Şehrin merkezine gidenler hep “Aşağıya gidiyorum.” derdi. Yaşadığımız mahalle, şehrin kuzeyinde, son gecekondu muhitlerinden birisiydi. Okulumuz, oturduğumuz müstakil evin olduğu sokakta, iki yüz metre ilerideydi. Ortaokulun son sınıfına geçtiğimizde okul yönetimi bu mahalleden en azından birkaç okumuş adam çıksın diye not ortalaması yüksek olan öğrencileri bir sınıfta toplayarak özel eğitim verme kararı almıştı. Sınıfta yirmi kız öğrenci beş altı da erkek öğrenci eğitim görüyorduk.
Okulun ilk günü liseye geçen abimden kalan gri kumaş pantolon ile lacivert ceketi giydim. Aynaya bakmaya çekiniyordum. Pantolon paçaları uzun geldiği için içeriye doğru katladım. Annem fırsatını bulduğunda nasıl olsa boyuma göre dikerdi.
Yine abimin giymediği otuz dokuz numara bir kundurayı gözüme kestirdim. Başka bir seçeneğim yoktu. Mecburen giydim. İlk adımı attığımda ayakkabı ayağımdan fırlayacak gibi oldu. Ayakkabının burun kısmına gazete kâğıdı sıkıştırınca ayağıma tam oldu. Ayakkabının ayağımdan çıkmaması için yavaş adımlarla okula doğru ilerledim. Hep abim yüzünden böyle büyük ayakkabılar giymek zorunda kalıyordum. Onun ayağına zevkine göre ayakkabı alınıyor, onun ayağı biraz büyüdükten sonra onun giymediği ayakkabıları yırtılana kadar giymek zorunda kalıyordum. Yaşıtlarım otuz beş numara ayakkabı giyerken benim ayak numaram yaşımın üç katından dört fazlaydı…
Gazetecilik hayalim evin halısına serdiğim boy boy gazetelerde kalmıştı.
Okulun ilk günüydü. Mahallenin akıllı çocukları için oluşturulan sınıfa girdiğimde en ön sıraya oturdum. Herkes benim gibi heyecanlıydı. İlk dersimiz Türkçeydi. Okulun ilk günü olduğu için ders işlenmez, sohbet edilirdi. Geçen yıl derslerimize giren Türkçe öğretmenimiz gitmiş, yerine sonradan sarıya boyanmış saçları ve ilçenin en fakir mahallelerinin çocuklarıyla uğraşmaktan memnun olmadığı her halinden belli yüz ifadesiyle Devran adında yeni bir öğretmen gelmişti.
Tahmin ettiğim gibi ilk gün ders işlemeyeceğini, tanışma faslıyla geçiştireceğini söyledi. Sınıf listesinden tek tek isimlerimizi okudu. İsmi okunan ayağa kalktı. Öğrencileri tek tek inceleyip isimlerimizi aklında tutmaya çalıştı. Tanışma faslı bittikten sonra sınıfa ilk sorusunu sordu.
“Evet çocuklar. Herkesin sırayla kalkıp hayalindeki mesleği söylemesini istiyorum. İleride ne olmak istiyorsunuz?”
Mahallede, özellikle de evde gizli saklı ne olsa babama yetiştirirdim. Babam gazete dağıtıcılığı işinden gelince fırtınalar kopar, benden aldığı istihbarata dayanarak o günkü suçlulardan birisinin kibarca söyleyeyim kulaklarını çekerdi. Tüm iş stresini çocukların üzerinden çıkarırdı. İstihbarat ben olduğum için de en az yaptırımı ben görürdüm. O yüzden bana haberci, Reha Muhtar gibi lakaplar takmışlardı. Bu lakabı içten içe sevmeye, benimsemeye başlamıştım. Bendeki bu ispiyonlama yeteneğini kontrollü kullanırsam iyi bir gazeteci olabilirdim diye düşünüyordum. Gazeteci olma hayalleri kurarken babamın dağıttığı gazeteleri tek tek açar, uzun uzun okurdum. Hatta bir keresinde bir gazetenin aile köşesinde yazım yayınlanmış, babamı gururlandırmıştım. Gazeteyi okuyan abonelerden birisi “Aile köşesinde yazısı yayımlanan çocuğun soyadı seninkiyle aynı. Bu çocuk senin oğlan mı?” diye sormuş. Babam da ne yazdığımdan habersiz gururla “Benim oğlum.” demişti.
