2. BİTLİS KİTAP FUARI 5 HAZİRAN’DA BAŞLIYOR!

5 Haziran’da başlayıp 11 Haziran’a kadar yedi gün sürecek olan “2. Bitlis Kitap Fuarı” Bitlis Eğitim ve Tanıtma Vakfı (BETAV) tarafından düzenliyor. Bitlis Valiliği, Bitlis Belediyesi ve Bitlis Eren Üniversitesi tarafından desteklenen fuara 50’yi aşkın yazar, gazeteci, akademisyen ve sanatçı katılacak. Şair ve yazar Atatol Behramoğlu’nun Onur Konuğu olduğu fuarda söyleşiler, imza günleri, konserler, çocuk tiyatrosu ve “Açık Hava Sineması” etkinlikleri yer alacak.

Bitlis kitap fuarı

“6 bin yıllık tarihe sahip kentimizde ilkini geçtiğimiz yıl düzenlediğimiz ve büyük ilgi gören kitap fuarının ikincisini gelenekselleşme hedefi ile bu yıl düzenliyoruz. Bu yıl ikinci kez düzenlediğimiz fuara bu yıl çocuklara yönelik etkinlikleri ve yaz sinemasını da ekledik” diyen Bitlis Eğitim ve Tanıtma Vakfı (BETAV) Yönetim Kurulu Üyesi ve İstanbul Şube Başkanı Hasan Dalkıran fuarla ilgili şunları söyledi: “Bitlis, zengin bir yemek kültürün merkezi, düzgün kesme taştan duvarları, taç kapı girişli Bitlis Evleri ile ayrıcalıklı bir kent. El tezgahlarında dokunan yöresel bir kumaş olan Gej ve folklorik bir ayakkabı Harik’i halen üreten Bitlis’te Nemrut ve Süphan Dağı Efsanesi etkisini koruyor. Bitlis folkloru, renkliliği ve özgünlüğüyle sevdaları, ayrılıkları, ölümleri yansıtmaya devam ediyor. Manilerin, türkülerin, deyişlerin ve atasözlerinin önde olduğu Bitlis bu yıl ikincisi düzenlenen Bitlis Betav Kitap Fuarı’nda söyleşilerin, imza günlerinin ve konserlerin yanı sıra Bitlis’le ilgili çekilmiş “Bitlis’te Beş Minare, New York’ta Beş Minare, Hayatın Tuzu” gibi uzun metrajlı filmlere ve “Kardan Mürekkep, Madak, Bitlis Tarih Belgeseli, Bitlis Tekel Fabrikası” gibi belgesel filmlere de yer verecek.

GENÇLERE VE ÇOCUKLARA YÖNELİK PROGRAMLAR

2. Bitlis Betav Kitap Fuarı”nda bu yıl ayrıca, Bitlis İl Eğitim Müdürlüğü ve Eren Üniversitesi rektörlüğüyle koordineli olarak çocuklarımızın hem edebiyata hem de Bitlis’e ilgilerini arttırmak amacıyla ilk, orta ve üniversite öğretim öğrencilerine yönelik ‘Nasıl bir Bitlis ve nasıl bir gelecek hayal ediyorsunuz’ başlıklı ödüllü bir kompozisyon yarışması da düzenliyoruz. Ayrıca çocuklara yönelik, çocuk filmleri, çocuk tiyatrosu, kukla tiyatrosu, tahta bacak, palyaço, yüz boyama gibi etkinliklerin yanı sıra 20 m2’lik tuale çocuklar, ressamlar eşliğinde hayal ettikleri Bitlis’i çizecekler. Eren ailesinin katkıları, Bitlis Valiliği’nin ve Bitlis Belediye Başkanlığının destekleriyle yapacağımız 5-11 Haziran tarihleri gerçekleştireceğimiz bu büyük buluşmaya yalnızca bütün Bitlislileri değil, Muşlu, Vanlı, Siirtli ve Diyarbakırlı kitapseverleri de bekliyoruz…”

ATAOL BEHRAMOĞLU ONUR KONUĞU

Türkiye’nin yaşayan en büyük şairlerinden Ataol Behramoğlu’nun Onur Konuğu olduğu 2. Bitlis Betav Kitap Fuarı”na onlarca yazar, gazeteci, akademisyenle söyleşiler ve imza günleri yapılacak. Edebiyat ve güncel konular dışında Bitlis’in tarihi, tarımı, balcılığı ve iklimin de konuşulacağı fuar 5 Haziran Pazartesi günü saat 11.00’de kapılarını kitapseverlere açacak 11 Haziran Pazar günü saat 20:00’de kapanacak.

Şimdilik Sadece Hafta Sonları Okuyucuyla Buluştu

Başak Altuğ, Şimdilik Sadece Hafta Sonları, Arte Yayınevi

Bu kitapta kendisine dışarıdan ve başkalarına içeriden bakabilen bir kalemin öykülerini bazen gülümseyerek bazen gözleriniz yaşararak okuyacaksınız. Çağ değişirken, dünya dönüşürken gökdelenler arasında sıkışan ruhumuzun yeni zamanlara evrilen yüzüyle tanışacaksınız. Satırlarda hem kendinizi göreceksiniz hem de hiç tanımadığınız başkalarını.  Başak Altuğ’un öykülerinde insanın sesini, duygularını, fısıltılarını, çığlıklarını duyacaksınız. Ve bundan sonra Başak Altuğ’un yazdığı her cümlenin tutkunu olacaksınız.

yazar başak altuğ

YAZAR BAŞAK ALTUĞ HAKKINDA

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünü mezunuyum. Halen Ankara’da yaşamaktayım. 2018 yılında kısa öykülerimi ve deneme yazılarımı basakaltug.com sitesi üzerinden yayınlamaya başladım. Umag Eğitmenlerinden Sayın Çiğdem Ülker’in ODTUSEM Editörlük Atölyesini tamamladım; halen kendisinin Yaratıcı Yazarlık Atölyesine devam etmekteyim. Ek olarak, UMAG/ Fatma USLU ile Yaratıcı Yazarlık Atölyesine de katıldım. Atölyelere devam ederken yazdığım kısa öyküleri süreli olarak yukarıda adresi verilen sitede yayımladım, aşağıda yazdığım öyküler isimleri ile listelenmiştir. Halen, Faruk Duman’ın yaratıcı yazarlık atölyesine devam etmekteyim. Bazı öykülerim çeşitli edebiyat platformlarında ve dergilerde de yayımlanmıştır. Aşağıda bir listesi bulunmaktadır.

Çocuklar Dijital Kütüphaneyle Okuma Alışkanlığı Kazanıyor

Dijital kütüphanede farklı konularda yüzlerce kitaba erişebilirken, aynı zamanda okuma alışkanlığını da pekiştiriyor. Çevrimiçi eğitim ve dijital okuryazarlığın yaygınlaşmasıyla birlikte e-kitap platformlarının popülaritesi de artıyor. Londra merkezli araştırma şirketi Technavio'nın hazırladığı rapora göre, küresel e-kitap pazarının 2027’ye kadar 8,3 milyar dolar değerine ulaşması bekleniyor. Konuyu değerlendiren Okuvaryum Kurucusu Esat Uğurlu, “Teknolojinin gelişmesiyle birlikte dünya genelinde birçok insan, günlük rutin işlerinde akıllı telefon ve tabletlerden faydalanıyor. Dijital çağa doğmuş çocuklarımıza kitap okuma alışkanlığını küçük yaşta kazandırmak için uygulamamızda okuyuculara farklı konularda ve seviyelerde yüzlerce kitap sunuyoruz” dedi.

Okuvaryum

E-kitap platformlarının ivmeyle gelişip büyümesindeki etkenlerin başında kaliteli içeriğe hızlı ve kolay erişim, değişik ilgi alanlarına uygunluk ve basılı kitaplara oranla çok daha uygun fiyatla okuyucuya ulaşmak olduğunu belirten Esat Uğurlu, çocukların zaten kullandıkları cihazlarla kitap okumayı severek bunu bir alışkanlığa dönüştürmesinin çok daha kolay olduğunu aktararak, “Eğlenceli bir uygulama ve yüzlerce farklı hikaye ile çocukların kendi ilgi alanlarına hitap eden kaynak çeşitliliğini yaratıyoruz” dedi.

Çocuklar yüzlerce hikâye arasından ilgi alanlarına en uygun olanı seçebiliyor

Kitap okumanın çocukların hayal gücünü zenginleştirmeye, empati yeteneğini ve dil becerilerini geliştirmeye yardımcı olduğunun altını çizen Okuvaryum Kurucusu Esat Uğurlu, “Ebeveynler kendilerine çocuklarına kitap okumayı nasıl sevdireceklerini sık sık soruyor. Dijital platformların basılı materyaller ile birlikte kaynak olarak kullanılması artık çağın gereksinimi haline geldi. Dijitalleşmenin etki alanı ve besleyici yönünden faydalanarak çocuklar için yüzlerce kitap seçeneğini platformumuzda barındırıyoruz. Çocuklar tablet, akıllı telefon gibi sürekli kullandıkları cihazlarda hem keyifli vakit geçiriyor hem de okuma alışkanlığı kazanıyor. Yeni gerçekleştirdiğimiz iş birliği ile Yapı Kredi Yayınları’nın çok beğenilen çocuk kitapları da platformumuzdaki yerini aldı” şeklinde konuştu. 

Okuma becerilerinin yorumlama, aktarma, eleştirme ve üretme temelinde geliştirilmesi gerektiğinin altını çizen Okuvaryum Kurucusu Esat Uğurlu, "Çocukların okuduklarına daha iyi odaklanması için reklamsız erişilebilen uygulamamızdaki hikayelerde özellikle evrensel etik değerlerin yer almasına ve çocuklarda duygu uyandırmasına özen gösteriyoruz. Hikayelerimizin sesli, müzikli ve efektli olması çocukların ilgisini çekiyor. Farklı çizimler gören çocukların estetik algısı da gelişiyor. Çocuklarımıza daha iyi bir platform hizmeti sunmak için kitap çeşitliliğimizi, görsellerimizi, sesli okuma içeriklerini geliştirmeye aralıksız devam ediyoruz” dedi.

Fırat Kasap Yazdı: Yalnız Ama Mesut

Her insan yalnızdır. Yalnız hissetmesin diye oluşturulmuş bir çevrenin içinde yaşar. Aileden, akrabalardan, komşulardan, arkadaşlardan ve daha birçok insandan oluşan bir kalabalık içinde yalnızdır. Kimisini çok sever, sevdiği onu sevmez, sevmediği onu sever. Yanlış anlar, yanlış anlaşılır, sevilme ihtiyacını onu hiç umursamayan insanlardan karşılamaya çalışır.

Fırat Kasap, Yalnız Ama Mesut

Yalnızlık konusunda şiir yazmamış şair yok gibidir. Aragon’dan bir örnek: Yalnız adam kayıp bir mektuptur. Ancak yanlış adres mi vardı yoksa üzerinde. Sevgiler diyordu ama kime? Hangi eller onu yırtmış olacak.

Necip Fazıl’dan örnek: Bir ben yalnızım bu karanlık gecede, bir de kimsesizlerin annesi kaldırımlar.

Can Yücel’den örnek: Yalnızlığım benim pasaklı kontesim, ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi.

Yalnızlık insana güzel işler yaptırır. Nâzım Hikmet “karlı kayın ormanında” yürür, Necip Fazıl “Kaldırımlar” şiirini yazar, Teoman müziği bırakır, sonra da der ki: her şey yalnızlıktan.

Hikâyemizin kahramanı Ahmet, yalnızlığı küçük yaşta köyde somut bir varlık olarak görür. Dört yaşında annesi ölünce babası gelin olarak analığı getirir. Bir gün analık Ahmet’i öyle bir döver ki çocuk kış günü, çıplak ayak, akrabalarının olduğu bir köye kaçar. Akrabaları Ahmet’i kendi çocukları gibi sahiplenirler fakat böbreğin birine elveda der.

Yeni köyü de eski köyü gibi ormanın içinde, havadar, kıtlığın hiç uğramadığı, tarımın, hayvancılığın herkese yettiği bir yerdedir. Atatürk’ün “Köylü milletin efendisidir.” sözünün henüz akıllarda olduğu yıllar. Köyden kente göç yeni başlamış. Ahmet,  akrabalarının yanında bir sığıntı gibi değil öz evlat gibi büyür. Belki köyde onu okumaya teşvik edecek kimse olmadığından belki de kendi okumak istemeyip para kazanmak istediğinden ilkokuldan sonra ilçede bir lokantada aşçılık öğrenir. Bazı erkekler için yalnızlıktan kurtulmanın yolu para kazanmaktır. Şeytan kulaklarına şöyle fısıldar: “Seni paran olmadan sevecek tek kadın annendir.” Bu para hırsı bazı erkekleri kısa yoldan zengin olmaya zorlar. Zengin oldukları zaman da kulaklarına fısıldanan şu sözlerdir: “Çevrendeki kimse seni sen olduğun için sevmiyor, herkes paran için seviyor.”

Köyünde, çocukluğunda yaşadığı kötü anılar, soğuk kış gecelerinde Ahmet’e kâbus olarak döner. Uzaklaşırsa anılardan kurtulacağını düşünür. Antalya’ya taşınır. Hem işe hem sıcağa kavuşur. Aşçılıkta ilerlemesi, bir aileyi geçindirecek kadar para kazanmasını sağlar. Yakınların yardımıyla küçük de olsa bir yuva kurulur. Ahmet artık mesuttur. Bir ailesi vardır, çocukları vardır. Mutlu olması için yeterlidir.

Ailenin insanı mutlu ettiği yalanı sistemin insanlara dayattığı en büyük yalanlardan biridir. Aile insanı mutlu etmeye yetmediği gibi yalnızlıktan da kurtarmaz. Bu bir illüzyondur. Ahmet yıllarca bu yalanlarla yaşar. Çalışır, eve gelir, yorgun halde yemeğini yer, uyur. Hafta sonlarını da sözde dinlenerek geçirir.

