Yaşar Kemal, 1952 yılının karlı bir Mart ayında İstanbul’dan yola çıkmıştı. Âşık Veysel’i görüp onunla bir röportaj yapacaktı. Sivas-Şarkışla yolarındaydı. Sivas şehir merkezinde arkadaşı İl Milli Eğitim Müdürü Ahmet Kutsi Tecer ile buluştular. Tecer ile birlikte Şarkışla’ya Veysel’in köyüne gittiler.
Yer sofrası kurulmuş, misafirler bekleniyordu. Hemen sofraya oturdular. Hem yemek yeniyor, hem de sohbet ediliyordu. Veysel’in sazı ve sözü herkesi hayran bırakmıştı. Tecer, Yaşar Kemal’in can dostuydu. Sohbet sırasında gelen bir haber herkesin moralini bozmuştu. Erzurum’da bir deprem olmuştu. Can kaybı çok fazlaydı. Yaşar Kemal, Şarkışla’dan Tecer’in bulduğu bir araç ile Erzurum Hasankale’ye doğru yola çıktı.
O dönem gazeteye röportajlar yapıyor, yazılar yazıyordu. İzlenimlerini bir seçki olarak Yapı Kredi Yayınlarından çıkan “Yaşar Kemal Röportaj Yazarlığında 60 Yıl” isimli kitabında toplamış. Öncesinde ise Cumhuriyet Gazetesinde yayımlanmış. O günkü izlenimler bugünü aydınlatıyor:
Üç gündür deprem belgesindeydim. Pasin Ovası kar altında... Kar 80 cm… Issız bucaksız bir ovada en ufak bir kara leke yok.. Ağaçlar bile bembeyaz, donmuş. Bir soğuk, bir soğuk. Havada kuşlar donup kalıyor derler ya işte öylesine öldürücü soğuk, öyle geliyor insana... Güller bile donmuş. Deprem köylerinde bir yerde not alırken ellerim donuverdi, kalem yere düştü. Bu soğuk altında çadır içinde insanlar, Tanrı’nın kahrı diye tam buna derler. Çadırın üstüne, ot, keçe, çul ne bulmuşlarsa yığmışlar ama üşüyorlar. Toprak donmuş. Kurnuç, Serçe Boğazı, Sins, Kalyolaz köyleri dümdüz, yerle bir… Evlerin tamamı topraktan, harçtan. Un gibi oturmuşlar… Etraf hayvan leşleriyle dolu... Köylere girer girmez ilk göze çarpan şey; kar üzerine yayılmış bulunan kırmızı kan görüntüsü oluyor. Ak kar ve kırmızı kan... Karnuç köyünde sadece bir yaprak kımıldamıyor. İnsanların gözleri toprakta. O kadar insanla konuştum da hiçbiri dönüp yüzüme, bana bakmadı. O günden bugüne değişen ne var ki?
Hepsinin başları toprakta ve dikkat kesilmişler dinliyorlar, bekliyorlar yeni sarsıntıları... Âşık Veysel Şarkışla'da. Yaşar Kemal'e okuduğu şiirde duygularını dizelere dökmüştü:
Sam değmiş de bağlar dökmüş gazeli, Hanı harap olmuş Keşan, Erzincan, Nice yiğitleri nice güzeli, Feleğin toruna düşen Erzincan … Bir seher vaktinde uyku çağında, Feryadı dağlardan aşan Erzincan, Dokuz kırk altıda uğradım gördüm, Veysel der, içimden ağladım durdum.Bu ulu Tanrı’dan isteyin yardım. Gayret kuşağını kuşan Erzincan.
Enver Gökçe, Bütün Şiirlerinin olduğu kitapta Adapazarı’nda 1943 yılında yaşanan depremi anlatır: “Adapazar! Erzincan oldun, türkülerdesin. Bir bahar akşamında öldün yüreklerde yasın. Şahan mı vurdu kolun, yaralı. Turna mısın?”
Ahmet Hamdi Tanpınar “Beş Şehir” adlı eserinin Erzurum şehrini anlattığı bölümünde Erzurum'da yaşadığı depremi anlatır. Depremi öğle vakti öğretmenlik yaptığı lisede hisseder. Herkesin çığlık çığlığa sokaklara döküldüğünü ve caddelerde koşuştuğunu gördüğünü söyler. Erzurum merkezde sokaklarda insanların sağ olduğunu fakat köylerde can kaybının çok fazla olduğunu söyler.
