Çam ormanının derinliklerindeki ölü ağaçların kesilip sağa sola devrildiği o uğursuz boşluğun ortasındaydı Basri. Reçine, talaş ve çürük kokuyordu. Sanki Allah’ı görmek için sınırları zorlarcasına göğe uzanan ağaçların ucundaki yaz sıcağı güneşinin ışınları çuvaldız gibi batmıştı ormana. Basri, bir köpek gibi aramış, bulmuştu kan kokusunu. Sonra göğe, çoğu insanın en sıkıntılı anlarında yüzünü çevirdiği o mavi küreye bakmıştı. Bağırmış, ulumuştu adeta. Kargalar, ispinozlar, kumrular susmuştu ve ağustos böcekleri dahi. Hatta geceleri şu sık ağaçların arasından süzülüp geçen, gündüzleri saklanan ruhları, cadıları ve kurtları ürkütmüştü belki bu ses. Ormanın kıyısındaki taşradan daha dışta olan evine gidecekti biraz sonra. Babası Kamuran ve kardeşi Fazıl önden gitmişti.
Kamuran ve oğlu Fazıl’ın üstü başı toz, talaş. Birinin elinde hızar, diğerinin körelmiş bir baltası vardı. İnsana sanrılar gördüren bunaltıcı ağustos sıcağı altında adımlıyorlar. Dümdüz, sapsarı, biçilmiş arpa tarlasında. İkisi de suskun. Ağustos böcekleri onları bunaltıyor. O titrek sıcaklık yükseliyor zeminden. Ara sıra arkasına dönüp bakıyor Fazıl. Sarı tarlanın sonunda karanlık bir orman sadece. Abisinin hâlâ ormandan çıkmadığını söyledi. Ancak derin bir boşluğa söylemişti sanki. Kamuran’ın zayıf gözleri sarı saplarda, ayaklarının dibinden uçuşan çekirgelerde. Düşünüyor, düşünceler akıyor alnındaki derin çizgilerden. Belki hiç duymamıştı Fazıl’ı. Ve belki de duymak istememişti.
Ormana bakan evin kapısına yığıldılar. Yığdılar ellerindeki eşyaları. Yaprak kıpırdamıyor. Su getiriyor Fazıl, ılık. Kamuran’ın aklı, ormanda gördüğü ancak fark ettirmemeye çalıştığı sanrılarda. En az bir aydır görüyordu ve daha görecekti de. Taş evin salonunun ortasına koyulmuş el yapımı masaya kuruldu Kamuran. Diğer köşeye oğlu oturdu. Hiç olmadığı kadar sessizdi ev. Sanki bir yas evi. Kamuran, karşısındaki duvara asılı, bir zamanlar avladığı kızıl bir tilkinin gür kuyruğuna bakıyordu ara sıra, avlanmayı severdi. Geçmiş ve gelecek birer su baloncuğu gibi zihninde bir an belirip patlıyordu. Saatin tik takları bastırıyordu sessizliği.
“Sen iyi bir babasın, bakma sen o kindar abime, ben sana inanıyorum. Hem Kumru’yu alacağız diyorsun, ben onu sevmiyorum.” demek geçiyor Fazıl’ın aklından.
Küçük, yeşil bir tepenin üzerinde, ilkbaharda yenebilecek şifalı bitkilerin ve beyaz, sarı, mor kır çiçeklerinin bittiği o tepededir Terekeme kızı Kumru’nun evi. İşi gücü şifalı bitkilerle ilaç yapmaktı. Çilli ve çirkin bir kızdı. Ve de beyaz tenli. Sarı dişlerini göstererek sırıtırdı hayvan teni kokan ağzıyla, Kamuran’ı uzaktan görünce sarı kirpikleri yapışırdı birbirine. Evin etrafını saran çitin içinde gider gelir, çapa yapar, oraya buraya çamaşır sererdi. O sefil evdeki küfürbaz, yatalak adam çağırdığında yanı başında bitiriverirdi sonra.