Ahmet’in kendini mutlu sandığı günler karısının kanser olmasıyla sona erer. Kanser artık yaşamımızın bir parçasıdır. Kemoterapi günleri, yurt dışından getirilen pahalı ilaçlar Ahmet’i her yönden hırpalar. Çocukları ile birlikte ne yaparsa yapsın, kanser daha güçlüdür. Karısının genç denebilecek bir yaşta ölmesiyle birlikte yine yalnız kalır. Emekli olmuş, çocukları evlenmiş, karısı öte dünyaya göç etmiş, yalnızlığı yine somut bir varlık olarak görmüştür.

Daha karısının kırkı çıkmadan akrabaları başlar dırdıra, yalnız kalma, evlen, yalnızlık Allah’a mahsustur. Ahmet yine yakınlarını dinler. İkinci bir evlilik için kolları sıvar. Yaşlılık konusunda şöyle bir kanı vardır; yaşlı kadınlar kendilerine bakabilir fakat yaşlı erkekler bakamaz. Bu yüzden dul erkekler el birliğiyle evlendirilir. Neden yaşlı erkek kendine bakamaz? Çünkü daha küçük yaştan itibaren erkek çocuğuna ev işleri öğretilmez. Yemek pişirmek, temizlik yapmak, çamaşır, bulaşık, ütü, bunlar kadınların işidir. Erkekler bu işleri beceremez. Beceremeyince hemen evlendirilir. Ev işlerini evde bir kadın yapınca erkek mutlu olur mu? Olmaz çünkü yalnız insan mutsuzdur.

Bazı insanlar ne yaparlarsa yapsınlar yalnızlıktan ve mutsuzluktan kurtulamazlar. Ahmet, kendi kendine yetebilen bir insan olduğu için ilk başlarda çevresine fazla kulak asmaz. Akrabaları ise onu yalnız olduğu için mutsuz sanırlar. Ahmet yalnız ama mutludur. Kimseye bu durumu anlatamaz. Çareyi mekân değiştirmekte bulur. Doğduğu topraklara geri döner. Orada huzuru bulmayı umar. Kısa bir süre sonra yanlış yaptığını anlar. Mahalle baskısı köy kent dinlemez. Her yerde kendini hissettirir. Az gelişmiş toplumlarda hukuk kuralları kadar etkilidir. Ahmet’e küçük ilçede kısa sürede bir eş adayı bulunur. Bulunan kadın da dayı gibi duldur. Ahmet evleneceği eşten memnundur fakat gelin adayı da evlenmek istiyor mu?  Gelin adayı evlenmek istemez. Sebebi ise ölen kocasından kalan emekli aylığını kaybetme korkusudur. Emekli maaşı yaşlı kadınlar için bir güvencedir. Kocası ölmüş dul kadınlar yeniden evleneceklerse iki şey sorarlar. Maaşın var mı, evin var mı? Ahmet de maaş var ama ev yok. İki kriterden birini karşılamıyor. Yıllarca çalışan, emekli olmayı hak eden Ahmet, bir ev alacak parayı biriktirememiş. Öyleyse yeniden evlenmek senin neyine? Temiz kalpli, herkesin yardımına koşan Ahmet, çevresinde iyi biri olarak bilinir. Eli maharetli olduğu için insanlara yardımcı olur. Bu durum sıkça aleyhine kullanılır. Herkes beceremediği işleri ona yaptırmaya çalışır. Evlenmek istediği Zahire ise onun kadar iyi niyetli değildir. Ahmet’in iyi niyetinden faydalanmak ister. Hem evlenmek istemez hem de Ahmet’i yakınında tutmak ister. Ahmet, Zahire’nin her işine koşar. Elinden gelenin fazlasını yapar. Zahire durumdan memnun olabilir fakat toplumsal yapı bu duruma ne kadar müsaade eder?

Zahire’nin çocukları da Ahmet’in çocukları da durumdan memnun değildir. Küçük yerlerde dedikodu çok olur. Kışın yapılacak iş yoksa konuşacak konu çok olur. Konuşulanlar özellikle Zahire’nin oğullarını rahatsız eder. Önce annelerini uyarırlar. Anne söz dinleyecek bir kadın değildir. Oğullarını dinlemez. Oğulları bu sefer Ahmet’i uyarırlar. O da söz dinlemeyince Zahire’nin oğulları başka yollar denerler. Ahmet’i tanıyan, seven kişiler aracılığıyla uyarılarını yaparlar. Ahmet yine dinlemez.

Ahmet’in yakınları arasında köyde birlikte büyüdükleri, subaylıktan emekli bir akrabası vardır. Ahmet’i çok sever. Onun yüzünden Zahire’nin çocukları Ahmet’e temkinli yaklaşırlar. Bir gün Zahire’nin çocukları Ahmet’e pusu kurarlar. Ahmet’in akrabası durumu önceden sezmiş, yıllardır kullanmadığı silahını yanında taşımaktadır. Ahmet’i silahsız sanan oğullar ateşe karşılık gelince paniğe kapılırlar. Akraba Ali, bir oğlu yaralar, Ahmet de yaralanır. Hastaneye kaldırılan yaralılar ilçenin ileri gelenleri tarafından barıştırılır. Barışma olmakla birlikte artık Ahmet’in Zahire’ye kavuşması imkânsız hale gelir. Zahire oğlunun vurulmasına sebep olan biriyle evlenemez. Bunu ailesi de akrabaları da kabul etmez.

Ahmet’in son umudu Zahire’den kopar. Ahmet’e o günden sonra hiçbir tavsiye kâr etmez. O, yalnızlığa mahkûm bir adamdır. Başka bir maceraya atılacak ne enerjisi, ne isteği vardır. Hayat ona yalnız bir yol çizmişse o da yalnız yürüyecektir. İnsan ne yaparsa yapsın yalnızdır. Bu işten kurtuluş yoktur. Hikayemizi şu dizelerle bitirelim.

‘’Mutlu olmak varken şu dünyada,

 Geceler geldi dayandı kapımıza,

 Olduk acımızla, acımızla sarmaş dolaş.”


Fırat Kasap Yazdı: Sagudan Ağıta Yas Kültürü

Ölüm acısı insanların en büyük acısı. Canlılar içinde öleceğini bilen tek canlı türü insan. Toplu ölümler ise insanlarda uzun yıllar süren, bazen profesyonel destek almayı gerektiren travmalar yaratıyor. Toplum olarak 6 Şubat günü büyük bir acı yaşadık. Kaç uzun gün geçti hâlâ depremin yarattığı yıkıcı etkiyle mücadele ediyoruz. Binlerce insanımızı kaybettik. Yıkılan her evden ağıtlar yükseliyor. Ağıt bizim hayatımızın bir parçası. Çok eski zamanlardan beri ağıt yakıyoruz. Peki nedir ağıt, niçin ağıt yakıyoruz?

Fırat Kasap, Sagu, Yas, Ağıt

Türklerde edebiyat Orta Asya’da sözlü kültürle başladı. Asya’nın ovalarında, yaylalarında göçebe yaşam tarzını sürdüren Türkler, geçimlerini avcılık ve hayvancılıkla sağlıyorlardı. Duygularını, düşüncelerini, hayallerini, umutlarını sözlü kültür ürünleriyle ortaya koydular. İslamiyet öncesi sözlü kültür ürünlerini dörde ayırıyoruz. Sav, sagu, koşuk, destan. Bu türlerin hepsi manzumdur yani şiirdir. Şiir olmasının sebebi akılda kolay kalmasıdır. Yazı kültürü göçebe kültürde yeterince gelişmemiştir. Yazı kültürünün gelişmesi İslamiyet’in Türkler arasında yayılması, Karahanlı devletinin güçlenmesiyle oldu. Türklerin yazı kültürü oluşmadan önceki tarihlerinin bilgisi, sözlü kültür ürünlerinden ve komşu toplumların yazılı ürünlerinden gelmektedir.

Bilinen ilk sözlü kültür ürünümüz sagudur. Saka Türklerinin komutanı Alp Er Tunga’ya yakılan ağıt bilinen ilk ağıttır. Bu sagu İranlı Firdevsi’nin Şehname adlı destanında yer almaktadır. Uzun yıllar süren İran Turan savaşlarında İranlıların kahramanı Zaloğlu Rüstem ile Türklerin kahramanı Alp Er Tunga (destandaki adıyla Afrasiyap) mücadele ettiler. Sonunda Zaloğlu Rüstem, Alp Er Tunga’yı öldürür. Bu ölüm üzerine ders kitaplarımıza giren ünlü sagu söylenmiştir: “Alp Er Tunga öldi mü? Isız ajun kaldı mi? Ödlek öçin aldı mu? Emdi yürek yırtılur.”

Sagu dediğimiz şiir belli bir ezgiyle söylenir. Yuğ töreni adı verilen cenaze törenleri özel insanlar için yapılır. Devlet adamları, komutanlar, topluma öncülük etmiş kişiler için hazırlanan törenlerdir. Balbal taşı adı verilen mezar taşlarının çevresinde yedi kez dönülerek belli bir ezgiyle, sagu dediğimiz şiirler söylenir. Ölenin yakınları üstlerini başlarını yırtarak, gözyaşlarıyla acılarını ifade ederler. Sagu dörtlüklerle oluşturulur. Ölçüsü milli ölçümüz olan hece ölçüsüdür. Kafiyeler yarım, tam, zengin kafiyedir. Kafiye örgüsü değişiklikler gösterir. Genellikle aaba kafiye örgüsü vardır.

Anadolu’da İslam dininin yaygınlaşması ve güçlü devletlerin kurulmasıyla birlikte iki farklı edebi kültür oluştu. Divan edebiyatı ve halk edebiyatı. Her iki kültür de yas geleneğine yer verdiler. Divan edebiyatında yas kültürü mersiye türünde dile getirildi. Mersiye türü divan edebiyatında daha çok mesnevi ve Terkib-i Bend türleri içinde yer almıştır. Ölen padişahlar, devlet adamları için yazılan aynı zamanda onları öven şiirlerdir. Mersiye türünün kökeni Kerbela olayına kadar gitmektedir.

Kerbela’nın önü düzdür. Ah Hüseynim, vah Hüseynim. Geceler bana gündüzdür. Ah Hüseynim, vah Hüseynim.

Osmanlı Devleti döneminde tanınmış en önemli mersiyelerden biri Kanuni mersiyesidir. Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümü üzerine yazılmıştır. Divan şiirinin zirve isimlerinden biri olan Şair-i Azam Baki tarafından yazılmış bir divan şiiridir. Divan şiirinin şekil özellikleri bu şiirde de bulunmaktadır. Nazım birimi beyit, ölçü aruz ölçüsü, kafiye sıralanışı a aba ca şeklindedir.

Ey pay-bend –i dam geh i kayd ı nam u neng

Ta key heva yi meşgule-i dehr i bi direng

An ol günü ki ahir olub nev bahar-ı ömr

Berg i hazana dönse gerek ruy-ı lale reng

Hurşide baksa gözleri halkın dolagelir

Zira görünce hatıra ol mehlika gelir”

Halk şiirinde ölen herhangi bir insan için ağıt söylenebilir. Halktan bir kişi olması yeterlidir. Ağıt, sözlü kültürde hem anonim gelenekte hem de âşıklık geleneğinde yer almaktadır. Halk şiirinin nazım şekillerinden biri olan ağıt özellikle ölen askerler için söylenmekle birlikte söylenişi çok yaygındır.

“Genç Osman dediğin bir küçük uşak,

Beline bağlamış ibrişim kuşak,

Askerin içinde birinci uşak,

Allah Allah deyip geçer Genç Osman.

Genç Osman dediğin bir küçük aslan,

Bağdat’ın içine girilmez yastan, 

Her ana doğurmaz böyle bir aslan,

Allah Allah deyip geçer Genç Osman.

Bağdat’ın kapısın Genç Osman açtı,

Düşmanın cümlesi önünden kaçtı,

Kelle koltuğunda üç gün savaştı,

Allah Allah deyip geçer Genç Osman.”

Kayıkçı Kul Mustafa adlı bir asker tarafından, Bağdat’ın fethine katılmış bir er olan Genç Osman için söylenmiş bir ağıttır. Kurtuluş Savaşı’nda şehit olmuş birçok insan için ağıt yakılmıştır. Bu ağıtlara bir örnek:

“Şafak söktü tan yerleri atıyor,

Tren gelmiş acı acı ötüyor,

Kardeşim şehit olmuş yerde yatıyor,

Ak elleri kızıl kana batıyor.”

Günümüzde modern edebiyatta ağıt türünün başarılı örneklerine rastlanmaktadır. Ceyhun Atuf Kansu’nun Kızamuk Ağıdı şiiri türün başarılı örneklerinden biridir.

“Ben bir günde yirmi üç küçük ölünün,

Gömüldüğünü gördüm bu köyde kızamuktan,

Ya siz ne gördünüz söyleyin, söyleyin, söyleyin,

Bir şey söyleyin, bir şey söyleyin uzaktan.”

Ölüm acısının olduğu her ortamda insanlar acılarını sözlü ya da yazıl olarak dile getirmişler. Bundan sonra da dile getirmeye devam edecekler. Yazımızı Bedri Rahmi’nin şu dizeleriyle bitirelim:

“Kitaplarda değil türkülerde ara, Yemen’i, Öleni, kalanı, gidip gelmeyeni.”

Tenet: Dünyayı Değiştirecek Gerçek Güç Bilgidir

Yönetmen ve senaryo yazarlığını Christopher Nolan’ın yaptığı filmin,  ana karakterlerini Robbert Pattionson, John David Washington, Dimple Kapadia, Michael Caine, Elizabeth Debicki, Juhan Ulfsak, Jefferson Hall ve Kennet Branagh canlandırmaktadır.  Tenet filmi en iyi film dalında 3 ödül almış ve 6 ödüle aday olmuştur.

tenet filmi,

Tenet filmi, dünyanın düzenine meydan okuyarak insanlığı felakete sürükleyen bir “kötü adam” ile bu durumu bertaraf etmek isteyen bir kahramanın olduğu iyi-kötü savaşından oluşan bir aksiyon filmi. Her Nolan filmi gibi masraftan, zamandan ve senaryonun derinliğinden kaçılmadan çekilen film açıkçası Nolan filmografisinde en iyiler arasına girebilecek bir film olmasa da, 150 dakikalık süresi boyunca temponun neredeyse hiç düşmediği, hikayenin yersiz sıçramalarla ve sıkıcı tekrarlarla değerini düşürmeyen bir yapıya sahip oldukça iyi bir film olduğunu düşünüyorum. 

