Şiir Türü Romanlara Göre Neden Daha Az İlgi Görüyor?

Türkiye'de şiir, uzun bir zaman boyunca romanlar ve diğer edebi türlerle kıyaslandığında daha az ilgi görmüş bir türdür. Peki, bu durumun nedenleri neler olabilir? Türkiye'de şiirin neden romanlara nazaran daha az ilgi gördüğünü kısaca anlatmak istiyorum.

Şiir neden daha az ilgi görüyor

Öncelikle, şiirin daha az popüler olmasının bir nedeni olarak eğitim sistemimizi ve okuma alışkanlıklarımızı gösterebiliriz. Ülkemizde eğitim sisteminde şiire yeterli önem ve ağırlık verilmemesi, genç nesillerin şiirle doğru bir şekilde tanışmasını engelleyebilir. Okul müfredatında şiirin yerinin kısıtlı olması veya şiire yeterli öğretim süresi ayrılmaması, öğrencilerin şiiri keşfetme ve anlamlandırma fırsatını sınırlayabilir. Ayrıca, popüler kültürün şiire olan ilginin azalmasına yol açtığını da söyleyebiliriz. Medya, müzik endüstrisi ve sosyal medya gibi platformlar, daha çok hikaye anlatımı odaklı olan romanlar ve daha ticari edebi türleri destekler. Bu durum, şiirin kitlelere ulaşmasını zorlaştırabilir ve potansiyel okuyucu kitlesini sınırlayabilir. 

Şiirin daha az okunan bir tür olmasında, şiirin kendine özgü bir dil kullanması ve anlaşılırlık açısından bazen zorlu olabilmesi de etkili olabilir.

Şiir, kısa ve yoğun bir ifade şekli olduğu için bazı okuyucular için bu ifade biçimi anlamlandırmayı zorlaştırabilir. Bu durum, şiirin anlaşılabilirliğini azaltabilir ve okuyucuları başka edebi türlere yönlendirebilir. Bununla birlikte, Türkiye'de şiirin çok sayıda yetenekli şair tarafından üretildiği ve şiire olan ilginin zaman zaman artabileceği de bir gerçektir. Özellikle şiir etkinlikleri, şairlerin okuma ve imza etkinlikleri, şiir festivalleri gibi organizasyonlarla şiirin daha geniş bir kitleye ulaşması ve popülerleşmesi mümkün olabilir. Sonuç olarak, Türkiye'de şiir türünün romanlara nazaran daha az ilgi görmesinin birçok faktöre bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Eğitim sistemimiz, popüler kültür etkisi ve şiirin anlaşılabilirliği gibi faktörler, şiirin yaygınlaşmasını ve popülerleşmesini zorlaştırabilir. Ancak, şiirin sahip olduğu güçlü ifade biçimi ve birçok yetenekli şairin üretimi, şiire olan ilginin gelecekte artabileceğine işaret ediyor.

Şiir Sadece İmgelerden İbaret Değildir

Merhaba Mehmet Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba, ben Mehmet Sayan. 1969 yılında Erzurum'un Tekman ilçesine bağlı Kalaycı Köyü'nde doğdum. Uzun yıllardır Almanya'nın Köln şehrinde yaşıyorum ve bu şehirde çeşitli işlerde çalıştım. Aynı zamanda üç harika kız çocuğunun babasıyım.

Şair Mehmet Sayan, Sonsuzluğun Sessizliği, Alaska Yayınevi

Sizce şiir nedir? Okurun şiirden aldığı lezzeti hangi imgelere bağlıyorsunuz?

Şiir benim için dilin büyülü bir dansıdır. Kelimelerin, duyguları ve düşünceleri ifade etmek için bir araç olarak kullanılmasıdır. Şiir, estetik bir deneyimdir, zihinleri ve kalpleri coşturan bir melodidir. Okurun şiirden aldığı lezzet, imgelerin gücüne bağlıdır. İmgeler, şiirin dilini zenginleştirir ve okuyucunun hayal gücünü harekete geçirir. İmgeleme katkıda bulunan renkli ayrıntılar, duyusal ayrıntılar veya metaforlar, okuyucunun şiirin içine girmesini ve duygusal bir bağlantı kurmasını sağlar. İmgeler, şiiri gerçekten canlandırır ve okuyucuya derin bir deneyim sunar. Ancak, şiir sadece imgelerden ibaret değildir. Doğru kelime seçimi, ritmik yapı, ses tekrarı gibi dil araçları da okurun şiire olan ilgisini körükler. Duygu aktarımı da önemlidir; şiirde yüreğinizi ve ruhunuzu hissetmenizi istemem, size dokunmanızı istememdir. Şiir, farklı insanlara farklı şekillerde etki edebilir. Kimisi için bir teselli kaynağı, kimisi içinse adeta bir ayna olabilir. Önemli olan, okuyucunun kendi deneyimini şiirin içinde bulması ve kendisiyle bağ kurmasıdır.