Karanlık çökmek üzereydi. Basri, eve ulaştığında çoktan çökmüş olacaktı. Babası, oğlunun eve ulaşmaması için her zamanki gibi beddua edecekti muhtemelen. En azından bir kurt ya da ayıya yem olmasını dilemişti aylarca. Bu dileğinin bir gün gerçekleşeceğine inanıyordu. Hem gerçekleşmese de niye onu öldürmesindi ki? Pek âlâ öldürebilirdi. Ama bunu her düşündüğünde, şurasında bir sızı. Her düşlediğinde kahroluyordu sonra. Bir yastık bile yetebilirdi Kamuran’a göre. İnsanı merhamete sürükleyen o acı dolu bakışları örtmek için en idealiymiş bir yastık -atalarından öğrenmişti-. Mesela birini boğazlarken o sıcak ten, patlak gözler ve kırmızı surat bir ömür boyu insanı pişman edip kahredebilirdi.
Basri’nin gözleri ormanın karanlık boşluklarındaydı. Buradan evi görmesi imkânsızdı. Bugün, baltasıyla en az üç ağaç kesmişti. O ağaçlardan birinin üzerine oturuyordu. Dişli endişeler kemiriyordu içini. Sağ elinde baltası. Baltasının kenarlarında hâlâ kan var mı diye kokluyordu. Kan kokuyordu baltanın kuytu köşeleri. Aniden bir pişmanlık gelip sinsice içine oturdu. Bunca aydır bu anı beklemişti ancak şimdi pişman mıydı? Kendine inanamıyordu. Yüreği daralıyor, bir canavar sıkıyordu sanki. Tuhaf. Ne kadar tuhaftı. Bunu her gece rüyalarında, düşlerinde tekrar etmiş, yaşamıştı hâlbuki. Defalarca bu ormanda her şey olup bitmişti. Provası yapılmıştı her şeyin. Her an her dakika. Ancak tek bir gün bile bir pişmanlık gelip işlememişti. Dün hayat nasıl devam ediyorsa bugün de aynısı olacaktı. Anlaşılan yanılmıştı. Her şey gerçekleştikten sonra başlamıştı aslında. Basri, gerçekle düş arasındaki farkı anlayamamıştı anlaşılan. Elinde silik siyah beyaz bir fotoğraf. Uçsuz bucaksız ve nefretle bakıyordu.
Kamuran kapı önünde, bir lambanın ışığında hızarın kör dişlerini kan ter içinde eğeliyordu. Kıvılcımlar saçılıp kayboluyordu bungun karanlıkta. Bir yandan mırıldanıyordu. Beddua ediyordu belki de. Sanki buraya ait değildi, kendini bir boşlukta hissediyordu. Gözleri lambaya dalmıştı, etrafında uçuşan güveler, böcekler ona yabancı gelmişti. Üzerine sürekli sinekler konuyordu. Elleri ona ait değildi sanki. Bir tuhaftı. Çürümüş hissediyordu kendini. Sanki unutmuş, unutuyordu ya da unutulacak hiçbir şey kalmamıştı hafızasında. Karısını düşünmek istedi, düşünemedi. Bir nokta bile canlanmadı zihninde. Her şey bir tuhaftı. Eşini özlemişti. Bir yanı da çoktan unutmuş gitmişti sanki. Hatta çok iyi oldu ölmesi diyordu aklının kuytu köşesindeki şeytan. Ama Kamuran tövbe ediyordu sonra. Hem Kumru var, 30 yaşında, yeşil tepede, işte orada diye düşündü. Baktı uzağa, çitin içindeki köhne, yıllanmış eve, hiçbir şey belli olmuyordu, kapkaranlık ve sessiz. Belki de hiçbir şey yoktu orada diye düşündü. Ne bir ışık ne küfürbaz adamın sesi ne de bir hayat belirtisi. Zaman orada durmuştu sanki. Sadece dolunay ışığının altında belli belirsiz gözüken, ılık bir meltemin salladığı çitin üzerindeki yıllardan kalma beyaz çamaşırlar ve çatlak pencerede ay ışığı.