Ben bu düşüncelere dalmışken arkadaşlarım sırayla hayallerindeki meslekleri söylüyordu. Onlar sırasıyla mühendis, doktor, avukat, öğretmen derken yeni gelen öğretmenimiz ağdayla aldırdığı bıyığının altından aşağılayıcı bir bakışla gülüyordu. Sınıfta bir kişide astronot olmak istiyorum dememişti. Hepsi devlete kapağı atıp bir ömür boyu rahat yaşamak, sevdiği kızla sırtı devlete dayalı olduğu için kolayca evlenmek istiyordu.
Sıra kısa sürede bana gelmişti. Gazeteci olmak istiyorum diyecektim ama babamın, “Meslek lisesini oku oğlum. Bu sektörde huzur yok. Devlette iş bulur, bir ömür boyu rahat edersin.” nasihati aklıma gelince vazgeçtim. Ayağa kalktım, “Meslek lisesi okuyacağım. Babam söyledi. Devlet işlerinde çalışacağım.” dedim. Öğretmenimiz bıyık altından gülmeye devam ediyordu. Sıra Şenay’a gelmişti. O hayalindeki mesleği söylediğinde ona bıyık altından gülmedi. Bu işte bir bit yeniği vardı ama neyse. Herkes sırayla mesleğini söyledikten sonra öğretmenimiz ayağa kalktı.
“Mühendis, doktor, öğretmen olacaksınız demek. Sizden bir bok olmaz çocuklar, hayal dünyasında yaşamayın. Sizlerin gelecekteki mesleklerini şimdiden görüyorum. İsterseniz tek tek söyleyeyim.” dedi.
Erkek öğrenciler olarak en arka sıralarda oturuyorduk. Ağır adımlarla bize yöneldi. Tak tak ayak sesleri bize yaklaşırken kötü şeyler olacağını hissediyordum.
“Sen! Kalk ayağa. Adın ne senin?
“Mehmet, öğretmenim.”
“Boyun uzun, biraz çelimsizsin. Çok da zeki bir şeye benzemiyorsun. Ancak kadın pazarlayıcısı olursun. Onun yanındaki, adın ne senin?”
“Ahmet öğretmenim.”
“Tıraş da olmamışsın, tiksindim. Senden olsa olsa tinerci olur.”
Benim de oturduğum sol sıraya döndü. Meslek tahmini sırası bana gelmişti.
“Sen, ayağa kalk!”
“Ben mi öğretmenim?”
“Evet, sana diyorum. Duymuyor musun? Boyun kısa, çelimsizsin. Götü yere yakın olandan korkacaksın. Senden bu boyla olsa olsa torbacı olur.”
Aramızda en iyi mesleği uzun boylu Mehmet’e vermişti. Kadın pazarlama işinde daha çok para vardı ama hiçbirimizin hayalinde bu meslekler yoktu. Zaten söylediği mesleklerin bazılarının da tam olarak ne yaptığını anlamamıştık. Okuldaki ilk günümüz bu şekilde geçmişti.
Okul dönüş yolunda annemle karşılaştık. Elinde poşetlerle bakkaldan geliyordu. Elindeki torbalardan birisini alıp eve kadar anneme eşlik ettim. Yolda gelirken öğretmenimizin bana uygun gördüğü meslek aklıma geldi. Tam olarak ne iş yaptığını da bilmiyordum.
“Torbacı ne demek anne? Torbacı ne iş yapar?”
“Bilmiyorum oğlum. O iş yeni mi çıkmış. Torba, poşet satıyor olabilir. Benim aklım böyle şeylere ermez. En iyisi sen bunu babana sor. O daha iyi bilir.”