Şairlik sizin için ne ifade ediyor? Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Şairlik benim için bir yaşam tarzı ve bir kimlik ifadesidir. Şiir, duygularımı ve düşüncelerimi ifade etmenin yanı sıra dünyaya bakış açımı da yansıtan bir araçtır. Şiir, derinlikli bir bağlantı kurmayı ve insanların kalplerine dokunmayı sağlar. Kendi iç dünyamı keşfetmek ve başkalarının da kendilerinde bir parça bulmalarına yardımcı olmak amacıyla yazdığım şiirler, benim için bir terapi ve arınma kaynağıdır. Yazma yolculuğum, çocukluk yıllarımda başladı. Küçük yaşlardan itibaren şiir yazmaya başladım ve bu tutkum her geçen gün büyüdü. Babam, bu yolculukta en büyük destekçim oldu. Babam da kendisi bir felsefeci ve şairdi ve onun şiirlerine maruz kalmak, beni derinden etkiledi ve ilham verdi. Onun şiirleriyle büyüdüm ve bu, kendi şiirsel anlayışımı geliştirmeme yardımcı oldu.

Yazma süreci bazen zorlu olabilir, fakat destekleyici ve anlayışlı bir çevre, bunun üstesinden gelmemi sağladı. ailem ve yakın arkadaşlarım her zaman yanımda oldular ve bana inandılar. Onların teşvik ve övgüleri, beni daha da ileriye taşıdı ve yazma yolculuğumda güven ve motivasyon sağladı. Şiir benim için hem kişisel bir ifade hem de başkalarına ilham vermeyi hedefleyen bir yolculuk. Babamdan aldığım ilham ve sevdiklerimin verdiği destek, beni bugünkü noktaya getirdi. Şimdi, okuyucularımla derin bir bağ kurmak ve onlara iç dünyamdaki deneyimleri aktarmak için şiirimi kullanmaya devam ediyorum.

Mehmet Sayan, Sonsuzluğun Sessizliği, Alaska Yayınevi

Sorgulayıcı felsefi, derin duygu ve düşüncelerinizi yansıtan şiirlerin yer aldığı Sonsuzluğun Sessizliği kitabının okuyucuyla buluştu. Satırlarınızda hayatın anlamını sorgulayan ve evrenin derinliklerindeki gizemlere dair düşünceler ağırlıkta. Sizi bu varoluşsal sorunlar ve hayatın karmaşıklığı ile ilgili şiirler yazmaya sevk eden nedenler nelerdir?

İnsanlık tarihinden beri varoluşsal sorunlar ve hayatın karmaşıklığı, bizi derin düşüncelere ve sorgulamalara iten temel konulardan biridir. Bu konular, insanın doğasını ve yerini evrende anlamlandırma çabasını yansıtır. Ben de bu evrensel sorulara ve derin duygulara merak duyan biri olarak, şiirlerimde hayatın anlamını sorgulamayı seçtim. Sonsuzluğun Sessizliği adlı kitabımda, evrenin derinliklerindeki gizemlere ve insanın ruhuna dair düşüncelerimi paylaşıyorum. Hayatın anlamını bulma çabaları, varoluşsal boşluklar ve zamanın akışı ile ilgili düşüncelerim, şiirlerimin ruhunu oluşturuyor. Hayat, birçok kez anlamlandıramadığımız olaylarla doludur.  

Acılar, kayıplar, ayrılıklar gibi deneyimler bizim varoluşumuzu sorgulamamıza neden olabilir.

Bu tür zorlu süreçlerde, içsel bir yolculuk başlar ve kendi varoluşumuzun anlamını aramaya başlarız. Şiir, benim için bu yolculuğun bir ifadesi ve bir tür terapidir.Aynı zamanda evrenin derinliklerindeki gizemler de beni etkileyen bir başka unsur. Evrenin sonsuz büyüklüğü, zamanın akışı, varoluşun kaynağı gibi konular, kafamı kurcalayan sorulara neden olur. Bu düşünceler, şiirlerimde somutlaşır ve okuyucularımla paylaşma arzusu uyandırır. Şiir, bu evrensel sorulara ve derin duygulara bir çıkış noktası sağlar. Kelimelerin sihirli gücüyle, okuyucularıma derin bir duygusal deneyim sunmak ve onları düşünmeye teşvik etmek istiyorum. Her bireyin yaşadığı deneyimler farklı olsa da, bizlerin ortak soruları, korkuları ve arzuları vardır. Bu nedenle, şiirlerimi paylaşarak insanların kendilerini bulmalarına ve içsel bir dönüşüm yaşamalarına yardımcı olmak istiyorum.