Bulanık, küçük bir yağmur suyu gölü. Oraya yaklaşmaya çalışıyor ama geri geri gidiyor. Ve sanki peşinde birileri var, öyle hisleniyor. Gölde kırmızı balıklar çırpınıyor, sonra o gölde kendi yansımasını görüyor aniden. Kara bir surat. Uyanıyor sonra Kamuran. Bir gece yarısı. Cırcır böcekleri ötüyor. Kan ter içinde soluk soluğa kalmış halde aralıyor perdeyi. Terli et kokuyor yatak, dilindeki pası yutuyor. Odadaki nemle her taraf yapış yapış. Kır saçlarının arasından geçiriyor parmaklarını, alnına dayıyor elini sonra. Ay ışığı. Onun kızarmış gözleri pencerede, öylece bakıyor karanlığa. Yine aynı rüya. Sigara yakıyor. Artık onun hayatına hiç uğramayacakmış gibi apar topar uzaklaşıyor uyku. Şimdi ezan sesi bir yaklaşıyor bir uzaklaşıyor, bir an hiç duyulmuyordu. Geceden beri yan odada uyuyan babalarının hakkında sabah saatlerine kadar o sıcak, nemli salonda tartışmalarına rağmen bir türlü bir karara varamamışlardı. Sigara üstüne sigara içmişti ikisi de. Basri, babasının suçlu olduğunu söylemişti ısrarla, pencereden ormana bakarak. Kardeşini ikna etmeye çalışıp kendini haklı çıkarmaya ve bu aylardır çektiği vicdan azabından kurtulmaya çalışmıştı. Ancak Fazıl, reddetmişti. Günahın en büyüğünü işlediğini söylemişti. Zavallının tekisin diye de eklemişti, dar salonu baştan sona adımlayarak. Basri’nin bu sözler üzerine sesi sinirden titreyip tizleşmişti. Ağzından sigara dumanı saçılmıştı konuşurken. Fısıltılı konuşma hararetlenmişti sonlara doğru.
Hiçbir zaman bu vicdan azabından kurtulmayacaksın. Sen bir katilsin!
Uzun, upuzun bir sessizlik inmişti salona. Basri, pencereye dayamıştı alnını. Sen bir katilsin tümcesi zihninin kanyonlarında yankılanmıştı. Öylece beklemişti dakikalarca. Salonun ortasındaki sefil masaya kafasını gömmüştü Fazıl. Küçüklüğünü düşünmeye çalışmıştı, en mutlu anlarını. Ancak bir türlü başaramamıştı. Kaçamamıştı hiçbir yere ne zihninin derinliklerindeki küçüklüğüne ne de başını alıp tanımadığı bir yere. Gerçeklerle iç içeydi. Bir kurt düşmüştü Fazıl’ın içine, acaba olabilir miydi? Basri haklı mıydı? Basri’nin de beynini düşünceler kemirmişti. Katil olduğu kesindi. Bunu biliyordu. Ama boş yere mi katil olmuştu? Böyle bir öç alınır mıydı hem? Hayır, demişti içinden sonra. Babam bunu bilerek yaptı, buna eminim, bunu aylar önce hissetmiştim. Ben öcümü aldım. Ona hiç acımadım. Çünkü o acımasız, gaddar biriydi. Sabah erken bir saatte üçü de peş peşe sessizce yola çıktı. Sarı tarlada üç asker gibi belli mesafelerde, bir çizgi takip ediliyordu sanki. Basri en geride. Omuzlarında birer balta. Kamuran’ın gres yağlı elinde hızar. Üçü de boyunlarına sararmış, beyaz birer bez dolamıştı ve kafalarında birer kirli, yırtık şapka. Yükselen kızıl güneş gözlerini kamaştırıyordu. Yeşil tepenin üzerindeki evin çiğ düşmüş penceresinden Kumru’nun uykulu, kanlı nazarları onları takip ediyordu. Belli belirsiz üç kızıl siluet, adımlıyor sarı tarlanın sonundaki kara ormana. Biraz sonra, işaretlenmiş dev ağaçlar birer birer devriliyordu yine. Arzı titretiyor bu yaşlı, ağır ağaçlar. Yerle bir oluyor bazı yuvalar, gökte daireler çizerek uçuşuyor kuşlar. Basri, nazarlarını o çığlık atan kuşlara kaldırıyor, kendi içinden de çığlık atmak geliyor bir an. Kamuran, gördüğü sanrılara rağmen hiç dinlenmeden, sağından solundan kanlı kadın başlarının belirdiği ağaçların dibine dayıyor hızarın o çark eden keskin dişlerini. Benzin kokusu hızarın homurtusuna karışıyor. Toz talaş uçuşuyor. Ağaçlar her devrildiğinde bir çığlık kopuyor Basri’nin içinden, zihninde birtakım görüntüler beliriyor, kan kokusu yürüyor burnuna.