Ajan filmleri genel yapısı itibariyle düşünsel derinlik bakımından zayıf müzikal ve görsel şölen açısından doyurucu, vurdulu- kırdılı filmlerdir. Bu filmlerin büyük çoğunluğu farklı oyuncular tarafından oynanmış aynı senaryolar gibidir. Cristopher Nolan  sıradan bir aksiyon filmi hikayesini alıp onu kendi dokunuşlarıyla yeniden yaratmış. Nolan'ın zaman konusundaki fütüristik teorileri onun hemen her filmini heyecan verici kılan müthiş bir özellik. Tenet filmini de içindeki tüm bilindik klişelere (Kahraman ajan, derinliksiz saf kötü adam, kurtarılacak kişiler vs. vs...) rağmen incelenmeye değer kılan onun zaman algısıdır.  Tenet filmini anlayabilmek için Young'un çift yarık deneyini ve Einstein'ın zaman konusundaki düşüncelerini bilmemiz gerekiyor. Aksi taktirde film bizi o kadar da heyecanlandırmayacaktır. Öyleyse önce  Young'un deneyinden bahsedelim

Çift Yarık Deneyi ve Elde Edilen Sonuçlar:

Young'un deneyini anlamak için, öncelikle aşina olduğumuz boyutlardaki cisimlerin davranışlarını, sonrasındaysa kuantum ölçekteki parçacıkların davranışlarını anlamak gerekmektedir. Bunun için, Young tarafından geliştirilen deney düzeneğini kurarak işe başlayabiliriz. Bir duvar düşünelim bu duvarın önüne bir başka cisim koyalım ve bu cisimde iki adet çizgi şeklinde yarık olsun. Şimdi duvarın önündeki çift yarıklı cisme bir alet ile  bilyeler fırlatalım. Bilye ya sağdan ya da soldan geçecektir değil mi? Eğer bildiğimiz boyutlarda düşünürsek evet. Ancak duvara bir ışık parçası gönderirsek ne olacaktır? Işığın parçacık şeklinde davranmasını bekleriz yani tek bir yarıktan geçmesi ve o yarığın hizasında duvarda bir noktaya denk gelmesini bekleriz. Ancak Young deneyinde çok ilginç bir sonuçla karşılaşır. Olağan bir şekilde parçaçık şeklinde davranmasını ve tek bir yarıktan geçmesini beklediğimiz ışık parçası tıpkı bir dalgaymış(radyo dalgası ya da su dalgası) gibi davranmaktadır. Yani kuantum düzeyinde ışığı incelediğimizde ışık sanki her iki delikten de geçmiş gibi duvarda iz bırakmaktadır. 

 Peki Young'un deneyi ne anlama gelmektedir ve Tenet filmi ile alakası nedir? 

Paralel evrenler teorisi: Young'un deneyi ışığın bir yarıktan her geçişinde bir diğer yarıktan da geçtiğini yani her bir çarpışma ya da geçiş bir başka ihtimali de gerçekleştirmektedir. Bunun anlamı ışık sağdan da geçse soldan da geçse aslında hem sağdan hem de soldan geçecektir. Yani her bir tercih paralel bir evren oluşturacaktır. İşte biz tenet filminde tüm bu paralel evrenlerin aynı zamanda bir bütün olduğunu görüyoruz. Geçmiş, gelecek ve şimdi bir arada. Hatta film boyunca bu üç zamanı tahmin etmeye çalışıyoruz ve sonunda bunların bir bütün olduğunu kavramamız gerekiyor. Filmden bir örnek vermek gerekirse. Kahramanımızın kendisiyle kavga ettiği sahneyi düşünelim. Gelecekten gelen kendisi geçmişindeki kendisiyle kavga etmektedir. Geçmişteki kahramanımızı merkeze alırken şimdinin zamanında gelecekteki kendisiyle kavga ediyor. Peki bunu algılamakta neden zorlanıyoruz? 

Biz insanlar zamanı çizgiymiş gibi algılıyoruz. Dün bugün ve yarını düşündüğümüz zaman sanki onların üçünün bir doğrusal çizgi oluşturduğunu ve bizim onun üzerinde ilerlediğimizi düşünüyoruz. Çünkü zamanı algılayış biçimimiz bu. Tıpkı her gün gün doğumunu ve gün batımını görmemiz gibi. Oysa güneş ne batıyor ne de doğuyor. Yalnızca dünya kendi etrafında ve güneşin ekseninde dönüyor. Bu sırada güneş ışınları bize ulaşıyor veya ulaşmıyor. Biz buna günün doğması ve batması adını veriyoruz. Halbuki bu bile bütünsel olarak döngüsel bir hareket. Fiziksel algılarımızın ötesine çıktığımız anda ise bambaşka bir gerçeklikle karşılaşıyoruz. Tenet filmi bu gerçekliğin fütüristik bir anlatısı.  Bildiğiniz gibi Einstein zamanın düzgüsel Bir çizgi olarak ilerlemediğini söylemiştir. Uzayda zamanın bizim yeryüzünde onu doğrudan algılayış biçiminden çok daha farklı olduğundan bahsetmiştir çünkü Uzayda zaman bükülmektedir. Dört kenarından tutulmuş bir örtü düşünelim. Bu örtünün orasına bir bilye bırakırsak ne olur?  O bilye örtüde bir göçük oluşturur. Dümdüz gergin duran örtüde bir göçük ne anlama gelir? 

Bilye örtünün iki noktasını birbirine yakınlaştırır. Yani uzay zamanda hacmi olan her cisim zamanı bükmektedir. Onu etkilemektedir. Dolayısıyla zaman bükülmeyen bir doğrusal çizgi değil tam tersine bükülen ve hatta bir çizgi olmayandır.  Yani tenet filmi bir yönüyle fantastik bir film olsa da meşhur fizik problemleri ve teorileriyle harmanlanmış bir filmdir.  Kuantum fiziği ölçeğinden değerlendirildiğinde henüz aydınlatılmamış bir sürü fütüristik problemin klasik bir ajan filmine eklemlendiğini görüyoruz. Henüz aydınlatılmamış diyoruz ve filmde de bu tam olarak böyle anlatılıyor. Tenet yani geçmişle geleceği birbirine bağlayan zamanı ileri geri yönlü hareket ettirebilen teknoloji filmin geçtiği zamanda bulunmuyor. Filmden bir replikle anlatalım: Tenet geçmişte bulunmadı. Gelecekte bulundu ve bu teknoloji insanlardan saklanmak için geçmişe saklandı. 

Tenet filminde gelecek kuşaklar geçmişe dönüp geçmişi yok etmek istiyorlar.  Peki neden? Yine bir replikle anlatalım: …çünkü okyanuslar taştı ve nehirler kurudu. Görmüyor musun geçmişe dönmekten başka çareleri yok. Yani filmde gelecektekilerin geçmişi yok etme sebebi iklim krizi. Nolan dünyanın bir numaralı problemine tam olarak böyle değiniyor. Okyanusların taşması buzulların erimesi demek, küresel ölçekte kuraklığın yaşanmasıyla nehirler kurumuş. O noktadan sonra geçmişe dönüp düzeltmekten başka hiçbir çare kalmamış. Bizi yok etmek isteyen gelecek kuşakların bizi yok etme sebebi bizim onlara bir gelecek bırakmamış olmamız. Eğer zamanda yolculuğu ve geçmişe müdahale etmeyi tamamen bir fantezi olarak görüyorsak geleceğimizi korumak zorundayız aksi taktirde yok olup gideceğiz. Geçmişe gitmek teorik olarak mümkün. Eğer ışıktan daha hızlı hareket edebilirsek  geçmişi görebiliriz ama ona müdahale etmek teorik olarak bile mümkün değil. Filmde de bunun vurgusunu Neil karakterinin olan olmuştur" repliği ile bunu sık sık göreceğiz. Filmde kıyamet senaryosunun bir nükleer savaştan, silahtan dolayı olduğunu düşünüyoruz oysa tam tersi küresel ısınma ve iklim krizinden kaynaklı bir kıyamet senaryosu izliyoruz. Dünyayı umursamadan harcayan ve geri dönülemez hatalar yapan insanlığı gelecekten ziyaret eden ve yok olma riskini göze alarak bu kör kuşağı yok etmeye çalışan geleceğimizin çocuklarının hikayesi eşittir Tenet filmi....

BİLMEK YETMEZ HİSSETMEK DE GEREK

Nolan  filmleri, onun hayal ettiği  yaşam ve zamanla ilgili deneylerdir. Çekilen sahneler ve ortamlar ise Nolan için birer laboratuvardır. Tarihi kazıyıp gerçekleri bilimle gün yüzüne çıkarıyor. Zamanları bir anda buluşturup pozitif bir  değişim yaratıyor.  Nolan, toplumsal bir çok probleme filmlerinde bilimsel çözümler arıyor. 

Birinci ekip,  ikinci ekip yok. Soruna aynı anda her iki grup müdahale edecek....

Yani "İyi ekipler ve iyi bir yönetimler  olmalı" Mesajı veriliyor. Bilgi hissetmeyle mi  anlam buluyor Zamanda Yolculuk  mümkün mü? Ters Silahlar üretmek mümkün mü: Bomba Patlatma  yerine bombayı etikisiz hale getirmek. Özsavunma sisteminin geliştirilmesi, kurşun atma yerine kurşunu yakalama tekniği nasıl bir fikir sizce? Başlangıç ve çıkış Aynı mı? En büyük sorun çevre sorunu mu? Dünyamızı kendi ellerimizle, egolarımız için mi yok ediyoruz? Tenet filminde Bu gibi soruların cevaplarına bizi yönelten, zaman konusundaki takıntısını her filminde seyirciyle buluşturan Cristopher Nolan’ı biraz tanıyalım. 

Christopher Edward Nolan, 30 Temmuz 1970’te Londra, İngiltere‘de doğdu ve kuşağının en çok beğenilen film yapımcılarından biri olmanın yanı sıra tüm zamanların en çok hasılat yapan yönetmenlerinden biri olarak tanındı. 1998’de İngiliz neo-suç draması Following ile ilk yönetmenlik denemesinden bu yana, Nolan‘ın 11 filmi toplamda dünya çapında 4,9 milyar doların üzerinde hasılat ve 7’si galibiyet olmak üzere toplam 26 Oscar adaylığı elde etti.

Nolan‘ın film yapımcılığına olan tutkusu oyuncak aksiyon figürleriyle ilkel filmler çekmek için, babasının Super 8 fotoğraf makinesini ödünç aldığı 7 yaşında başladı. 11 yaşından itibaren isteğinin profesyonel olarak film yapmak olduğunu röportajlarda belirtti. 1978’de Star Wars‘tan etkilenerek Stae Wars (uzay savaşları) adı verilen bir stop-motion (3 boyutlu bir animasyon türü) çekmiştir, hatta Apollo roketleri için yönlendirme sistemleri kurulmasına yardımcı olan amcası sayesinde Nasa görüntülerini bile kullanabilmiştir.....

Sizce Kullanılmayan Enerjiler nereye gidiyor acaba? Kendinize bunun gibi sorular. sorun ve cevap arayışına girin, hadi size kolay gelsin. İyi seyirler. 

Deniz Boyraci 

denizboyraci@gmail.com

https://www.dr.com.tr/Kitap/Denizin-Gozu-ile-Film-Dunyasi/Edebiyat/Deneme-Yazin/urunno=0001994844001

Mustafa Bilgücü Yazdı: İki Kule

Kule, kırmızı renkteydi, temeli 2117 yılında atılmıştı. İkizi soluk gri renkte, camları çatlak, duvarları kendisine çevrilen namluların hiçbirini ret edemeyecek kadar çaresizdi. Gri kulenin delik deşik duvarlarının arkasında kâğıt mendil satan, akşama kadar dilenen, kırmızı etin mutfaklarına girmediği fakir insanlar yaşardı. Kırmızı kulenin çelik kapılı kalın duvarlarının arkasındaysa, o yapının mimarı olan mimarın emirlerine karşı gelmekten çekinmedikleri halde, sırf elde ettikleri yüksek refahı kaybetmemek adına ulu karakterli, güçlü tabiatlı ve vazgeçilemez ölçüde kibirli olduklarını bilen, buna göre adımlarını atan adamlar vardı. 

Mustafa Bilgücü, İki Kule, Öykü, Yazi,

Yemekhane dördüncü kattaydı. Yemekçi kadın her gün on bir sıralarında gelir, yemek otomatının sensörüne kimlik kartını okutmadan yukarı çıkardı. O gün yemekte kadınbudu köfte vardı. Yemekçi kadın bu yemeğin adını utancından ağzına almak istemediğinden kırmızı kulede çalışan personel menüde olanları sorduğunda sesli bir gülüşle “ismini söyleyemediği etli bir yemeğin” olduğunu dile getirirdi. Yemekhane kule başkanının emriyle saat tam birde açılırdı. Kule başkanı ve yardımcılarının yemeklerini yemekçi kadın masalarına kadar taşırdı. Bir numaratörlü turnikeden geçip, personel kimlik kartını okutmadan yemekhanede yemek yiyemezdiniz. Yemek ücretinin üçte birini personel maaşı, diğer üçte birlik kısmını gri kulede oturanlar, kalan diğer üçte birlik kısmını da Kule Mimarları Sendikası’nın örgütlenme şemasına baktığınızda en tepede görebileceğiniz Padivun öderdi. Padivun, padişahla firavun kelimelerinin birleşmesinden oluşan, kırmızı kule personeline sorulan bir isim anketi sonunda ortaya çıkan bir unvandı. 

Dünya eskiden mavi renkli görünüyordu. Gök, beyazla mavinin kırma tonlarıyla boyanmış, mutluluk verici bir tablo gibiydi. İnsanlar damlayan yağmurun uğultusunda iç açıcı hayallere kapılırlardı. Güzelliğin bezendiği doğadaki asimetrik düzeni kendi emellerine alet etmek isteyen insanlar, maviyi gökten ve uzayın incisi gibi görünen atmosferden çekip aldıklarında duvağı zorla çekilip çıkarılmış bir gelin gibi kötü hissetti kendini dünya. Dünya, gökyüzü, atmosfer, tıpkı bu kule gibi kırmızıydı.