Türkiye’de şiir türü romanlara nazaran daha az ilgi görüyor. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Türkiye'de şiir, uzun bir zaman boyunca romanlar ve diğer edebi türlerle kıyaslandığında daha az ilgi görmüş bir türdür. Peki, bu durumun nedenleri neler olabilir? Türkiye'de şiirin neden romanlara nazaran daha az ilgi gördüğünü kısaca anlatmak istiyorum.

Öncelikle, şiirin daha az popüler olmasının bir nedeni olarak eğitim sistemimizi ve okuma alışkanlıklarımızı gösterebiliriz. Ülkemizde eğitim sisteminde şiire yeterli önem ve ağırlık verilmemesi, genç nesillerin şiirle doğru bir şekilde tanışmasını engelleyebilir. Okul müfredatında şiirin yerinin kısıtlı olması veya şiire yeterli öğretim süresi ayrılmaması, öğrencilerin şiiri keşfetme ve anlamlandırma fırsatını sınırlayabilir. Ayrıca, popüler kültürün şiire olan ilginin azalmasına yol açtığını da söyleyebiliriz. Medya, müzik endüstrisi ve sosyal medya gibi platformlar, daha çok hikaye anlatımı odaklı olan romanlar ve daha ticari edebi türleri destekler. Bu durum, şiirin kitlelere ulaşmasını zorlaştırabilir ve potansiyel okuyucu kitlesini sınırlayabilir.

Şiirin daha az okunan bir tür olmasında, şiirin kendine özgü bir dil kullanması ve anlaşılırlık açısından bazen zorlu olabilmesi de etkili olabilir. Şiir, kısa ve yoğun bir ifade şekli olduğu için bazı okuyucular için bu ifade biçimi anlamlandırmayı zorlaştırabilir. Bu durum, şiirin anlaşılabilirliğini azaltabilir ve okuyucuları başka edebi türlere yönlendirebilir. Bununla birlikte, Türkiye'de şiirin çok sayıda yetenekli şair tarafından üretildiği ve şiire olan ilginin zaman zaman artabileceği de bir gerçektir. Özellikle şiir etkinlikleri, şairlerin okuma ve imza etkinlikleri, şiir festivalleri gibi organizasyonlarla şiirin daha geniş bir kitleye ulaşması ve popülerleşmesi mümkün olabilir. Sonuç olarak, Türkiye'de şiir türünün romanlara nazaran daha az ilgi görmesinin birçok faktöre bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Eğitim sistemimiz, popüler kültür etkisi ve şiirin anlaşılabilirliği gibi faktörler, şiirin yaygınlaşmasını ve popülerleşmesini zorlaştırabilir. Ancak, şiirin sahip olduğu güçlü ifade biçimi ve birçok yetenekli şairin üretimi, şiire olan ilginin gelecekte artabileceğine işaret ediyor.

Başucu yazar, şair ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Felsefe insan hayatının en derin sorularını sorgulayan ve cevaplar arayan bir disiplindir. Bu düşünce yolculuğumda başucu yazarlarımın kitapları, ruhumu besleyen ve düşünce dünyamı zenginleştiren rehberler oldular. İşte benim başucu yazarlarım:

Sokrates: Antik Yunan düşünürü Sokrates'in etiği ve insan bilgisine yönelik sorgulamaları beni derinden etkilemiştir. "Sokrates'in Savunması" ve "Fedon" gibi kitapları, onun görüşlerini anlamama ve düşünceyi sorgulama becerimi geliştirmeme yardımcı oldu.

Platon: Sokrates'in öğrencisi olan Platon, ideal devletin ve doğrunun arayışıyla tanınır. "Devlet", "Faidon" ve "Banliyo Hikâyeleri" gibi eserleri, beni adalet, ahlak ve bilginin doğasını düşünmeye itti. Ayrıca, yazdığı diyaloglarla felsefeyi daha anlaşılır hale getiren bir yazardır.

Aristoteles: Platon'un öğrencisi olan Aristoteles, mantık, varlık ve siyaset konularında derinlemesine çalışmalar yapmış bir filozoftur. "Nikomakhos'a Etik" ve "Mantık Organon" gibi eserleri, düşüncelerimi sistemli bir şekilde düzenlemeye ve akademik bir bakış açısı geliştirmeme yardımcı oldu.

Friedrich Nietzsche: Zarathustra İthusları" ve "Ahlakın Soykütüğü" gibi eserlerle tanınan Nietzsche, nihilizm ve varoluşçu düşünceleriyle öne çıkar. Onun felsefi eleştirileri, toplumun alışkanlıklarını sorgulamamı ve kendi değerlerim üzerine düşünmemi sağladı.

