikle ilk romanımı yayımlatma konusunda hemen hemen herkesin yaşadığı güçlükleri yaşadığım dönemde, hele ki 20 yaşındaysanız çok güç oluyor, rahmetli Turhan Özyazanlar bana çok destek olmuştu. Bir de birkaç yıl önce yazarlıktan uzaklaşma konusunda bazı fikirler belirdiğinde bana destek olan eşimin hakkını teslim etmem gerek.
Son kitabınız ‘Karınca Karambolü’nde şike soruşturması nedeniyle yedi yılını cezaevinde geçiren eski boksör Korhan Karay, içeriden çıktıktan sonra kendini birbirine bağlı suçların içinde buluyor. Bu hikâye nasıl oluştu? Okuyucularımıza Karınca Karambolü’nün ortaya çıkış sürecini anlatır mısınız?
Doğrusu Karınca Karambolü, ülkemizdeki az çok gündemle ilgilenen herkesin gözleri önünde cereyan etme potansiyeli yüksek bir hikâye. Korhan isimli bir boksörümüz var, bu arkadaşımız şikeden suçlu bulunup hapse giriyor. Ardından onun davasını yürüten savcı, bir terör örgütüyle bağlantılı olduğu ortaya çıktığında yurtdışına kaçıyor. Savcının kaçmasıyla, davanın seyri değişiyor ve Korhan hapisten çıkıyor. Tabii hayatını idame ettirmesi lazım, bunun için de karşısına bir iş teklifi çıkıyor: Dedektiflik yapmaya başlıyor. Olaylar böyle gelişiyor, kalanını da okuyuculara bırakalım…
Her türde olduğu gibi polisiyenin de sadık kalınması gereken belli dinamikleri bulunuyor. Bu minvalde eserlerinizi kaleme alırken nelere dikkat ediyorsunuz?
Benim polisiyedeki en önemli kriterim, okuyucuyu kandırmamak. Çoğu romanda okuyucular şuna şahit olmuştur: 400 sayfa boyunca görünmeyen bir karakter son beş sayfada ortaya çıkar ve katilin o olduğunu öğreniriz. Ya da polisler, rutin soruşturma sırasında hiç yapmamaları gereken bir şeyi yaparak önemli bir detayı atlarlar. Sonra bunun bir dalgınlık olduğu ortaya çıkar ve son sayfada olay çözülür. Okuyucudan delil veya sanık gizlemek bence polisiye edebiyata ihanet demektir. Ben ipuçlarını okurla paylaşmak gerektiğini düşünüyorum. Öbür türlüsü biraz ‘zorlama’ geliyor bana…
Türkiye’de polisiye diğer türlere göre biraz daha az tercih ediliyor. Bunun sebebi sizce nedir?
Aslında bu, bence bir yanılgı. Daha az tercih edilmiyor ama okunan eserler yaygınlaşmıyor. Yani okuyucularda, son biriki yıl hariç okudukları ve yeni keşfettikleri polisiye yazarları paylaşma gibi bir reaksiyon yoktu. Nadiren karşılaşabiliyorduk, son dönemde (hâlâ yeterli seviyede olmadığını düşünsem de) biraz daha yaygınlaştı. Bunun ana nedeninin, edebiyatın moda ile bağlantısı olduğunu düşünüyorum. Polisiye için değil, bütün türler için geçerli… Çok konuşulan, çok övülen bir isim oldu mu ona doğru bir yönelme oluyor. Bir de yayıncılar sağ olsunlar, genellikle en göz alıcı kapaklarını ve pazarlama taktiklerini hep yabancı yazarların lehine yaptıkları için yerli yazarlar burada biraz öksüz kalabiliyor.
Başucu polisiye yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?
Zor bir soru ama kolay bir cevabı var. İlkokul çağlarımda Peyami Safa’nın Server Bedi ismiyle yazdığı Cingöz Recai serisi ile Enid Blyton’un küçük çocuklardan oluşan dedektif gruplarının kitaplarını okuyarak polisiyeye adım attım. Biraz biraz aklım ermeye başladığında da Daniel Pennac ile tanıştım, ondan sonra da olaylar gelişti. Yanlış anımsamıyorsam Stephen King ki o da ilkokul çağlarımda en çok okuduğum yazardı, bir söz söylemiştir. Bence bu sorunun ikinci kısmının net cevabı olur. İyi bir yazarın daha iyi bir okuyucu olması gerektiğini savunur. Okuduğum kitaplar ve dolayısıyla yazarlar hayatıma bu şekilde etki etmiştir. İyi bir okuyucu olduğum için yazmaya adım atabildim.
Şimdiye kadar yayımlanmış kitaplarınızdan okur ve eleştirmenlerden aldığınız dönüşlerden bahseder misiniz?
Komiser Tahsin serisi için genel bir eleştiri aldım. Şimdiye kadar beş kitabı yayımlanan bu seriyi baştan sona okumuş olanlar iyi gözlemlemiştir ama genelde ilk iki kitaptan sonra şöyle bir eleştiri geliyor: “Hale neden hep çay koyuyor?” Bilmeyenler vardır, kısaca açıklayalım. Hale, Cinayet Büro ofis personeli. Aslında diğerleriyle aynı rütbede, evet polis ama ilk maceralarda çok aktif değil. Çünkü kendisini henüz kanıtlamamış durumda. Sonraki maceralarda zaten işin seyri değişiyor. Yani bir nevi karakterin dönüşümü söz konusu. O yüzden özellikle Komiser Tahsin serisine başlayacak olanlara, Hale için biraz sabırlı olmalarını tavsiye edebilirim. (Yazar burada gülümsüyor.)
Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?
Evet var. Daha doğrusu vardı… Henüz dumanı üzerinde tütüyor, yeni çıktı: “50 Maddede Polisiye Edebiyat” isimli bir araştırma kitabı hazırladım ve henüz bu hafta okuyucularla buluştu.
Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Böyle durumlarda ne denilir ki, sanıyorum keyifli okumalar dileyebilirim.