Talha Muhammed, rotasız zeplin seyahat şirketlerinden birine babasının annesine her yıl ödediği nafaka ücretini gizlice aktararak, varış noktası belirsiz bir seyahate kalkmıştı. Zeplin şirketi, vakti, saati ve koordinatları belirsiz bir anda hava aracının düşürüleceğini yolculara söylüyordu. Yolcular buna hazırlıklıydılar. Tıpkı balonlar gibi nereye inecekleri belli değildi yolcuların. Zeplinin balonu vurulduğunda gece yarısını iki saat geçmişti. Bazı yolcular düştüklerini anlayamadılar, dolayısıyla da sırtlarındaki paraşütün ipini çekemediler. Talha Muhammed, uykusu hafif, ağaç bitinin bacakları gibi kara kuru, çelimsiz bir çocuktu. O yüzden sallantıyı hissettiği anda gözünü açtı. Sesini çıkarmadı, bağırmadı, diğer yolcuları uyarmak için gereksiz bir çaba içine girmedi; çünkü o güne kadar öğrendiklerine bakarak kimsenin kimseye yardım edemeyeceğini öğrenmişti. O da bir zamandan sonra kimseden yardım istemeyecekti, kimseye de yardım etmeyecekti. 

Aşağıda bir şehir vardı. Ortasından bir nehir, bir tren yolu, bir de otoyol geçen bir şehir. Hemen atladı. Paraşütü açtı. Eğitimsiz olduğundan havada taklalar atıyordu. İki dakika içinde kontrolü eline geçirdi. Süzülen paraşüt onu gri kulenin tam üzerinde durdurdu. Gri kulenin bir sakini olacağını o zaman hissetmişti. Duvarlardaki delikler, çatlaklar, yıkıklar dikkatini çekti. Merdiven boşluğundan aşağı baktığında bağırmak istedi. Sesini duyurmak istiyordu. Gri kulede yaşayan insanlar olmalıydı. Boş mermi kovanlarının, üzerinden silindir geçmişçesine dümdüz olmuş boş kola kutularının, yırtık A4 kâğıtlarının olduğu koridorlarda yürümeye başladı. Oda numaralarını inceliyordu. Z1, Z2, Z3, Z4... Z19 önünde durakladı. İçeriden seslerin geldiğini duyuyordu. İçeride mırıldanan, fısıldayan, kıkır kıkır gülen, içten içe ağlayan birileri varmış gibi bir duyguya kapıldı ve tüm bu çelişen sonuçların üzerine doğduğu ve içine düştüğü kaderi bire bir karşıladığını aklına getirdi. İçeri girme isteği de tam bu düşüncenin sonrasında oluştu. Kapıyı çalmadan teklifsizce içeri girdi. 

İçeri girdiğinde kendisinin varlığından rahatsız olmayan bir grup insanın delik bina duvarlarından bit pazarlarında satılan dürbün ve teleskop kalitesindeki yakınlaştırma aletleriyle gözlerini kırmızı kuleye diktiklerini gördü. Bir tanesi: “Ne yiyorlar?” diye sordu. Diğeri cevap verdi: “Etli bir yemeğe benziyor.”

“Beyaz et mi, kırmızı et mi? Balık mı?”

“Bilmiyorum. Turnikeden geçiyorlar. Sıraya dizilmişler. Pirinç pilavını görebiliyorum. Tabaktaki beyaz şey. Plastik bardakta yayık ayranı var. Tatlı olarak da şekerpare sanırım. Bak. Gördün mü? Şu şişman olanı üç tane yuvarlak ekmek aldı.”

“Aç gözlü bunlar. Üç taneye ne gerek var? İnsan bir ekmekle de doyabilir.”

“Çorba var mı? Benim dürbün buharlandı.”

“Ezogelin çorbası olabilir.”

Bunu duyanlardan biri sırtını duvara dayayıp derin bir iç çekti. Yediklerinin parasının üçte birini biz ödüyoruz,” dedi. “Ama şu hale bak. Sanki tok olan bizmişiz gibi neyi nasıl yediklerinin hesabını yapıyoruz.”

Talha Muhammed sesini çıkarmıyordu. Bir anda her şeyin farkına varmıştı. Kırmızı kuleye niçin inmediğini düşündü. Rastlantı olabilir miydi? Gri kuleyle kırmızı kule arasında yirmi derece eğimli, yüz basamaklı bir taş merdiven vardı. Nereden geldiğini biliyordu. Ufku, bilgisi, yeteneği, hayalleri ve geleceği onu ancak buraya kadar taşıyabilmişti. Kırmızı kulenin üzerine inse ne değişecekti? Bunu düşündü. Gece yarısı olmuştu. Uykuya daldı. Kendini sanki bir zaman makinesi içinde gibi hissetti. Zeplin düşüyordu. Paraşütü onu bu kez kırmızı kulenin üzerine bırakmıştı. Bu hamlesi içini bir sevinçle doldurdu. Kendini artık yeterli hissediyordu. Güçlüydü. Geleceği garantiydi. Açlık, para sıkıntısı, yokluk görmeyecekti. Çünkü artık öğle yemeklerinin ücretinin üçte birini şu gri kuledeki fakir insanlar ödeyecekti. 

Kırmızı kulenin parlak mermerden zemini üzerinde herkes başı eğik yürüyordu. Padivun emir vermişti. Kimse kimsenin yüzüne mesai saatleri dışında bakmayacaktı. Yerdeki cam gibi parlak ve pürüzsüz İtalyan mermerinden yansıyan kendi yüzlerine bakmaları gerekiyordu. Bu, itaatsizlik ve başkaldırıya karşı alınmış korkakça bir önlemdi. Yemek vakitleri mesai saatleri dışındaydı. O zaman çalışanlar, yemekhanede olduklarından birbirlerinin suratlarına bakabiliyorlardı. Bu, isteğe bağlı bir tercihti. İsterseniz yine iş zamanı olduğu gibi kimsenin yüzüne bakmadan yemeğinizi yiyebilirdiniz. Çalışanlardan biri iklim değişikliğinin sucul bitkiler üzerindeki olumsuz etkileriyle ilgileniyordu. Diğeri parazit taşıyan hayvanlarla temas eden ağaç gövdelerinin genişlik, incelik ya da kalınlıklarıyla ilgili bir rapor üzerinde çalışıyordu. Talha Muhammed kendini bu insanlar içinde yalnız hissetti. Rüya bile olsa bu his onu kavurmaya başladı. Uyanmak istedi. Yerinin gri kule olduğunu, bunun bir rüya olduğunu anladı. Ama daha uyanamamıştı. Yemeğini alıp arka masalardan birine, kimsenin kendisiyle konuşamayacağı bir sıraya kuruldu. Hızlı hızlı yemeğini yiyip buradan ayrılmak istiyordu. O sırada aynı masaya bir başka çalışan oturdu ve yemeğini yemeye başladı. Talha komşu kuleye bakıyordu. Kimse ona nesin ya da kimsin diye sormamıştı. Ruhu olmayan, duygusuz, insanlığın insanı kemiren vasıflarıyla damarlarında kan yerine kor alev gezdiren bu menfaatçi ve materyalist tabakanın üzerinde buz katmanı yüzeyinde bir oraya bir buraya giden kuru bir yaprak gibi hissetti kendini. “İnsan şu yarım saatlik yemek süresince tek kelime etmez mi?” diye düşündü. Ama etmiyorlardı. Kibirliydiler. Nasıl olsa yemeklerinin ücretinin üçte ikisini kendileri vermiyordu. Ama üçte birinin de maaşlarından kesilmesini içlerine sindiremiyorlardı. 

Talha Muhammed, köfteden bir ısırık alıp gözlerini gri kulenin delik deşik olmuş duvarlarına dikti. Deliklerin ardından kendini izleyen bir çift gözün olduğunu hissediyordu. O gözler açlıktan kısılmış, kan çanağına dönmüş haldeydiler. Birden yemeği bıraktı. Ayağa kalktı. Bağırmaya başladı. “Hey!” dedi. “Buradaki asalaklar! Beni dinleyin.”

Yemek yiyen personelin hiçbiri başını kaldırmadı. Sadece yemekçi kadın gözlerini ona çevirdi. 

“Size diyorum. Şu kuleyi görüyor musunuz? Gri olanı! Duvarlardaki delikleri görüyor musunuz? O duvarların ardında sizi gözleyen insanlar var. Yemek vakti geldiğinde, o bir saatlik zamanın dolması için her şeylerini feda edebilecek kadar onurlu insanlar bunlar. Onların karnı aç. Yiyecek bir şey bulamıyorlar. Yapabildikleri tek şey sizi kendi içlerindeki insafa ve merhamete şikâyet etmek. Bir de ne yediğinizi görebilmek adına delik duvarlardan sizi gözlemek. Ki, bu sayede içlerinde biriktirdikleri şikâyet hisleri dağlar gibi kabarabilsin.”

Talha Muhammed boşuna konuşuyor gibiydi. Yemekçi kadın bile bir iki dakika sonra işine geri döndü. Boş tabakları toplayıp masaları silmeye başladı. Masadaki boş biberlikleri dolduruyordu. Bir musluk sesi, bir masa ayağı gıcıtrısı, bir geğirme, bir kahkaha ve bir de silah sesi duydu Talha Muhammed. Yemekçi kadın başından vurulmuştu. Onu vuran, gri kulenin duvarlarını her ayın on beşinde, tam maaş günü tarayan kulenin güvenlik subayından başka biri değildi. 

Talha Muhammed uyanmıştı. Ait olduğu yerdeydi. Gri kulenin sessiz ve dilsiz duvarları önünde ağlamaya başladı. Bunca zahmete bunun için katlandığına inanamıyordu. Geri dönmek istedi. Doğduğu topraklara dönmek istedi. “Keşke zeplin düşerken uyanmasaydım!” diye bağırdı. Tam iki sene bu düzene kendini alıştırmaya çalıştı. Ama yapamadı. Sonunda bir karar verdi. Yukarı çıktı. Gri kulenin yangın merdivenlerinden en üst kata kadar çıktı. Kimse nerede olduğunu bilmiyordu. Kayıtlarda ne adı geçiyordu ne de onu arayan soran vardı. Evli değildi. Meşru olmayan yollardan edindiği bir çocuğu da yoktu. Annesi babası vardı ama ayrı oldukları için onları defterden silmişti. Son katın üzerindeydi. Çatıya çıktı. Kendini aşağıya bıraktı. Yere çarptıktan beş dakika sonra şehir belediyesinin temizlik işleri müdürlüğünde görevli bir kamyonun üzerinden iki kişi indi. Cesedi yerden kazımak için çok uğraştılar. Ve sonunda başardılar. Talha Muhammed, kendini boşluğa bıraktıktan sonraki yere düşene kadar olan aşamada şunları düşündü: “Ne olursa olsun bu olacaktı. Hangi kuleye indiğinin bir önemi yoktu.” O, ait olduğu kaderle buluşma vaktine kadar dişini sıkmıştı. Yere düşerken kendini tıpkı işinden istifa edip hayallerinin mesleğini yapmak üzere yola çıkmış biri gibi hissetmişti. Çok mutluydu. Ölüyordu. Ama daha ölmemişti. Ölürken aslında yeniden doğmuştu. Çünkü ne kırmızı, ne de gri kuleye aitti. O mutlu olduğu yerdeydi. 

Hazım Gökçen Yazdı: Karayolunda Ağaç Olmak

Anımsadığım ilk şey bir saksının içinde olduğum ve etrafımda benim gibi saksıya dikilmiş çok sayıda fide bulunduğuydu. Sanki uçsuz bucaksız bir ormanın içindeydim. Gündüz keyfim yerindeydi ama gece olduğunda etraf kararıyor, hava soğuyordu. Arada sırada esen hafif bir rüzgâr bile küçücük dallarımı titretiyor, üşüyordum. 

Hazım Gökçen, Karayolu, Ağaç

Bir gün çizmeli, tulumlu adamlar geldiler ve bizi el arabalarına koyup yakındaki büyük bir tarlaya götürdüler. Saksılarımızı parçalayıp bizi önceden hazırlanmış çukurlara diktiler, üzerimize de bir miktar su döktüler. Önümde ne kadar süreceği belli olmayan bir yaşamın bulunduğunu hissediyordum. Güneşiyle, rüzgârıyla, yağmuruyla yaşamımdan bir süre daha geçti. Gün ışımış, sabah çiği beyaz bir örtü gibi üstümüzü örtmüştü. Hepimiz yeni bir güne başlamanın sevinciyle doluyduk. Birden bir hareket oldu, insanlar ellerinde aletleri ile geldiler, bizi yerimizden söküp naylon torbalara koydular. Kökümüzden koparılmak hem acı hem de hüzün veriyordu. Sonra hepimizi bir kamyona doldurdular. Bizim için uzun ve sonu belli olmayan bir yolculuk başlamıştı. 

Kamyon öğleüstü bir karayolunun emniyet şeridinde durdu ve içinden inen adamlar bizleri yolun kenarındaki şarampole üst üste yığmaya başladılar. Sonra bizi önceden kazılmış çukurlara koyarak toprakla kapattılar. Böylece bilemediğimiz bir diyarda yeniden toprağa tutunmuştuk. Etrafıma bakınca çevremdekilerin hiçbiri tanıdık gelmiyordu. Güneş batıp gökyüzü pembe renge büründüğünde bulunduğumuz alanda dikim işleri çoktan bitmişti bile. Bir karayolunun kenarında kimsesiz ve yalnız başına kalakalmıştık. Bir an için buraya neden geldik diye düşündüm. Oysa eski yerimizde ne kadar da mutluyduk.  Bir gün değişik bir şey oldu ve üstüme eş olduklarını sandığım iki kumru kuşu kondu. Dikkatli bir şekilde dallarımı inceliyorlardı. Bir süre sonra uçup gittiler. Aradan iki üç gün geçmişti ki gagalarındaki çöplerle çıkageldiler. Belli ki yuva yapacaklardı. Önce çöpleri yuva yapacakları dala koyuyorlar sonra da ağızlarında getirdikleri çamurla karıştırıp sabitliyorlardı. Sonunda yuva tamamlandı.