Jean-Paul Sartre: Varoluşçuluk akımının önemli isimlerinden biri olan Sartre, özgürlük ve sorumluluk kavramlarını derinlemesine ele aldı. "Varoluşçuluk Nedir?" ve "Bir Yazarın Dergi Notları" gibi eserleri, beni insanın özgürlük arayışı ve varoluşsal kaygılar üzerine düşünmeye yöneltti.

Bu felsefecilerin eserleri, benim düşünce dünyamı zenginleştirdi ve insan bilgisine olan merakımı sürekli diri tuttu. Hayatıma yön verme, değerlerimi araştırma ve düşünce yapımı şekillendirme konusunda büyük etkileri oldu. Başucu yazarlarım, dünyayı daha derinlemesine anlamama yardımcı oldular ve birçok soru sormalarıyla beni düşünmeye teşvik ettiler.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Elbette! Yeni Kitabimda "Felsefe, Aşk, Doğa ve Hayat Şiirleri", evrensel temaları birleştiren bir şiir koleksiyonudur. Kitap, felsefi düşünceleri, aşkı, doğayı ve hayatın anlamını keşfetmeyi amaçlar. Her şiir, derin düşünceleri ve duygusal yolculukları içeren, okuyuculara içsel bir deneyim sunar. Kitapta, felsefi düşünceleri aşk, doğa ve hayatın güzellikleriyle birleştirerek derin bir anlam arayışına odaklandım. Aşkın gizemi, doğanın büyüsü ve hayatın anlamı gibi evrensel konular üzerinde yoğunlaştım. Her bir şiir, okuyucuya yaşama yeni bir perspektif sunmayı hedefler. "Felsefe, Aşk, Doğa ve Hayat Şiirleri" okuyuculara içsel bir yolculuk yapma fırsatı sunacak. Şiirler, okuyucunun düşüncelerini sorgulayacak, duygusal bir bağ kuracak ve ruhsal bir derinliği keşfetmeye teşvik edecek. Kitapta sunulan felsefi düşünceler, aşkın gücü ve doğanın büyüleyici kudreti birleştirilerek okuyuculara ilham vermeyi amaçlıyor. Şu anda kitabın final aşamasında olduğunu söyleyebilirim. Yaklaşık 3 ay içinde hazır hale gelecek ve okuyucularla buluşacak. Kitapta yer alan her şiir, özenle seçilmiş ve düzenlenmiştir. Okuyucuların şiirin içine derinlemesine dalmalarını sağlamak için özenle bir düzen oluşturulmuştur.  "Felsefe, Aşk, Doğa ve Hayat Şiirleri" ile okuyucuları düşünceye sevk etmek, içsel bir yolculuğa çıkmak ve hayatın güzelliklerini yeniden keşfetmek için ilham vermek istiyorum. Her bir şiir, okuyuculara hayata, aşka, doğaya ve evrene dair yeni bir bakış açısı sunacak. Umuyorum ki, bu kitaptan okuyuculara ilham verici bir deneyim sunabilirim.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı? 

Sevgili okuyucular, Ben, bir şairim ve kelime denizinde kaybolmayı seven biriyim. Duygularımı, düşüncelerimi ve hayal dünyamı kelimelerin büyüsüyle ifade etmeyi seçtim. Benim dilim, duygusal bir renk cümbüşüdür; bazen sakin mavilerde dolaşırken, bazen ateşli kırmızılara bürünür. Yazdığım şiirlerle insanların kalplerine dokunmayı hedefliyorum. Sözcüklerle dans etmek, düşüncelerimi derinlemesine keşfetmek ve hayatın anlamını sorgulamak, benim için bir yaşam tarzı haline geldi. Yüzeydeki gerçekliğin ötesine geçmeye çalışarak, okurlarımı sonsuzluğun sessizliğiyle tanıştırmayı umuyorum. Felsefeye olan ilgim, şairlik yolculuğumda önemli bir rol oynuyor. Düşüncelerimi analiz etmek, evrenin gizemlerini çözmeye çalışmak ve eksiksiz bir anlam arayışına düşmek, beni daha iyi bir şair yapmayı hedefliyor. Şiirlerimde felsefi bir bakış açısı sergilemeye çalışırken, insanın varoluşsal sorularına dokunmayı amaçlıyorum.