Düşen ağaçların dallarını, kollarını baltalıyordu Fazıl. Basri, babasına nefretle bakıyordu sonra, gözü seğiriyordu. Kamuran’ın kızıl ensesindeki eti üst üste birikmişti. Baltayı kaptığı gibi babasına doğru seğirtmek geçiyordu içinden. Aniden bitiveriyordu babasının arkasında. Baltayı olanca hızıyla indiriyordu. Sanki şakaklarında çarpıyordu yüreği. Baltayı al, yürü, indir ensesine diye içinden sayıklıyordu. Sonra geçmiş ve gelecek iniyordu aniden gözlerinin önüne. Kararsızdı. Kamuran yaşlı, hasta bir ağacı daha devirmek üzereydi. Devrildi, devrilecek. Az sonra gümbürtüyle devrilirken ağaç, Kamuran da sırt üstü yıkıldı. Buna son anda şahit olan Fazıl koştu. Kör balta ense köküne inmişti. Ancak tereddütle, hissiz kollarla inen balta Kamuran’ın oracıkta canını almamış fakat hareketsiz bırakmıştı. Yarı kanlı, mor, iri bir çizgi ensesinden geçiyordu. Basri, hissiz, dalgın bakışlarla boşluğa bakarak diz üstü çökmüştü.
Kumru ansızın ormanın derinliklerinde belirdi. Bütün bu olan bitene şahit olmuş, Fazıl’ın arkasından bağırıyordu. Fazıl, Kumru’yu takip ederek tek odalı evin sefil salonundan geçti, pencerenin önündeki pejmürde bir çekyatın üzerine yavaşça babasını sırtından indirdi. İçeride kimse yoktu. Sessiz ve nemli bir oda. “Buradaki küfürbaz adam nerede?” diye sormak geçti Fazıl’ın içinden. Kamuran’ın sadece gözleri oynuyor, ayak parmaklarını bile kıpırdatamıyordu. Birer küfür mırıldanıyordu ara sıra. Kumru, adamın başının altına bir yastık koydu, oturdu. Sonra Fazıl’ın sulu gözlerinin içine bakarak annesinin ormanda öldüğü günden söze girdi ansızın. Ağaç devrildiği sırada Kamuran öylece bakıp beklemişti. Bir defa bile seslenmediğinden, uyarmadığından söz etti. Fazıl, kaçırıyordu irileşmiş gözlerini. Ne dinlemek ne de inanmak istiyordu.
Bir ses duydu. Pencereden baktı. Fırladı oturduğu yerden. Basri’nin koşarak eve girdiğini gördü. Fazıl hızla çıktı ardından, tepeden aşağı eve doğru koştu. İçeri girdiğinde Basri’yi ayakta donmuş, bir mumya gibi salonun ortasında buldu. O da bir an dondu. Gözlerine inanamadı. Kanı çekildi. Orada, evet, köşedeki şöminenin önündeki iskemlede öylece oturuyordu Kamuran. Gözleri tilkinin kuyruğuna takılmıştı. Abisinin kolundan tutup sarstı. Donmuştu. Bakışları babasındaydı. Basri, elindeki babasından kalan silik siyah beyaz fotoğrafa bakıyordu. Fazıl’ın bakışları tepedeki eve kaydı. Çatlak pencerenin önünde Kumru’nun çirkin suratı. Ayrık dişleriyle sırıtarak bakıyordu. Tepeden aşağı iniyordu küfürlü, yaşlı bir ses. Fazıl, bu olanların defalarca tekrar ettiğinin farkına varmış, bir döngünün içinde olduklarını biliyordu. Ormanın derinliklerindeki kadının ürkütücü çığlıkları işitiliyordu şimdi.