Bir sabah gün ışıdığında anne kumrunun yuvada oturduğunu gördüm. Bir an için kalktığında altında dört adet beyaz yumurtanın olduğunu fark ettim. Anne sürekli yumurtaların üzerinde oturuyor, arada bir kalkarak kanatlarıyla onları çeviriyordu. Böylece günler geçti. Bir sabah yumurtaların kırıldığını ve dört adet yavru kumrunun şaşkın bakışlarla etrafı gözetlediğini gördüm. Anne yuvada yoktu. Belli ki yavrularına yem bulmaya gitmişti. Normal havalarda yavrular açıkta duruyorlar, geceleri ve serin havalarda anne ya da baba kumru yavrularını kanatları altına alıyorlardı. Artık yavruların beslenme işleri de başlamıştı. Anne ve baba kumru kısa aralıklarla ağızlarında solucan, böcek gibi yiyecekleri getirip hiç şaşmayan bir sırayla yavrularını besliyorlardı. Yavrular önce tüylüydüler. Sonra tüyleri dökülüp gerçek renkleri ortaya çıkmaya başladı. Rahatlıkla ayakta durabiliyorlar, yuvada tek başlarına kalabiliyorlardı. Ancak anne ya da baba yakın ağaçlara konarak onları sürekli gözetliyordu. 

Yavrular büyüdükleri için yem getirmeler de sıklaşmıştı. Artık anne babalarının eşliğinde kanat çırpma hareketlerine de başlamışlardı. Belli ki anne ve baba yavrularına uçma eğitimi veriyorlardı. Bir gün anne baba yuvaya hiç gelmedi. Yavrular boş durmuyor, kanat çırpma alıştırmalarına aralıksız devam ediyorlardı. O günü yalnız başlarına geçirdiler. Ertesi gün sabah hava aydınlandığında yavrular artık yuvada yoktu. Demek ki anne babaları yavruların yem aramak için uçmalarını sağlamak amacıyla yuvaya uğramamışlardı. Onlar da anne, babalarından ümitlerini kesmiş olacaklar ki aç kalmamak için uçup gitmişlerdi. 

Bir daha ne kumrular, ne de yavruları yuvaya döndüler. Artık onlar için yeni bir yaşam başlamıştı. Tıpkı fidanlıktan karayoluna gelmemiz gibi bir ayrılık yaşamışlardı. Kim bilir artık ne anne babaları yavrularını ne de yavrular anne babalarını göreceklerdi.

Mustafa Bilgücü Yazdı: Oktay İle Oktar

O kol düğmesi ebatlarındaki, dokunmatik ekranı çizikler içinde, şarj kapağı olmayan, üç hatlı teflonlardan biriydi. Elinde evirip çeviriyor, önüne arkasına bakıyor, bir beysbol atıcısı gibi havada ileri geri savuruyordu aleti. Bu beşinci telefondu ve müstakbel kırılacak havası seziliyor olabilirdi alette.

Mustafa Bilgücü, Öykü

Diğer dördünü kırıp dökerken sıvası dökülmüş boyasız duvara dokunup, arta kalanı yedek parçacıya satacağı aletlerin geride bıraktığı izleri yokladı. Toplam değeri iki bin lira eden dört telefon, savrulup fırlatılınca, bir duvardan sekip bozunuma uğradıktan sonra zemine düşerdi. Fiyatı da öyle tabi. 

Sonuncu telefonu elinden düşürmüyordu o sıra. Bataryasının sağ alt köşesinde üzerine çarpı işareti konmuş bir çöp kovası simgesinin olduğunu gördü. C ve E harfleri silikti. Modeli yeni ve çevreci, geri dönüşümü olan bir elementten imaldi. Üç hattı aynı anda işletecek sistem yazılımının ballandıra ballandıra anlatıldığı reklamlar televizyon ekranından düşmüyordu. 

“Aynı anda üç sevgiliyi idare edebilirsiniz. Konuşmalarınızın diyalektik kökeni ve alfaelif tabanı, etimolojik çizelge düzlemi üzerine duygusal, insani ve fizik açıdan eşdeğer paralel bir nutuk yaratma özelliğine sahiptir. Ses tonunu değiştiren, üç üzeri iki boyutlu görüntülü konuşma imkânı tanıyan, parmaklarınıza yük olan telefonlar geride kaldı. Yeni nesil P.R.C. hayatınızı kolaylaştıracak.”

Telefonu kardeşi hediye etmişti. Duyduğuna göre kardeşi, atom altı zerreciklerini ilahikalıtsal dengeye sokan bir nükleer santralde yüksek doku mühendisi olarak çalışıyordu. Bir hafta önce, onun ağabeyini ziyarete geldiği perşembe günü, korkunç bir patlama olmuştu santralde. Deprem tahmin yürütücüler, üç virgül yedilik halkalı çizgi salınımlarını rulo halindeki kâğıtlara geçmişlerdi. 

“Oktar ve Oktay.” dedi kardeşi.

“Bu hediye telefonun kaderi hakkında düşünüyordum.” oldu kurumuş dudakların yanıtı. “Bu kadar sinirli olmak zorunda mıydım sence? Yani senin gibi olabilirdim. Okuyabilirdim. Kavga aramak zorunda kalmazdım. Geçen gün kötü karanlığa isim verenin aydınlık ışık değil, parlak güneşi, gündüzün beyazını, renklerin canlılığını yaratan olduğunu öğrendim. Kutsal kitap sayesinde… Ayetleri alaya almasan iyi edersin Oktar. Bak, ziyaretini azıcık erteleseydin, atomlarını cımbızla toplamak zorunda kalacaktık. Patlamanın videosunu izledim. Önce yeşil bir şok dalgası nükleer mantar bulutu gibi yukarı kalkıyor, sonra yere yatıyor, uzuyor, açılıyor, esniyor ve her yöne dağılıyor enerji. Maddeyi küle çeviren bir yıkım.”

Oktay, pin kodunu denemek amacıyla başparmağını cam ekrandaki noktaya değdirdi. Ağabeyinin telefonu özelleştirmiş, kişiselleştirmiş olması hiç hoşuna gitmedi. “Keşke gelmeseydim.” diye düşündü. 

Ancak sonra vücudundaki hücre sayısınca parçaya bölünüp bir mezarı bile olmadan gömülme tehlikesi geldi aklına. Alttan alabilirdi, ağabeyiyle muhatap oluyordu sonuçta. 

Ne o, evinde olduğuna memnun değil misin yoksa?

Telefon avucunda ısınmıştı. Açma kapama düğmesi üzerinde gezinen parmakları ortamı hareketlendirmek istercesine fırıl fırıl dönüyor, birbirlerine dolanıyordu. Durmadan cevapsız çağrılar bırakan, telesekretere not düşen, meşgul ya da ulaşılamıyor sinyaliyle uğraşıp zaman yitirmekle harcanan biri gibi görünmek istemediğinden, ağabeyini aramıyordu Oktar. Oktay bu duruma sinirleniyor değildi. Tepkisi daha çok telefonu kapatmak, çekim alanı dışında olması için bataryasını şarj aletinden ya da yuvasından uzak tutmak, en kötü ihtimalle bu Çin malı alete yaklaşmamak şeklinde oluyordu. Eleştirel tepkisinin nedeni bu cümleden öyle anlaşılsa da kardeşi değildi. Doğruydu, santraldeki idari müdürle kan kardeş gibi olduklarından beri Oktar ile Oktay’ın arası pek iyi değildi. Fakat bu onun neredeyse canından olacağı ilahi bir sınavı verip, dersi alnının akıyla geçmeyeceği anlamına gelmezdi. Şimdi evindeydi işte. 

Yedi sene uzatmalı üniversitesinde okuyup, iflas etmiş beynini iç çamaşırında saklayarak hayata atılan biri için bu durum hiç de fena sayılmazdı. Asıl mesele bu hediye telefonun sürekli ulaşılmaz ve kapalı olmasıydı. 

“Oktar ve Oktay.” dedi yine santral mühendisi. “Yalnızca bir harfle kaçırıyoruz büyük ikramiyeyi. Arayı fazla açtığım için bağışla beni ağabey.”

“Önemli değil kardeşim. Hayat rüzgârları her yönden hızla eserken bir dala tutunmak kolay olmasa gerek. Telefon hakkında duymak istediklerin vardır diye düşünüyorum. O halde anlatayım. Uzun zamandan beri bu telefon denen aletten uzak durmaya çalışıyorum. Bunun nedenlerini saymama gerek yok zaten. Ancak vurgulamamı istediğini düşünüyorum. Bağımlı olmayı hayatımın hangi evresinde içime sindirip kendime yedirdiğimi düşündüğümde, yalnızca içinde adının geçtiği seçeneklerle karşılaşabildim. Yani kardeşimi çok seviyordum. Hediye telefonunu yanımda taşımamın tek nedeni sadece sendin. Beni yalnız sen mesajlarınla, çağrılarınla meşgul ediyordun. Ancak hayat gelip geçici. Varlığın ancak gölgesi dünya üzerinde iz bırakır, o da güneşin ardına battığı yüksek dağların zirvesi karşısında kendinden geçer. Bu telefon … O yüzden kapalı kardeşim.”

Oktar pin izini alabilmek için metalik gri çerçeveli aleti mikro yapı içinde büyütüp ağabeyinin önüne uzattı. 

“Anlamanın imkânı yok.” dedi Oktay. “Yani bu alet kullanılmadan önce domino taşı ebatlarındayken, kullanıma hazır hale geldiğinde büyük İslam ansiklopedisinin ciltlerinden her birinin boyuna varıyor. Tuhaf doğrusu.”

“İnsanlar moda olanı, gösterişi, var olanı vurgulamayı severler ağabey.”

“Bu benim ilgimi çekmiyor Oktar. Yani baksana şuna, sen gelmeden önce diğer dördü gibi onu duvarda kırmaya niyetleniyordum. O kadar özensizsin ki bu telefona karşı, arka kapağı ve ipek, tüylü kılıfı çalındığında, kimilerinin böyle bir olayla karşılaştığında canından bir parça gitmesine benzer bir tepki vermek yerine, günahlarımı sırtlanan hırsıza dua ettim. Al işte, kodu giriyorum.”

Tarayıcı ekran titreşti, ışıklı sensörler sahip kodunun girilişiyle gecenin birinde kümesinden yabani bir hayvanın ağzında kaçırılan hindiler gibi sesler çıkarmaya başladı. Federal merkezi telekomünikasyon ağından ortanca hattına düşecek mesajı görmemek için, Oktay, mutfağa doğru yürüdü. Bir zamanlar kullandığı telefonun fazla ilgi odağı olduğunu düşünen kardeşi, onu kenara bıraktı. Evde olma nedeni zaten iş hayatını kapsayan gereksiz teknolojik yeniliklere sarmak değildi. Ağabeyine sarılmak istiyordu. Evleneceği kadını onunla tanıştırmak niyetindeydi. Geçmişten ve gelecekten bahsedecekti. Bazen aralarının açılmasına neden olan, büyük ikramiyeyi kaçırmalarının kaynağı o iki harf üzerinde saatlerce tartışmak isteyecekti. 

Dışarıdaki hayatın bir anlamı yoktu Oktar için. Diğer insanlar gibi, zorlayıcı sebeplerle indirilmiş, yasal olmayan, virüslü bir dosya gibi, kendini bilir bilmez, kaderinin izini sürmeye başlamıştı. Telefonun da, santralin de, isimlerindeki bir harflik farklılığın da, para için döktüğü dillerin, topunun da canı cehennemeydi. Mecbur olmasa dönüş otobüsüne hiç bilet almazdı ya da çift kişilik koltuk ayırtırdı. Oktay:

“Bu telefondan uzak durmamın nedeni çok basit.” dedi, unladığı palamut dilimlerini kızgın tavaya atarken. “Onu kapalı tutmak istiyorum. Son derece sinirimi bozuyor. Bilgilendirme mesajları, özel servisler, veri hesapları… Telefonu açtığın iyi oldu. Mesaj gelmiş olmalı.”

Kurgu, Oktar’ın zihninde aceleyle yapılandırıldı. Önemsiz bir insanla münasebet halinde olsaydı, ötedekinden ayrıntıları insanın zihnini bulandıran, kapsamı, tanrısal bilgiyi bile aşan açıklamalar duymak isterdi. Ancak Oktay, “Mesaj gelmiş olmalı.” şeklinde kısa bir cümle kurmuştu. Bu da demek oluyordu ki, telefonuna, her açılışında, gün sektirmeksizin, içeriğini merak ettiği bir mesaj düşüyordu. 

“Bu lanetli şeyle karşılaşmamak için telefonumu açmıyorum, Oktar. Al işte, gelen kutusuna göz at.”

Oktar telefon kilidini açtı, dokunmatik tuş takımındaki titreşim parmak uçlarını gıdıkladı. Bir zamanlar cebinde taşıdığı ve ağabeyine armağan ettiği cep telefonunu nasıl kullanacağını unutmuş gibiydi. Kayar mönüdeki simgeleri tek tek kontrol etti. Bu değildi, o hiç değildi. Yanlış sayfada geziniyor olmalıydı. Ortanca hattın gelen kutusunu bulana kadar önüne olabilirlik hesabı uzmanlarınca yazılmış gelecek tahmini yapan alarmlı bir program çıktı. Anımsadı. Eklentideki yazılım sayesinde doksanına merdiven dayayacağını öğrenmişti Oktar. Sevincini gizlemedi. Karasal yayın yapan kanalları alıcısında toplayan bu telefonda video izlemek oldukça zevkliydi. Ancak bu yola da girmedi. Sırada para birimi çeviricisi, nanometrik kronometre ve dünya saatleri vardı. Kısa mesaj özelliğini bulana kadar canı çıkmıştı. 

“Sinirine hâkim olamayıp telefonu kırsaymışsın iyi edermişsin.” dedikten sonra sesli mesaj yayın organı, açık sohbet ve kısa yazışmalar seçenekleri içinden aradığı birimi dürttü. Gelen kutusu sayacındaki sayıyı okuduğunda, kaba hesapla, telefonun hediye ediliş gününden beri, aletin açma kapama tuşundan bir parmak darbesinin esirgendiğini anlayabilmişti. Oktay: “Bu bildirim mesajlarını görmemek için telefonu kapalı tutuyorum.” dedi. “Mesajları engellemeyi, uluslararası internet protokolü ayarlarına saldırmayı denedim. Ancak sonuç alamıyorum. İşte, al bak işte, kendi gözlerinle gör.”