Benim dilim, melankoliyle dolu, hüzünlü bir sesle dans eder. Aşkın karmaşıklığından, doğanın büyüsüne kadar her konuya dokunurken, okurlarıma derin bir düşünce deneyimi sunmayı amaçlıyorum. Sözcüklerimin arasında kaybolacak, duygusal bir yolculuğa çıkacak ve benim dilimdeki şiirin büyüsünü keşfedeceksiniz. Sonsuzluğun sessizliği kitabımda, her bir satırda kendi sesimi yansıtmaya çalıştım. Bu kitapta yer alan yazılar, benim iç dünyamı ve insanlığın ortak duygularını keşfetmek için bir davettir. Şiirlerimde sorular sormak, cevapları aramak ve kendimize gerçekten neden burada olduğumuzu hatırlatmayı umuyorum. Ben, bu satırlarda dolaşan bir şairim. Sessizliğin derinliklerinde, kelimelerin büyülü dünyasında vakit geçirmek isteyen herkesi okyanusumdaki şiirlerime davet ediyorum. Sizlerle bu şiir yolculuğunda buluşmayı sabırsızlıkla bekliyorum. İyi okumalar!

İsmail Hilal Yazdı: Merhaba

Bazen insan ne diyecek ne konuşacak ne söyleyecek bilemez ya, öyle zamanların birindeydim işte. Konuşmak ve yazmak istediğim çok şey var ama kelimeler sanki kayboldular. Aslında mevsime aykırı bir durum bu; mevsim en güzel haliyle etraftayken, insanlar cıvıl cıvıl, sevgililer el ele…  Harflerin kuş sesleri gibi akması gereken demde sanki karlar örtülüydü üzerimde.  

İsmail Hilal

Şu an bile yazarken kırk defa düşünüyorum. Yüzümde çaresiz bir tebessüm, gönlümde yeni başlangıçların yükselmeye başlayan isyanı. Bu öze dönüş değil olsa bilirdim. Olsa olsa kimliğini hiç bilmediğim birine doğru açtığım yeni yelken. Eskimiş elbiseleri, yükleri, gönül yaralarını kenara atmayıp onları yok edip mazide bırakıp hiç olmamışlar gibi yürümeye başlamaktan bahsediyorum. 

Peki, bu nasıl olacak?

Herkes kişisel gelişim kitapları okuyor; yogalar, uzman videoları ve psikologlar çok çeşitli yollar deneniyor. İnsanlar kesinlikle haklı. Siyasal ve toplumsal olarak geçilen zamanı gözden geçirince hak vermemek elde değil. Ancak tek bir yerde hataları var. Kendi hayatlarını kendi psikolojilerinde sadece kendileri yaşayıp anlayabilir. Hiçbir kitap, video, psikolog sizi tam anlamıyla anlayıp yön veremez. Bunların içinde en keskin olması gereken psikolog dahi sizi, sizin gösterdiğiniz kadar tanır ve yol gösterir. Ruhunuza asla inemez. O oda siz ve iradenizin baş başa kaldığı yer. Kim ne derse desin sabır ve inançla belki sürünerek, belki bir süre durduğunuzu zannederek ilerlemek ellerinizde değil, kalbiniz ve o dikenleri temizleyecek tırnaklarınızda gizli. Lütfen bazen geriye doğru bakın, belki temizlenen yerlerde çiçekler açmıştır ve kokuları, devam etmeniz konusunda ruhunuzu güçlendirir.  Unutmayın yolda durup pes de etseniz ya da mücadele de etseniz zaman akmaya devam edecek.  Ve bu ay Barış Manço ile veda edebiliriz. 

“Dostlar merhaba, Yeni bir gün doğdu merhaba.”

Öykü: Sadakat

Çocuk akşam okuldan eve geldiğinde tedirgin bir ruh hali içindeydi. Sanki bir şeyi ailesine nasıl söyleyeceğini düşünüyor gibiydi. Annesi çocuktaki bu değişikliği hemen fark etti. Akşam sofraya oturduklarında anne dayanamayıp sordu, “Kızım bu akşam sende bir değişiklik var. Okulda bir şey mi oldu? Bize söylemek istediğin bir şey mi var?”. Çocuk niyetinin anlaşıldığını sezinleyince bir an için durakladı. Sonra biraz çekinerek, “Arkadaşımın babası ona bir köpek almış. Bugün hep onu anlattı. Benim de çoktan beri içimde bir köpeğe sahip olma arzusu vardı. Ama bunu size bir türlü söyleyemedim. Rica etsem bana da bir köpek alabilir misiniz?”. Anne baba birbirlerine baktılar. Böyle bir teklifi hiç beklemiyorlardı. Kısa bir süre tereddüt ettiler. Sonra baba, “Tabii kızım, neden olmasın. Bir araştıralım gereğini yaparız” dedi. 