O günden sonra Türkçe dersleri hep böyle geçti. Ders işlemekten çok hakaretler işitiyor, sürekli aşağılanıyorduk. Öğretmenimizin bize tek olumlu katkısı hakaretleriyle hayal gücümüzü genişletmesiydi. Okulun son günlerine doğru derslere elinde kalemliği ve cetveliyle girmeye başladı. Hakaretler kesmemiş olmalıydı ki, en ufak kusurumuzda önce uzaktan kalemlik fırlatır, sonra cetvelle sıra dayağına çekerdi. Üzerimizin pis olmasındandı sanırım, bize şiddet uygularken elini sürmüyor çeşitli materyaller kullanıyordu, titiz kadındı. Arkasından onu eleştirdiğimizde nasıl oluyorsa haberi oluyor, bir de bunun için şiddet görüyorduk.
Öğretmen bu kadar istihbaratı nereden alıyor diye düşünürken Şenay aklımıza geldi. Tüm yaramazlıklarımıza rağmen bizi sıra dayağına çekiyor, sıra Şenay’a geldiğinde ise onu es geçiyordu. Bu detaydan yola çıkarak onu takibe aldık. Meğerse Şenay, okuldan sonra öğretmenin evine gidiyormuş. Öğretmenin arkasından konuştuklarımızı ileten kişi büyük ihtimalle Şenay’dı. Bu kadar delilden sonra teneffüs arasında ondan hesap sormaya karar verdim. Şenay benden uzun boylu ve yapılı bir kızdı.
“Konuştuklarımızı öğretmene ispiyonlamaya utanmıyor musun?” der demez üzerime yürümeye başladı. İlk hamleyi ona bırakmamalıydım. Bir başladı mı devamını getirir, beni sınıfın ortasında evire çevire döverdi. Elimi kaldırdığım gibi tokadı yapıştırdım. Kadın kısmı böyleymiş. Tokadı yiyince oturdu ağladı. Daha sonra bu olayı Türkçe öğretmenine anlatmış. Türkçe öğretmenimiz ilk dersine sinirle girdi. Eften püften bir sebeple sinirlendi. Cetveli eline alıp hepimizi sıra dayağına çekti. Küçük bir şeye sinirlenmiş gibi yapsa da tüm sınıf yediğimiz sıra dayağının sebebinin Şenay’a attığım tokat olduğunu az çok tahmin ediyordu.
Şenay’a o tokadı atmamalıydım. O davranışım dersteki notlarımıza da olumsuz yansıdı. Yazdığımız dört dörtlük kompozisyonlara verdiği düşük notlardan dolayı son sınıfı bitirip zar zor mezun olduk.
Ortaokul bittikten sonra babamın sözünü dinleyip Liselere Giriş Sınavı’na girdim. Sınavda başarılı olarak ilk tercihim olan meslek lisesini kazandım. Gazetecilik hayalim evin halısına serdiğim boy boy gazetelerde kalmıştı. Uzun yıllar, “Gazetecilik de neymiş? Çoğu eninde sonunda hapse giriyor. Devlet işi öyle mi? Otuz metre kare odada sustuğun kadar özgürsün.” diye düşünerek kendimi avuttum.
Yıllar çabuk geçti. Lise bitti. Babamın dediği gibi de oldu. KPSS sınavında da başarılı olduktan sonra atamam yapıldı. Göreve başladığım taşra şehrindeki iş yerimde en genç iş arkadaşımın oğlu benle aynı yaştaydı. İş arkadaşlarım emekliliğe kaç ay kaldı diye konuşuyordu. Çevre böyle olunca ben de ilk günden SGK primimi sayıp emeklilik yaşımı hesaplamaya başladım.
Hayalimdeki meslek olmasa da en azından geçimimi sağladığım bir işim vardı. Mutlu olmam gerektiğini söylüyorlardı fakat hiç mutlu değildim. Mutsuz olduğum o günlerde geçmişi düşünmeden yapamıyordum. En çok da ilkokul günlerimi özlemle yâd ediyordum.