Mesaj tarifeli standart kablosuz hattının robotik diyalog servisinden çift yönlü uzanıyordu, P.R.C. markalı telefonun gelen kutusuna. Mesajda, “Gün içinde en az şu kadar bu numaradan arandınız.” şeklinde açıklayıcı bir not bulunuyordu. Olayın etki alanı içinde değilken, sıradan bir insan, seçenekler, sil ve evet düzleminde bir işlem gerçekleştirecekken Oktay bu mesajları saklıyor, sayılar, rakamlar, numaralar üzerine kafa yoruyor, araştırma yapıyordu. Evrensel veri bankası içinde gezinerek, telefonu kapalı olsa da kendisini rahatsızlık derecesinde işgal eden bu yabancının kim olduğunu anlamaya çalışıyordu.

Kayıt yok. Sonuç yok. Veri bulunamadı. Sistemde hata. Dizilim sorunu. Hatalı erişim. Tekrar deneyiniz. Bilgilerinizi güncelleyiniz. Operatörünüze başvurunuz. 

Aldığı cevaplar bunlardan ibaretti. İçinden bir ses ona telefonunu kapalı tutmasını, makine açık olduğunda, çalan zil sesi kulaklarını meşgul ettiğindeyse kabul tuşundan uzak durmasını tembihliyordu. Karşı yöne, cevapsız çağrı numarasına, canı istediğinde bir tek taraflı arama yapmayı çok defa düşünmüştü. Ancak bunun sonuçlarına kafa yorduğunda her defasında girişe nokta koymuştu. 

Arayan bir sapık, inançsız müridi, gözünü kan ve para bürümüş aşırı sağcı ya da solcu bir fanatik, yoldan çıkmış bir münzevi olabilirdi. Arayan önemli biri de olabilirdi. Riziko etmenin anlamı yoktu. 

“Buraya gelmen iyi oldu.” dedi Oktay. “Bu numarayı aramanı istiyorum. Beni cevapsız çağrılardan, vesveselerden, gereksiz bir şüpheden ve can sıkıntısından kurtarırsan memnun olurum. Bu dert sona erdiğinde telefonumu, şarjı bitene dek yastığımın altında, zil sesi seviyesini dokuzuncu akisli kademede tutarak bekleteceğim. O zaman sen de ‘Acaba ağabeyime bir kusur mu ettim de her seferinde, telefonunu her çaldırışımda, zil sesinden sonra, telesekreter robota mesaj yazdırınız, şeklinde bir yanıt alıyorum.’ şeklindeki düşüncelerden arınacaksın. İletişimin, hele sözlü bağlantının beladan başka getirisinin olmadığını düşünüyorum. İsyancı şeytanlar, aşırılık yanlısı muhalif partiler, dik başlı yaramaz askerler, ayrılan, yoldan çıkan, iflah olmaz kim varsa bunlar ve tamamı önce söze başvurup hangi yoldan gideceklerini ilan etmişlerdir. Sonra eyleme geçmişlerdir. Belki diller, kelimenin gizemli oluşu, sözün gücü olmasaydı, şeytan asilik taslamayacaktı. Belki eyleme geçmeye güçleri yetmeyecekti. Söze başvuran biri çalacak kapı bulamamış demektir. Acınacak haldedir. Bu nedenle o telefonu kapalı tutuyorum Oktar.”

Genç kardeşi kulaklarına inanamıyordu. Olanlara bir anlam veremiyordu. Baştan almaya karar verdi. Kardeşine hediye ettiği P.R.C. markalı Çin malı telefon ortada duruyordu. Oktay sinirli ve hafife alınamaz çıkışları sonrası cep telefonlarını duvara savurup kırmayı alışkanlık haline getirmişti. Aleti kapalı tutuyordu ki onu arayan her kimse, telefonun sahibine ulaşamasındı. Oktay lağım borularında yaşamayı hayal eden, içinde insanlardan uzak olma isteği boy vermiş, doğduğu Kırkambar köyünde prefabrik bir dikme ev inşa ettirip, hayatının geri kalan kısmında paylaşacak bir şey kalmayıncaya dek bekledikten sonra suskunluğun yedinci dibine gömülmeyi isteyen biriydi. 

Kardeşi Oktar konuyu değiştirmek istedi. 

“Babamızı anımsıyor musun Oktay?” diye sordu. Ağabeyi odaklandığı yoldan başını kaldırmak niyetinde değildi. Hesap edilebilir ya da hatırlanabilir üç vadeli geçmişi düşünecek zamanda değildi. “Babam bahçedeki yemiş ağaçlarına bit sardığını düşünmüştü. Kullanılmış ve yıpranmış diş fırçamı istemişti benden. Onunla tıpkı tıraş bıçağıyla banyodaki suyu çeken bir asker gibi, kendine işkence ederek, ağaçlardaki beyaz toz halindeki bit larvalarını temizlemeye çalışmıştı. Hatırlıyor musun?”

Oktay, belki hatırlıyordu. Ancak başı belada olan her insan gibi şimdi sadece tehlikeli anaforun merkezinden çıkmak için iradeli ve kuvvetli bir itmeyle varlığını huzura atmak derdindeydi. 

“Babamın yaptığı akıllıca bir işti.” dedi Oktay. “Aklını dağıtmak için, hobi amacıyla, ağaçların hastalıkları üzerine doktora tezi yazmış bir allameymişçesine sanki ilgiliydi o dönem. Fakat bilir misin ki babamızın o dönem boğazına kadar borçlu olduğunu? Tabii ki bilirsin. Sen de bu evdeydin. Bankaların telefonlarının ardı arkası kesilmiyordu. Kredi kartı borçları, ödenmemiş senetler, arkasında durulmayan çekler vs. Bunalmıştı. Çevresinde evraktan duvarlar yükseliyordu. Dosyalardan surlar, klasörlerden kapılar, raporlardan bir çatı… Bürokratik yok oluşunu hazırlayan devlet onu soyup sağmıştı. Kafa dinlemek için, babamız, elindeki diş fırçasıyla ağaçlardaki bit larvalarını temizlemeye çalışıyordu.”

Uzun bir suskunluk evresi gelip geçerken, kardeşler kendiliğinden canlılık kazanmış fotoğraf kareleri, dirilme özlemiyle kımıldanan resim parçalarıyla baş başa kaldılar. Birikmiş anı deposunun altındaki nitrogliserin tankına biri kibrit çakmış gibiydi. Ses çıkaracak halleri kalmadı. Oktar, eve dönüş yolunda kalmış gibiydi. Oktay, kardeşinin kıl payı kurtulduğu santral kazası sonucu oluşan korkutucu patlamadan varlığında arta kalan parçaları toplamakla meşguldü. Orada zihni donmuştu. Bir zaman sonra patlamanın sebebi olarak kendini görmeye başladı. Tek başınaydı. Bir telefonla idare edip yetinmesi beklemişti. 

Telefonu eline aldı, analog saatin yirmi bir elliyi işaret ettiği görüldü. Oktar, telefonun bataryasının yeni takıldığını gördü, ayarlar fırıldak misali dönmüşe benziyordu. Aletin yazılımı içinde yer yerinden oynamıştı. 

“O numarayı aramamı gerçekten ister misin?” diye sordu Oktar. 

“Meşgul olmak, ne idüğü belirsiz kimselerle uğraşmak istemiyorum. Savcılık kanalıyla bir suç duyurusu dilekçesi sunabilmem için kayıtlı konuşmaların delillendirilmesi gerekecek. Senden isteğim numaranın sahibini kızdırmaman. Sadece neden her gün beni aradığını öğrenmeni istiyorum. Beni resmi müvekkilin, liseden sıra arkadaşın ya da briç kulübünden bir dostun olduğumu söyleyerek tanıtabilirsin. Yakınlık dereceni söylersen korkarım benimle muhatap olmak isteyerek fazla ileri gidebilir. Resmi ve ciddi bir konuşma olmalı.”

Oktar telefon kilidini yeniden kaydırarak açtı. Operatör servis sağlayıcısının robotik sesli görevlisi, yönlendirilecek numaranın Keşif 33 sırasında kayda geçirilen, solar sistem dışı, kayıp gezegenlerden birine bağlandığı bilgisini sundu. Oktar tuhaf bir durum sezmişti. Gezegenler arası bir telefon görüşmesi yapacaktı. Yetersiz bakiye göstergesini kredi kartı bilgilerini boşluklara doldurarak yeşil konuma getirdi. 

“Görüşme pahalıya patlayacak.” deyip Amerikan devlet başkanlarının masaya ayaklarını uzattığı gibi bacaklarını gererek arkasına yaslandı. Çalıyor sinyalini beklerken dişlerini karıştırdı, çapaklarını topladı, tırnaklarını yer gibi yapıp C hattı üzerinden düşen numaranın sahibinin sesini duymayı bekledi. Göz teması halinde olduğu ağabeyinin bakışlarındaki merak dikkatini çekti. Sanki duyacağı sesi tanıyor olacaktı. Sanki sesin tıngırdattığı kelimeler anlamlı ahengiyle kulak duvarlarındaki yapboz parçacıklarını hizaya soktuğunda hiç şaşırmayacaktı. Bu olacak iş değildi. 

Birden anlaşılmaz bir oyunun içindeymişçesine gerilimli ve tekinsiz kalp atışlarının göğüs kafesinde titreştiğini duydu. O anda karşı taraftan duyulur duyulmaz bir ses işitildi. 

“Alo, merhaba, beni duyabiliyor musunuz?” Oktar toplanmış, koltuğunda dik oturmuş ve ayaklarını masadan almıştı. Bağlantı kurduğu an içinde eriyen olumsuz duygular, dilini çözmüşe benziyordu. “Merhaba. Sesimi duyabiliyor musunuz?” 

Oktay, kaydediciye komut vermesi için el hareketleriyle kardeşini uyarıyordu. “Hallettim, konuşma işaretleniyor,” dercesine ağabeyini yatıştırmaya çalışıyordu Oktar. “Birileri konuşuyor ama ne dediklerini anlayamıyorum,” dedi sonra. Telefon ekranında beliren sembollerin ne anlama geldiğini bilmiyordu. Diez, şapka, sonsuzluk, altın oran, yüzde ve dolar sembollerini tanımasına rağmen ışık yılları sonrası uzaklıklardan kendisine uzanan hatta mahsus olduğunu sandığı diğer garip ve şekilsiz çizgilerin, eğrilerin, yarısal ve köşesellerin ne anlama geldiğini bilmiyordu. Bir kere daha denedi.

“Efendim. Sesinizi alamıyorum. Aradığınız numarayı niçin sürekli ve sıkılmaksızın rahatsız ettiğinizi söyler misiniz bana?”

Yüksek perdeden ve yankılı bir kahkaha sesi işittiğini sandı Oktar. “Affedersiniz efendim, ama bu yaptığınız bir suçtur. Kayıtlı sabit bir mobil hattı durmadan rahatsız etmek telefon şakacılığı boyutlarını aşar. Bunun cezasız kalacağını düşünüyorsanız, sessiz kalmaya devam edebilirsiniz.”

Oktay cesaret edip kardeşinin elinden telefonu kapmak niyetinde değildi. Oyuna o başlamıştı ve sonunu getirecekti. Sonuçta kaydedici kronometrik analizle ses kırıntılarını işaretliyordu. Oktar küfür ya da tehdit benzeri bir konuşmayla karşılaşırsa bu işaretler mahkemede lehlerinde delil olarak kullanılabilirdi. 

Tam aramayı sonlandıracağı sırada, kırmızı tuşa dokunmak üzere ileri uzanan parmağı havada asılı kaldı. Bir sonuca varmak üzere olduklarını düşündüler. Aslında sadece Oktar karşı tarafın sessizlik benzeri bir yöntemle muhatabının sabır sınırlarını zorladığını düşünüyordu. Oktar’a göre duyulur duyulmaz özürlü bir cüce sesle konuşmakla sessiz kalma hakkına sahip bir zanlı kadar kelimesiz olmak arasında fark yoktu.

“Ses seviyesini yükseltip ahizeyi mikrofona bağlamayı deneyeceğim.”

“Ne duyabiliyorsun? Paylaşırsan sevinirim.”

“Birileri konuşuyor ama benimle mi yoksa kendi aralarında mı, bunu anlayabilmiş değilim. Belki hatlar karışmıştır ya da telefon aygıt yöneticisi bir siber saldırıya uğramıştır.”

“Sanmıyorum. Bu her gün olabilecek bir hata değil. Benim telefonuma her gün o numaradan arandığıma dair bir uyarı mesajı geliyor. Sadece benden ne istediklerini bilmek istiyorum. Bilinmeyen numaralar servisi, telefonuma indirdiğim yardımcı eklenti, numaranın sahibinin kim olduğunu öğrenmemi sağlayamadı. Numaramdaki bazı rakamları ya da onların yerlerini değiştirmeyi deneyecektim ama bunun da anlamsız olduğunu düşündüm. Belki de haylaz bir veledin oyun çağı eylemlerinden biriydi bu. Hangimiz polisi ya da acil servisi arayıp da annemizin ocaktaki yemeği yaktığını ihbar etmedik ki? Hangimiz? Ya da gerçekten önemli bir konuydu.”

Konuşmayı sona erdirmek niyetinde değillerdi. Diyafona bağlanan aleti sahte sehpanın üzerine bırakıp öylece bekleyeceklerdi. Oktar bu arada bağlantı ücretinin tamamını karşı tarafın üstlenmesini istediğini belirten talimatnameyi operatöre çevrimiçi bildirmişti. Pasif güreşmenin ihtar gerektirdiği yazıyordu, telekomünikasyon talimatnamesinde. Yazıyordu, ancak o numaranın sahibinin cebine saracaktı. Ya görüşmeyi sonlandıracaklar ya da konuşmaya, gerçek anlamda ses vermeye başlayacaklardı. Yedi saniye, yedi dakika ve yedi saat geçti. Sehpanın üzerindeki cep telefonunun şarj seviyesi tırnaklarından beşi ışığını kaybetmişti. Bir saat sonra Çin malı telefon tamamen kapanacaktı. 