Hazım Gökçen, Sadakat

Aile dar gelirli idi. Baba bir fabrikada işçi olarak çalışıyor, anne ise evde sipariş üzerine dantela örüyordu. Şehrin kenar mahallelerinden birinde gecekonduda oturuyorlar, yaşamlarını kıt kanaat sürdürüyorlardı. Üç çocukları vardı. İkisi okula gidiyor biri ise henüz yaşı tutmadığı için evde annesiyle beraber kalıyordu. O gece anne babanın gözüne uyku girmedi. Çocuklarının isteğini nasıl yerine getireceklerdi? Köpeği nereden bulacaklardı? Bulsalar masraflarını nasıl karşılayacaklardı? Duyduklarına göre köpeğin maması, aşısı, ilacı bir hayli para tutuyordu. Zaten beş kişi zar zor yaşamlarını sürdürüyorlardı. En sağlıklı köpek, hayvan satan mağazalarda vardı ama onlara da maddi yönden ulaşmak çok zordu. Babanın aklına birden arkadaşından duyduğu belediyenin bakım merkezi geldi. Bu merkezde sokaktan toplanan sahipsiz köpeklere bakıcı aile bulunuyordu. Birden içini tarifsiz bir sevinç kapladı. En azından ilk aşamayı halletmiş olacaklardı. Artık rahat uyuyabilirdi. Ertesi günü kahvaltıda çocuğa bu konuyu hiç açmadı. Baba heyecanla işe gitti. Arkadaşını buldu. Ondan bakımevinin nerede olduğunu öğrendi. O günün nasıl geçtiğini bilemedi. İş bitiminde hemen evine gitti. Kızına müjdeyi verdi. Ertesi gün hafta sonu idi. Birlikte bakım evine gideceklerini söyledi. Çocuğun sevinci görmeye değerdi. Babasının boynuna sarıldı. Yanaklarından öperek teşekkür etti. O gece gözüne hiç uyku girmedi. Hep köpekle geçireceği anları düşledi. Ertesi gün erkenden baba kız bir komşunun arabası ile bakım merkezinin yolunu tuttular.

Bakımevi şehrin biraz dışında ağaçlık bir yerdi. İdari binanın dışında sahipsiz kedi ve köpek kafeslerinin bulunduğu bir bölüm daha vardı.

Çocuk hemen kafeslerin olduğu bölüme koştu. Köpekler çocuğu ve babasını görünce havlıyor ve kafes tellerine patileri ile parçalarcasına vurup sanki beni sahiplenin dercesine coşkulu hareketler yapıyorlardı. Çocuğun gözü birden hafif sarımsı renkli, fazla büyük olmayan, kulakları düşük bir köpeğe takıldı. Köpek de çocuk önüne geldiğinde ona ısınmışçasına sevimli davranışlar sergilemeye başladı. Çocuk babasına heyecanla “Babacığım, işte aradığım köpek bu” diye bağırdı. Baba çocuğunu orada bırakarak sahiplenme işlemlerini yapmak üzere idari binaya yöneldi. Geçen kısa zaman içinde çocuk ve köpek birbirlerine iyice bağlanmışlardı. Baba kız köpeği arabaya koydular ve eve getirdiler.

Köpeğin gelmesiyle evde büyük bir bayram havası esiyordu. Çocuk sürekli köpeğe sarılıyor yanından bir an olsun bile ayrılmıyordu. Anne, köpek gelmeden hazırlıklarını yapmış, yemlik ve suluğunu almış,  kızının yatak odasının bir köşesinde yatması için yumuşak bir yer minderi sermişti. Köpek ilk geceyi çocuğun yatağında geçirdi. Günler birbirini kovalamış çocuk köpeğe iyice alışmıştı. Anne baba kızlarındaki olumlu gelişmeye inanamıyordu. Çocuğun hayatına alışılmadık bir düzen gelmişti. Öğlenci olduğu için sabah ve okuldan döndükten sonra akşam köpeği dışarıya çıkarıyor, evlerinin yakınındaki parkta dolaştırıyordu. Akşam eve geldiğinde ise sabunlu sularla yıkayıp temizliyordu. Aradan bir hayli zaman geçti. Köpeğin yemleri, ilaçları, aşıları, tıraşı bir hayli para tutuyordu. Kendilerini zor geçindiren aile bir de köpeğe masraf etmeye başlamışlardı. Çocuğun köpeğe ilgisi de gün geçtikçe azalıyordu. O ilk günkü hevesi kalmamıştı. Bu durum karşısında anne baba kara kara düşünmeye başladılar. Uykusuz geceler geri gelmişti. Sonunda köpeği evden uzaklaştırmaya karar verdiler. Çocuğun okulda olduğu bir gün komşunun arabasıyla köpeği oldukça uzak bir yerdeki ağaçlığa bıraktılar. Köpeğin arkalarından koşarak uzun süre arabayı takip etmesine çok üzüldüler ama başka bir çareleri de yoktu. Akşam çocuk okuldan gelip köpeği göremeyince “ Köpeğim nerede? “ diye sordu. Baba üzüntülü bir ifadeyle,“ Köpek bir an için kapıyı açık görünce evden kaçmış. Ne kadar aradıysak da bulamadık “ diye seslendi. Bunu duyan çocuk çok üzüldü ve ağlamaya başladı.