İnsanların evlerine girmeyip sokakta çadırda kaldığını aktarır. O sırada Erzurum’a Atatürk'ün geldiğini, Erzurumluların ona çadırda kalmayı önerdiklerini fakat Atatürk’ün halktaki korkuyu yenmek için duvarlarında çatlak olan valilik binasında kalmayı tercih ettiğini yazar… Tanpınar Erzurum’da tanıştığı Tahsin Efendi isimli bir kişiden bahseder. Onu fiziksel ve kişisel özellikleriyle aktarır, çok eleştirir... Bugünkü tedbirsizliği “kader” diyerek kapatan anlayışın temsilcilerindendir. 1939 yıllında Zeliha Avni ve İskender Fahrettin Sertelli tarafından hazırlanan “Anadolu Zelzelesi” adlı kitap Halkevleri tarafından basılmış. Kitabın geliri Erzincan'da yaşamını kaybeden depremzedelerin ailelerine bağışlanmış. Bu kitapta Nurullah Ataç “Erzincan Felaketi” başlıklı yazısında şunları yazmış. Deprem insanoğlunun çaresizliğini ortaya çıkardığı için sinirlendiriyor. Bu felakete uğramışları teselli etmek de zor. Evet, yardım edilir. Yiyecek, giyecek gönderilir fakat o insanların gece gürültüler ile uyanıp soğuk havada sokaklara döküldükleri, çırılçıplak kaldıkları, ölü dostlarıyla saatlerce koyun koyuna kaldıkları unutturulabilir mi?
Aynı kitapta Vâlâ Nureddin “Bu ölümler Cehaletimizdendir” başlıklı yazısında şunları yazıyor: “Unutmayalım ki 25 yıl önce İstanbul’a yangınlar zarar veriyordu. O da cehalettendi. Depremde yeni doğmuş yavruların tahtalar, taşlar arasından çığlıkları duyuluyor. Genç kızlara kardan kefen duvak olmuş, delikanlıların açık kalmış gözlerinde gençliklerine kanmamış insanların hasreti okunuyor Depremin uğradığı her toprak; çığlıkların, feryatların, acıların düşüldüğü bir bölge yaratır. Depremin uğradığı her toprakta yaşayanların kalpleri delik deşik birer ıstırap heykelidir.” Yazar Peyami Safa ise “Derece Şuuru” başlıklı yazısında önemli bir uyarıda bulunuyor. Bugünü anlatıyor. Deprem geçti. Hele şuracıkta titreşen vatandaşları da bir çatı altına sokarsak, olur biter…
Bu da geçer yahu demeyelim. Geçmez bu geçmez. Bir gün Adana’yı sel basar, başka bir gün Erzincan’ı zelzele yıkar, daha başka bir gün limansız Karadeniz kıyılarımız önünde vapurlar batar. Rüzgâra “Esme!”, sulara “Taşma!”, toprağa “Sallanma!” diyemeyiz. Anadolu davasına; eğitim, tarım, kültür, ekonomi ve sanatla teknik olarak çözüm bulmazsak rüzgâr eser, sular taşar; yer sarsılır. Memleket ve Anadolu yıllardan beri olduğu gibi yer yer yıkılır Erzincan harabesine döner.21. yüzyılda ise yazınımızın büyük ustası Ataol Behramoğlu Cumhuriyet Gazetesinde 12 Şubat 2023 tarihli “Suçlusunuz” başlıklı köşe yazısında, on ilimizi içine alan deprem felaketi için kaleme aldığı yazısında sözcüklerde, cümlelerde, paragraflarda suçluları arıyordu. “Bilime saygısızlık, kâr ve çıkar dışında değer tanımamazlık depreme yol açtı. Deprem enkazlarının altında can veren insanlarımıza karşı suçlusunuz, ayrıca tüm insanlığa karşı suçlusunuz.” diyordu. Deprem cephesinde değişen bir şey yok. Böyle gelmiş böyle gider dersek biz bu olayları sürekli yaşarız. Yapılan her şey değersizleşir. Kaderin cilvesi der, geçeriz.