“Tam olarak duyabildiğin kelimeler var mıydı?” diye sordu Oktay. 

“Ölü ya da ölüm, patlama, santral, intihar… Buna benzer kelimeler duyduğumu sanıyorum. Emin olamam. Benimki sadece zan.” 

“Bir anlamı olmalı.”

Televizyonu açıp akşam haberlerini seyretmek üzere çift kişilik koltuğa kuruldular. Soda ve patlamış tatlı mısırla zaman öldürüp “prime time” da alay konusu olabilmek için kocalarını aldatıp yatakta basılmış numarasıyla afişe çıkan kadınları takip edeceklerdi. Telefonun şarjı bitti bitecekti. Oktar, can sıkıntısından olsa gerek, kırmızı çarpıya yumruk indirircesine görüşmeyi sonlandırma tuşuna dokundu. 

“Artık istese de bizimle iletişim kuramaz.” dedi. “Sen de o kadar önemseme böyle şeyleri. İnsanların yanlışlıkla yaptığı şeylerin sayısını bilsen aklını kaçırırsın. Geçenlerde üçüncü sayfa gazetesinde okumuştum. Adam avda kendisini vurmuş. Kurşun sert bir hayvan postundan sekip sağ gözüne isabet etmiş. Şu yük katarlarıyla yeniden keşfedilen gezegenlerden taşınan kürklü hayvanlardan biri olsa gerek. Demem o ki, şimdi bu işi bitirdik. O her kimse, kötü niyetli de olsa cesaret edip bizi korkutmayı başaramayacağından konuşamadı. Değmez, üstünde durmamalısın. Boş vermelisin.”

Oktar şimdi de haber spikerinin sevgilisinin kim olduğunu düşünüyordu. Ağabeyi de Oktar’ı yolcu ettikten sonra, hediye telefonu, bir hamlede, hangi manevrayla duvarın neresine ve ne hızla savurursa onun parçalarının bile para etmesini sağlamadan, arta kalanları faraşla çöpe taşıyabileceğini düşünüyordu. 

“Hediye olduğunu biliyorum ama…” dedi. “Onu elden çıkarırsam bana ne tepki verirsin?”

“O artık sana ait Oktay. Diğerlerine yaptığın gibi onu da bu duvarlardan birine savurup kırabilirsin. Kullanmadığım bir telefondu, ağabeyime armağan etmeyi uygun gördüm. Artık sorun çıkaracağını sanmıyorum. O adam kendisine geri dönecek kadar cesaretimiz olduğunu anlayınca bu uğraşından vazgeçecektir. Bence eli bir daha numaranı tuşlamaya gitmez.”

Spor haberleri ve para ödüllü bilgi yarışmaları can sıkıcıydı. Yatma vakti belirsiz. Karanlık koyu ve suskun. Korkunç, gece yarısı. İki kardeş ve bir cep telefonu. Geçmiş. Ölümcül ve kaza dolu. 

“Bir keresinde belgesel haber bültenlerinden birinde şuna benzer bir yayına tanık olmuştum.”

Yazın neşesini duyabiliyorlardı. Aydınlık gökyüzü ve bazı sesler. Susamış bir kadın, budama makasının tıkırtısı, radyodaki cızırtı, mutlu çocukların haykırışları… Yarına saklanmış olaylar. 

“Uzman ses bilimci, bilmem ne üniversitesinden profesör falan filan, yazılı ve sözlü iletişim unsurlarının uzayda sonsuza dek ilerleyemeyeceğinden bahsetmişti. ‘Sonsuza dek yol alamazlar, gidemezler, mutlaka takılacaklar, engellenecekler, duracaklardır. Bunu yarı küre delikler, sönük tabakalar, çekimsiz yerler ya da doğan güneşler, keşif gezegenleri, belki de kendi gibi olan izcikler yapar.’ Böyle demişti. Yani illa kayıt altına alınmak, bantlara izle işlenmek, kameralara çekilmek, defterlere not edilmek zorunda değiller. Ve bunlar sadece yazı ve sözle de olmak zorunda değilmiş. Elimi kaldırışımın izi uzayda yol alıyormuş. Çalıştığım santraldeki patlama, numaranı çaldıran kişinin düşünceleri, kırılmak üzere fırlatılan telefonun havada hangi çizgi üzerinde uçtuğu bilgisi de uzaya salınıyormuş. Dini temeli olan bir teori değil bu. Profesör bunu ispat etmiş. Nasıl mı yapmış? Tabii ki anlatacağım. Dinlesen iyi edersin.”

“Zamandan bol neyimiz var?”

“Eskiden insanlar yaptıklarının, ettiklerinin, işlediklerinin, ördüklerinin yanlarına kâr kalacağını düşünürlerdi. Yanılıyorlardı. Profesör bunu söylüyordu. Sonsuz ve derin karanlık uzayda, varlığı ispat edilememiş bir yansıtıcının kanıtlarını aramaya adamıştı kendini. Bu adam diyordu ki: ‘Zaman içinde, yansıtıcı aynalardan açılı dönüşle momentum kazanıp hızlanan ve sahibine iletilmek üzere, geldiği yoldan yürütülen her çeşit izcik, olayı sonuçlandırmak üzere hareket ediyor. Ben buna, koruyucu savunma mekanizması adını verdim. Bu yansıtıcının organik mi yoksa yapay mı olduğu belirsiz yapısı hakkında bilgi sahibi değilim. Belki üstün formda yaratılmış ya da evrim üstü dizgide kendilerine piramidin yukarılarında yer edinebilmeyi başarmış bazı varlıklar, bunu bize karşı kullanmak için monte etmişlerdir. Sonuçta uzay teleskoplarımızın, geniş mercekli göz mekiklerimizin görüntülemeyi başaramadığı bu yapı, orada bir yerde. Işık kirliliğinin, net karanlığın fonda belirmesinden sonra gözümüze çarpan yıldız parlamalarının, kusurlu görme fonksiyonlarımızın ve göz hastalıklarımızın ardında bir yerlerde. Belki sadece dünyamızı tarayıcı ekranında görmüyor. Kapsama alanı o kadar geniş ki… Belki de…’ Ve devam ediyor profesör: ‘Belki de o bizim eserimiz. Onu NASA fırlatmış olabilir. Belki de TÜBİTAK. Deney amaçlı yollanmıştı. Belki uzaylılarla etkileşime girdi ve yapısı değişti. Sonuçta faydalı bir şey.’”

“Bu telefonu kırarsam sana saygısızlık etmiş olur muyum?” 

Oktar alınmışa benziyordu. Umursamıyor değildi. 

“Sana bu olayın bilimsel açıklamasını yapıyorum.” dedi.  

“Bunun benim için önemi yok Oktar. Bu telefonu yok etmeye karar verdim. Bağlı yaşamaktansa, şuracıkta, kimselere haber vermeden, ardımdan birinin acil servisi ya da hizmet operatörünü arayacağını bilmeden, sessizce ve kendiliğinden ölmeyi yeğlerim. Bu telefonların bir anlamı yok benim için. Ayakta tek başına duramıyorsa bir insan, onun yardımına telefondaki ses koşsa ne yazar?”

Uzun ve derin bir suskunluk kabuk bağladıktan sonra, Oktay, hikâyenin devamını duymak istedi. 

“Yani sen diyorsun ki, Oktar,” dedi. “Beni arayan numara… Profesörün yansıtıcısından stratosfer operatörü nakil biriminden yerel şebekeye dek uzanan hattın başlangıç noktası, öyle mi?”

“Bu doğru olabilir. O sesleri hatırlamaya çalışıyorum. Ölüm, patlama, intihar, santral, ölü gibi kelimeler duyduğumu sandım. Sızıntı yaşanmış olabilir. Profesör haklı olabilir. Demem o ki, belki kusurlu kulak yapımız konuşulanların ancak o kadarını duymamızı sağlıyordur. Devamını bizim getirmemizi, noktayı koymamızı, boşlukları doldurmamızı istemiş olabilir bizden. Hatırlıyor musun? Bu telefonun aramızdaki bağları zayıflattığı düşünülmüştü. Seni aradığımda telefon ya telesekretere bağlanıyor ya da cevapsız çağrı bırakıyordu. Bana tavırlı yahut tepkili olabileceğini düşünmeme yetiyordu bu. Ama asıl neden bu değildi. Aleti sinyal ve şebeke dışı tutmanın nedeni bambaşkaydı. Böyle düşünmeye devam etseydim, benimle kavgalı ve dargın olduğunu sansaydım, santraldeki idari müdüre verilmek üzere hazırlanan yıllık iznimi kullanmak istediğimi bildiren dilekçemi kâğıt kırpma makinesine atardım belki. Ama bunu yapmadım. Yola çıktım. Oktay dediğimde insanlar bunun ne anlama geldiğini bilemiyorlar. Oktay, alfabemin kardeşçesinin ilk harfi, diyorum. Adının bu olduğunu söylüyorum. Kardeşime kavuştum. Eylemlerimizin bir iyi bir de kötü sonucu her zaman olur ağabey. Seçim şansımızın ve zamanımızın her daim olacağını düşünmek yüreğimize su serper. Rahatlayan içimiz sevinçle dolar. O yansıtıcının varlığına inanıyorum. Yansıtıcı bize bu mesajları taşıdı. Telefonu kırıp kırmamak sana kalmış. Bence o numarayı rehberdeki ilk haneye kaydetmelisin. Çaldığında açmalısın. Duymaya çalışmalısın. Anlamak istemelisin. Eylemlerimizin karşıt yansımaları olacaktır ağabey. Bunları yorumlamak ve taşımak bizim sorumluluğumuzda. Orada bir yerde…”

“Sanırım sana ve profesöre hak veriyorum.”

Sıkışıklığı açıp gevşetmenin zamanı gelmişti. Şubat güneşi, gölgede gizlenmiş soğuğa kalkan oluyordu. Ağaçlar patlayıp tomurcuklanmaya başlamıştı. Yalancı bahar… Hayat kitabındaki senaryoyu ellerine yüzlerine bulaştırmadan, metnin son sayfasına gelmişlerdi. İkisi de ayetlerin şaka olmadığını, oyunun alaya alınamayacağını söyleyen o kutsal metni akıllarına getirdiler.  Boynuzlu ateşin kanatlı kollarında boğulmak üzereyken, hayat onlara intihar süslü bir oyun hazırlamışken… 

Oktay: “O patlamada sana bir şey olsaydı,” deyip sözlerinin sonunu getiremeden dondu kaldı. Kardeşinin yanaklarına iki öpücük kondurup boynuna sarıldı. Yola koyuldular. Nereye gideceklerini bilmeden ve şükrederek. 

Tarihte Kadın ve Kadına Yönelik Şiddet

Kâinat içinde yaratılan varlıkların sebebi mucibi yaratıcımız Yüce Allah kendi sıfatlarının bir tecellisi olarak halk etmiştir. Esmâ-i Hüsna olarak bilinen Allah’ımızın güzel isimlerinin gizli, açık ve nihayetsiz rahmet hazinelerinden mürekkep sonsuz kudretiyle, hikmetiyle var etmiştir. 

Osman Aytekin, Kadına şiddet, yazi

Kutsi Hadise göre; “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek, tanınmak istedim, bu sebeple de beni tanımaları, gizli güzelliklerimi bilmeleri için varlıkları yarattım.” Muhyiddin-i Arabî, bu kudsî hadîsi “Mahlûkatı yarattım ki, bana ayna olsun ve o aynada güzelliğimi göreyim” mealinde tefsir etmiştir. Kâinatta yaratılanlar içinde insan bu manadan olmak üzere özel bir yeri vardır; Allah insanı kendi marifetiyle, kendisini tanımak ve sevmek için yaratılmış ve en güzel şerefi vermiştir. İnsanı, varlık âleminde en yüksek mertebeye, Akıl, kalp ve nefis vererek muazzez ve eşsiz bir konuma getirmiştir.

Ekmel, kusursuz, vahiye dayanan dinimiz erkek ve kadına önem vermiştir. Toplumun temeli aile, ailenin temeli de kadın, erkek ve çocuklardır. Dinimizde kadının yeri nedir, günümüzde kadının durumu nedir sorusuna cevap vermek için İslamiyet’ten önceki durumlara bir göz atmak gerekiyor. Arabistan’da putperestliğin yaygın olduğu dönemlerde Kâbe’de buluna putlar ziyaret edilir, kurban kesilir, panayırlar düzenlenirdi. Bu dönem İslamiyet’in Arabistan’da yayılmasından önce tarihte cahiliye devri adı verişmiştir. İlahi bilginin kaynağından mahrum ortamlar tam anlamıyla ilkel ve cahil bir hayat sürmekteydiler. Bu dönemde puta taparlar, içki içerleri kumar oynarlar, tefecilik yaparlar ve kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Kızlara dolayısıyla bugün kadınlara İslamiyet açısından verilen değer belirtilirken o dönemde yaşananları kısaca hatırlamakta yarar vardır.

Kız çocuklarını toprağa gömmek… Onlar bunu, namuslarını korumak veya ar telakki ettikleri için, bazıları da sakat ve çirkin olarak doğduklarından yapıyorlardı. Kur’an-ı Kerim de şu ayetler de bu duruma işaret edilir: “Onlardan biri Rahman olan Allah'a isnat ettiği kız çocuğu ile müjdelendiği zaman yüzü simsiyah kesilir de öfkesinden yutkunur durur.” (Zuhrûf-17), “Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda…” Tekvir, 8-9) En’am 137 Ayet-i Kerimesi de putlarla ilgilidir: “Ve böylece onların ortakları, müşriklerin çoğuna, onları helâk etmek için ve onlara kendilerinin dinini karıştırmaları için, evlâtlarını öldürmeyi güzel gösterdiler (süslediler).”