Aradan yaklaşık bir ay geçmişti. Çocuk köpeği çoktan unutmuştu. Bir gece tam yatmak üzereyken dışarıdan yarı havlama yarı inleme şeklinde bir ses duydu. Önce aldırmadı. Ses devam edince kapıyı gören pencerenin perdesini aralayıp dışarı baktı. Birden, “Köpeğim geri gelmiş“ diye bağırdı. Sese uyanan anne baba kapıyı açtıklarında karşılarında zayıflamış, kir pas içinde kalmış köpeği gördüler. Köpek onları görünce kuyruğunu sallamaya ve sevinçle etrafında dönmeye başladı. Bu arada çocuk da geldi ve köpeğe sıkıca sarıldı. Çocuk sevinçten ağlıyordu. Hemen köpeği içeri aldılar. Doğru banyoya götürüp güzelce yıkadılar. Sevinçten uyuyamıyorlardı. Köpek yorgunluktan minderinde uyuya kalmıştı. Birbirlerine sıkıca sarıldılar. Bir yandan sadık köpeklerine sevgiyle bakıyorlar bir yandan da artık hiç ayrılmayacaklarının sözünü veriyorlardı.

Kalemi Pusat Bilmek Kitabı Üzerine

Kalemi Pusat Bilmek, Yazar Ahmet Doğru'nun, Haziran 2023'te KDY Yayınları etiketiyle okurlarıyla buluşturduğu deneme kitabı. Kitapta otuz deneme yer almaktadır. "İlgileri Yazmaya Dair, Algıları Sezmeye Dair ve Olguları Süzmeye Dair" üç bölüm şeklinde tasniflenmiş yazılar. Bu tasnifleme, tasavvuf ve sûfî geleneğimizde olan “hamdık, yandık, piştik” anlayışının, modern anlamda bir benzerini çağrıştırıyor sanki. Bu farika içerisinde, kitap isminden de anlaşıldığı üzere daha çok yazma konusu etrafında temerküz etmiş konular işlenmekte diyebiliriz.

Ahmet Doğru, Kalemi Pusat Bilmek, İlkay Coşkun

Daha çok yazma ameliyesiyle beraber hayatı anlamaya, yaşananları hissetmeye, duyumsamaya, kavramaya ve sorgulamaya yönelik bir yaklaşım sergilendiğini söyleyebiliriz. Yiğitlik, dava, Türklük gibi kavramlarının da geri planda işlendiğini ve kendisini hissettirdiğini söyleyebiliriz. Yazarın "Aşkın Kaleleri" kitabında yer alan "Söz Süvarileri" metaforunun; kaleme ve kâğıda yansıtılmış görüntülerini de taşımaktadır bu eser. Bunlarla birlikte yazar, özellikle yazının haysiyetinin korunması gerektiğini vurgulamaktadır. Sözün alın teriyle, çabayla yoğrulması gerektiğine dikkat çekmektedir. Yazılanlar, fikir ateşinde pişirip dost süzgecinden geçirilmiştir. Acıyla, çileyle ve kutlu düşünceler ile mayalanmıştır. Bu işçilik ki soylu bir üretimi gaye edinmektir. 

Yazar, yazmayı bir cenk gibi görür. Hakkın ve hakikatin cenginde, yerine göre kendinden geçer yerine göre dellenir.

azarak hayatta ve ayakta kalma kavgasının kutsiyetine inanır. Ama bütün bunları sesiyle, kalemiyle, sanatıyla ve edebiyle yapar. Pusat mücadeleyi, savaşı imler. "Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı" muhkemliğindedir bu mücadele. Kalemine halel getirmeyen bir doğrulukta ve şaşmazlıkta bir muhkemliktir bu çaba. Yazar; yazı, dil ve sözü bitişik nizamda görür. Bu üç olgununda birbirini bütünlediğine inanır. Gerek anlatımlar gerekse de alıntı sözlerden bunu anlıyoruz. Mesela dil, Kutadgu Bilig'de şu şekilde ele alınır. "Kara başın düşmanı kırmızı dildir; o ne kadar baş yemiştir ve yine de yemektedir. Başını kurtarmak istersen dilini gözet; dilin her gün senin başını tehdit eder" Başka bir taraftan yazar şunları söyler. “Kelime ile söz gövdelenir, düşünce dağlaşır. Dolayısıyla düşünce kelime dallarıyla gürleyen söz ormanıdır” (sayfa 23). Yazar ayrıca, kelimelerin daha bilindik anlamlarının yanında yan anlamlarıyla da ilgilenir. Kelime kırmalarıyla da farklı anlamlara ulaşmaya çalışılır. İzninizle bir kısmını burada dercedeyim. “Eğ(r)ilmez, kes(k)in, yazı(k)lanmış" şeklinde örneklendirebilirim.Kitabın içeriğinde dikkatimi çeken, beğenimi celp eden bazı ifadeleri buraya taşımak istiyorum. “Yazdıkça duruş kavileşir, yazdıkça hedef belirginleşir” (sayfa 16), “Acı mutlaka gelip bir ucundan tutardı yazının. Hele şiirler, hüzne ve kedere bandırmadan, bulaştırmadan gözlerini açamazlardı” (sayfa 20), “Yazarak düşünmeye kalkışmak, sistemli bir çalışmayı ve bereketli bir çabayı da doğurur” (sayfa 25). Bunlar gibi etkili, derinlikli, güzel tespitler çokça yer almaktadır. Son bir örnekle konuyu nihayete erdirelim. “Gençlik insanı aceleci kılar, sabrı cami avlusunda doksan dokuzluk tesbih deviren yaşlı dede zanneder. Muradı gözetmek ehli sabrın işidir, iradı kullanmak da aceleci insanın...” (sayfa 62)