Sahi, Türkçe öğretmenimize ne olmuştu? Ya sınıf arkadaşlarımdan tinerci, kadın pazarlamacısı olacak dediği arkadaşlarım? Onların akıbetini bilmiyordum ama en azından kendimin torbacı olmadığından emindim. Elimde torba değil de devlet işinde çalıştığım anlaşılsın diye içinde gereksiz şeyleri doldurduğum küçük siyah bir el çantası taşıyordum.
O günlerde Facebook yeni çıkmıştı. İlkokul arkadaşlarımın akıbetini oradan öğrenebilirdim. Arkadaşlarımın isimlerini sırasıyla arama kutusuna yazdım. Profillerini tek tek inceledim. Mühendis, doktor, öğretmen olacağım diye hayal kuranların çoğunun hayaline ulaşamadıklarını öğrendim. Sınıfta hayallerine ulaşan tek kişi bendim. Çıtayı fazla yüksek tutmadığım için sevindim.
Arkadaşlarımla ilgili merakımı giderdikten sonra sıra Türkçe öğretmenimize gelmişti. Onun da profilini Facebook’tan buldum. Aradan beş yıl geçmesine rağmen tüm cesaretimi toplayıp arkadaşlık isteği gönderdim. Daha sonra mesaj gönder butonunu tıkladım.
“Merhaba öğretmenim, nasılsınız? Ben eski bir öğrencinizim, hatırladınız mı?”
“Tam hatırlayamadım, biraz daha bilgi verirsen hatırlayabilirim.”
“Beş yıl önceydi. Ortaokul öğrenciniz Şenay vardı. Size laf yetiştiriyor diye tokat atmıştım. Hepimizi sıra dayağına çekmiştiniz.”
“Aa evet hatırladım. Hiç anlaşamazdınız.”
Hatırlaması beni şaşırtmıştı. Acaba bana “Torbacı olacaksın.” dediğini de hatırlamış mıydı? Ona mesaj yazmamdaki asıl amacım zaten buydu. Haykıra haykıra “Torbacı olmadım. Size sınıfta söylediğim gibi meslek lisesini bitirdim ve atandım.” demek istiyordum.
“Liseyi bitirdim. KPSS’yi kazandım Taşrada bir şehre atamam yapıldı. Verdiğiniz eğitim sayesinde buralardayım. Emekleriniz için teşekkür ederim!”
Cümlemin sonundaki ünleme dikkat ettiyseniz burada kinaye yaptığımın farkına varmışsınızdır. Türkçe öğretmeni olarak onun da bu ünlemdeki mesajı görmesini istemiştim. Mesajımı okuduğunu gördüm. Hemen cevap gelmedi, belki müsait değildi. Bekli de ne demek istediğimi anladı ve utancından cevap veremedi, bilemiyorum. Birkaç dakika sonra, “Valla şu an gözlerim doldu. Tebrik ederim.” diyerek yanıt verdi.
Yıllar sonra öğretmenime dolaylı yoldan da olsa yanıldığını söylemek beni mutlu etmişti. Kendimi zafere ulaşmış bir komutan gibi hissediyordum. Bu zafer coşkusuyla taşra şehrinde daha fazla duramadım. İş yerimden izin alıp çocukluğumun geçtiği şehre gittim. Şehrin yukarısındaki büyüdüğüm mahalleyi ziyaret ettim.
Çocukluğumun en güzel günlerinin geçtiği gecekondular kentsel dönüşüm furyasına kurban gitmiş, yıkılmıştı. Yollar bile değişmişti. İlkokuldan bazı arkadaşlarıma ulaştım. Birkaçı üniversite okumuş, iş bekliyor. Uzun boylu zayıf arkadaşım Mehmet, mahallenin torbacısı olmuş, “Semtimize bizden başka kimse mal sokamaz.” diyor. Başka bir arkadaşımız da cinayetten yirmi yıl hapis yatıyormuş. Şenay da kötü yola düşmüş dediler. Bu gerçeklerle karşılaşınca aklıma Türkçe öğretmenimiz geldi. Benimle ilgili tahmini hariç diğer tüm tahminlerini az çok tutturmuştu sanki…