İslamiyet gelince kadınlara hakları verilmeye başlandı. Kadına nafaka hakkı, mehir hakkı, eğitim hakkı, çalışma ticaret yapma hakkı, özel mülk edinme hakkı, kanun önünde eşit olma, oy kullanma gibi haklar Hz. Muhammed (Sav) döneminde olmuştur. Mesela kadınların oy kullanma durumları… Peygamberimiz döneminde yapılan be’yat yani; İslam devletinde yönetici ile yönetilenler arasında yapılan, yönetilenlerin yöneticiye bağlılığını gösteren akiddir. Bey’at, günümüzde oy kullanmaya karşılık gelmektedir. Bey’at, “kadın ve erkeğin, yöneticiye karşı görev ve sorumluluğu kabul etmek üzere yaptığı bir sözleşme” olarak da tanımlanır. Peygamber Efendimiz (Sav) kadınlardan dini hükümlere bağlılık ve Peygambere itaat konusunda biat almıştır. Kadınlar kendi hür iradeleriyle Peygamberimize (Sav) biat etmiştir.

Peygamberimizin güzel hayatı incelendiğinde Kur’an ve hadislerin ışığında ve İslam tarihine bakıldığında da kadına verilen değer açıklıkla görülecektir.

Kadına verilen değer yukarıdaki haklarla da sınırlı değildir: evleneceği eşi seçme ve nikâh akdini yapma hakkı, kadının cinsel hakları, kocası tarafından güzel muamele görme hakkı, kocasını veya başkasını şikâyet etme hakkı, hizmetçi tutma hakkı ve daha birçok haklar…

TARİHTE KADINA VERİLEN DEĞER

Toplumda kadın tarih içinde farklılıklar göstermiştir. Mesela Roma döneminde kadınların hukuk karşısında olumsuz yanlarından bazıları…

Geleneksel Roma evliliğinde kadın manus altındaydı. Kadın manus’lu evlilik yaptığında, hak ehliyetini ve malvarlığını kaybederdi. Manus altında bulunan kadının kocası, onun üzerinde hukuken egemenlik hakkına sahipti. Kadın kamusal yaşamda görev alamazdı. Kadının konumu İmparatorluk Döneminde sorgulanmaya başlamış ve bu dönemde kadın önemli ölçüde hukuksal bağımsızlık kazanmıştı.(1)

Roma'da geçerli olan kadın, ailenin başı, fakat aynı zamanda sonudur) kuralı gereğince kadınlar aracılığıyla aile sürdürülemez ve kadınlar aile reisi olamazlardı.

Roma’da kadın, evlenirken dos 20 adı verilen(kurallar, töreler, adetler gereği) bir malvarlığı değerini kocasına veya kocasının ailesine vermek durumundaydı. Roma’da evin bütün masrafları kocaya aitti. Kadının bu masraflara katılması

gerekmezdi. Bununla birlikte, kocanın masrafları tek başına ve kendi malvarlığından karşılaması hakkaniyete aykırı görüldüğü için, kadın, masraflara katılma payını dos adı altında öderdi (2)

Yunan toplumunda kadın evleneceği erkeğin seçiminde söz sahibi değildi. Evliliğin sona ermesi için erkeklerin boşandıklarını ilan etmeleri yeterli iken, kadınların boşanabilmesi için ailelerinden yaşlı bir erkeğin vasiliğine ihtiyaç duyulmaktaydı.

Eski Yunanlılarda kadının saygı değer bir yanı yoktur. Eşyadan farksız olan bir kadın, tıpkı diğer mallar gibi miras kalır veya birine bağışlanabilirdi. Kocası isterse sağlığında veya ölümüne bağlı olarak karısını bir başkasına devredebilirdi. Kadın, her türlü siyasî haktan mahrumdu.

Çinlilerde kadın, insan sayılmaz, ona isim bile verilmezdi. Çoğu zaman kız çocuklarına isim verilmez,”bir, iki, üç” diye çağırılırdı. Hayatı boyunca bir erkeğin nüfuz ve otoritesi altında bulunmak zorundaydı. Erkek evleneceği kadını, kıymetli hediyeler vermek suretiyle satın alırdı.

Fars toplumunda kadın, kocasına mutlak itaate mecbur tutulmuştu. Bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesi normaldi. Fars edebi metinlerinde, kadına ahlakî olarak iyi bir şekilde yaklaşılmadığını, kadınların da ahlakî bir çöküntü içinde olduklarını görülmektedir.

TÜRKLERDE KADIN

Türk tarihinde bakıldığında kadın; annelik ve kahramanlık olarak karşımıza çıkar. Kadın, at binme, silah kullanma ve savaşabilme gücüne de sahiptir. Türklerde kadın hakkı; “Ana Hakkı” dendiği ve Tanrı hakkı ile eşit tutulduğu belirtilmektedir. (3) Türklerde evlilik genelde tek eşlilik üzerine kurulmuştur.

Orta Asya Türk devletlerinin hepsinde (Iskitler, Hunlar, Göktürkler, Uygurlar) kadın önemli hak ve yetkilere sahip bulunmaktadır. Örneğin Iskitlerde, her kadının Iskit erkekleri gibi savaşçı ve asker olarak yetiştirilmesi geleneği vardı. Bundan dolayıdır ki Iskitli göçebe kadınlar her savaşta erkekleriyle birlikte çarpışıyorlardı. (4)

Büyük Hun İmparatorluğu adına Çin ile ilk barış antlaşmasını Mete‟nin hatununun imzaladığı belirtilmektedir. Selçuklularda hatunlardan bazıları sarayda sultanın yanında değil geçici veya devamlı olarak başka bir şehirdeki sarayda kalırdı. Sultanla birlikte otursun veya oturmasın hatunun emrinde küçük çaplı idarî ve askerî teşkilat, özel bir hazine, özel bir vezir ve diğer görevliler bulunmaktadır. Hatunlar yeri geldiklerinde bulundukları yerden ayrılarak sultanın yardımına gidebilirlerdi.

Osmanlı döneminde aileyi oluşturan en önemli unsurlardan biri kadındır. Osmanlı kuruluş döneminde var olan kadın örgütü Bacıyan-ı Rum teşkilatı ile toplumsal hayatın ayrılmaz bir parçasını oluşturmuşlardır. Anadolu‟daki Ahilik teşkilatının kurucusu olan Ahi Evren‟in eşi Fatma Bacı tarafından kurulduğu tahmin edilmektedir.

Aşıkpaşazade Osmanlı Devletinin kuruluşunda rolleri olan Gaziyan-ı Rum (Gâzîler ve Alpler), Abdalan-ı Rum (Horasan Erenleri), Bacıyan-ı Rum (cengâver hanımlar veya tekke mensupları hanımlar) ve Ahiyan-ı Rum (Anadolu Ahileri) olarak sıralanmışlardır. Türklerde kadın; hem toplum hem de devlet içerisinde bir değere sahiptir.

GÜNÜMÜZDE KADIN

Günümüzde Kadının durumu değerlendirilirken kadının tarih içindeki seyrine de bakmak gerekir. Yukarıda özet olarak tarih içinde kadının durumunu belirtmeye çalıştık. İnsanların yaşayışı, nasıl bir konumda oldukları içinde bulundukları devirlerle de ilgilidir. Örneğin başlık parası…Ülkemizde gelin olacak kızın para karşılığı gelin olması gibi anlaşıla gelen insanları rahatsız eden durum ise günümüzde değerini kaybetmiş bulunuyor. Başlık parasının Çin, Endenozya, Malezya, Burma gibi ülkelerde yaygın olduğu öne sürülmektedir. Başlık parası: evleneceği erkek veya akrabalarının kız babası veya akrabalarına yaptığı toplumlara göre değişen hukuksal ve toplumsal uygulamaları içerse de tarihçilere göre hediye niteliğinde kabul edilmektedir. Buna benzer bir durumda Hindistan, İrlanda’nın kırsal bölgelerinde ve Polanya’da da vardır.(5) Bu ülkelerde de; kızın babası erkeğin babasına güvey için drahma verir.

Yakın bir zamana kadar ülkemizde kamusal alanda başörtüsünün İslam’ın emirlerine rağmen yasak oluşu bu açıdan önemli bir örnektir. Ancak kadının hakları sadece başörtüsüyle de sınırlı değildir. Son yıllarda kadına yönelik şiddetin arttığı da görülmektedir. Kadına yönelik her türlü şiddetin artması sebebiyle 2011 yılında önceki hükümetler tarafından kurulan Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu'nun yerine Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı kurulmuştur. Bakanlık aileyi korumayı amaçlamaktadır. Şiddet maalesef insan yaşamının her alanında görülebilen ve dünyada artan önemli bir toplum sağlığı sorunudur. Şiddetin en yaygın görüleni ise erkeğin kadına ve çocuğa uyguladığı aile içi şiddettir. Kadına yönelik şiddet coğrafi sınır ve ekonomik gelişmişlik ve öğrenim düzeyine bakılmaksızın görülen bir olaydır.

Aile içi şiddetin algılanması ve tanımlanması her zaman toplumun ve bireylerin kültürel değerleri üzerine şekillenmektedir. Küreselleşme, teknolojik gelişim ve yozlaşma sebebiyle aile içi kadın şiddeti devam etmektedir. Kadına yönelik şiddet incelendiğinde; aile bağlarının çözülmeye başlanması ahlaki değerlerden uzaklaşılması ve eğitim düzeyinin düşük olduğu görülür. İlgili bakanlık tarafından 2014 yılında yapılan tespitlere göre; ülke genelinde yaşamının herhangi bir döneminde eşi veya eski eşi tarafından fiziksel şiddete maruz bırakılan kadınların oranı %36’dır (son on iki ayda %8). Bu oranın 2008 araştırmasın %39 olduğu görülmektedir.

Yaşamının herhangi bir döneminde duygusal şiddet yaşayan kadınların oranı %44’tür. Bu oranın 2014 ve 2008 araştırmalarında değişmediği gözlemlenmektedir. Kadının insan haklarının geliştirilmesi, kadına yönelik şiddetle mücadele, çocuğa yönelik şiddetle mücadele, ailenin güçlendirilmesi, aile içi iletişimin artırılması ve aile bireylerinin sorun çözme kapasitesinin geliştirilmesi” konularında çalışmalar ise devam etmektedir. Kadına şiddetin önlenmesi amacıyla Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı güvenlik butonu cihazlarının kullanıldığı Elektronik Destek Sistemi Pilot Uygulaması’nın Adana ve Bursa illerinde başlatıldı. Haziran 2016 verilerine göre Panik Butonu Uygulaması’nın toplam kullanıcı sayısı 120.000’den fazla, aylık kullanımı ise yaklaşık 2860 adet.

Kadına karşı koruyucu ve önleyici tedbirler ise alınmaya çalışılmaktadır. Kadının Statüsü Genel Müdürlüğünce de çalışmalar sürdürülmektedir. Kadına yönelik şiddete karşı hükümet üzerine düşeni yasal yollardan yapmaya çalışmakla birlikte kadını şiddetten eğitim yoluyla korumak daha da önemli ve öncelikli olacağını mülahaza ediyoruz. Zira dini eğitim alan aileler ahlaki sorumluluk sahibi olacaklardır.

Günümüzde kadın cehaletin ve tüketim ekonomisinin hedefi haline getirilerek reklam ve eğlence aracı durumuna sokulmuştur. Kadının iyiliği, iffeti Allahü telânın büyük nimeti olarak bilinmelidir. Kadının huysuzluklarına iyilikle muamele etmeli, iyiliği çoğalıp, her işi seve seve yapınca, ona dua etmeli ve Allahü telâya şükretmelidir. Çünkü kadın ailenin en büyük bir nimettir. İyi davranmak, sadece hanımı üzmemek değildir, ona değer de vermektir. Aile içinde kadın erkek davranışlarında İslami ölçüleri muhafaza etmeliler. Hayat içinde hep güler yüzlü, tatlı dilli olmaya çalışılmalıdır. Bunu yapabilen, rahat ve huzur içinde yaşar.

Kadın her türlü baskılardan korunmalıdır. Ancak daha da önemlisi sağlam olan aile bağlarının çözülmemesidir. Hükümete düşen en önemli görevlerden biri aileyi her türlü tehlikelerden korumaktır. Günümüzde aile yapısını bozmak için televizyon kanalları adeta büyük bir yarış içindedirler. Aile yapısını tehdit eden televizyon programları para kazanma ve bilinçli olarak aile yapısını tahribe yönelik olduğu aşikârdır. RTÜK görevini tam yapmalıdır! Tahsin Yaprak’ın da dediği gibi; “Kadın bir eğlence âleti değil, milletlerin namus ve haysiyet dairesini muhafaza eden milli bir karakter timsalidir.”

Modernite kadın ve erkekleri konforizmin bataklığına itiyor. Kapitalist sistemin amacı ahlaksal bir ilke değil bilakis sömürüye dayalı ticari bir düzendir. Kadınların bir obje olarak görülmekte ve istismarı devam edilmektedir. Kadınlara yönelik fiziki şiddet ve psikolojik baskıların devam etmesi eğitim yoluyla azaltılabilir. Dünyada kadın ve erkeklerde kendi kendine yetememe, özgürlük gibi sosyo-psikolojik bir olgudan da söz edilmektedir. Özgürlüğün sınırları ise müphemiyettir. Kadın ve aile kendi özüne İslam akaidinden doğru beslenerek huzuru bulacaktır.

İslâm’ın dışında kadına değer verdiklerini zannedenler, onu sadece vitrin malzemesi değer ve nefsanî bir meta olarak kullanıp ezmekte, tüketmektedir. Kadın, muhabbete lâyıktır, bir güldür, gülşendir. Türk Edebiyatında da kadın daima ince, sayıya değer olarak görülür ve çiçeklere benzetilir. Ona sevgi de bizzat Allah tarafından bahşedilmiştir. Hayatın gayesi iyi ve güzel bir yaşantıyla mümkün hale gelir. İslâm’ın yüce ikliminde kadın gerçek değerini ve yerini bulmuştur.

DİPNOTLAR:

1)- Roma Toplumunda Kadının Konumu, Doç. Dr. Özlem Söğütlü Erişgin, İnönü Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi Cilt: 4 Sayı:2 Yıl 2013

2)-A.g.m.

3)- Tarihi Süreç İçerisinde Türk Toplumunda ve Devletlerinde Kadının Yeri ve Önemi isimli makale; Yrd. Doç. Dr. Ahmet Gündüz

4)- A.g.m.,Yrd. Doç. Dr. Ahmet Gündüz

5)-İlkel toplumlarda başlık parası geleneği isimli makale, Asis. Dr.Mahmut Tezcan


1932-2024 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447