Anlatımlarda Türk İslam medeniyetimizin ve kültürümüzün izlerini görmekteyiz. "Kudüs, ibadetimizin kıblesi olmasa da acılarımızın kıblesi olmuştur. Tuna yürek yaramız, Tanrı Dağları dinmeyen sevdamızdır" (sayfa 21) gibi. Ayrıca sözleri alıntılanan veya ismine gönderme yapılan birçok değerimiz vardır. “Yunus, Mevlana, Şeyh Galip, Nedim, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, Osman Yüksel Serdengeçti, Dilaver Cebeci, Âşık Veysel, Muallim Naci, Mehmet Akif, İsmet Özel, Fatih, Akşemseddin, Sinan” gibi isimleri aklıma ilk gelenler olarak sıralayabilirim.

Yazmak için yazabilmek için ulvi, hayal ötesi, sezgisel, derinlikli bakışlar gerekmektedir. “Koşan ata mahmuz vurulmaz” misali olayında olduğu gibi derinliğine, gerisine vakıf olma, durup düşünme, sükûneti yaşama sahip olmak gerekiyor. Kör buzağının dahi toparlanabilmesi için ekinlerin baş vermesi gerektiği gibi bir durum, bir kıvama gelme illaki gerekecektir. Okuma ile yazma arasındaki böylelikle birliktelikler insanlığa yeni yeni kapılar aralayacaktır. Deneme ve edebi türlerin genelinde okur, hiç karşılaşmadığı bir kelimeyi, bir sözcük dizinini aramaktadır. Derinlikli olan, akla az gelen veya hiç gelmemiş olan fikirleri arar okuyucu. Hatta okur, muamma gibi kafasında soru işaretleri bırakılmasını da ister. Ahmet Doğru'nun bu deneme kitabında da bahsettiğim bu öz duruş hali görülmektedir. Son olarak, yazarın bu denemeleri, hayat felsefesini yazma ve okuma üzerinden edinmek isteyenler için derinlikli fikirler, yol ve yöntemler sunmaktadır. Bu denemeler özellikle yazmaya heveslenenler için şümulLü bir tesir halkası hüviyetinde önemli bir değer olacaktır. İnkişaf, hak ve doğruluk üzerine husule gelen bu anlatımlar okuru aydınlığa ve geleceğe taşıyacaktır. İyi okumalar. 

Öykü: Üç Kaada Geldik

Sabaha kadar yağmur yağmıştı. Ankara'ya gelişimden beridir böyle fırtınalı ve sağanaklı bir gece daha hatırlamıyorum. Ansızın şimşek çakıyor; gece, eflatuni bir renkle aydınlanıyordu. Dışarıda, iplik iplik uzayan yağmur taneleri uygun bir açıyla bekâr odamın camlarını dövüyor, pencerenin denizliğinden ince ince içeriye sızıyordu. Bir kaç havluyu ıslattığını hatırlıyorum. Hastaydım. Ağır bir grip geçirmiştim. Kronik bronşit hastası oluşum, gribi bir haftada atlatabilmeme müsaade etmiyordu. Nezleyle başlayan hastalık ciğerlerime sirayet ediyor ve uzatmalı hastalığım tekrar nüksediyordu. Şükür ki iyileştikten sonra bir başka gribe yakalanana kadar hiç bir şikâyetim kalmıyordu. Yeni yeni iyileşiyordum. Ve anca içtiğim tütünün tadını bulmaya başlamıştım.
Hüseyin Avni Cengiz
Bir sigara yaktım. Sigaranın dumanını odanın insafsız boşluğuna üfürdükten sonra düşünmeye çalıştım. Duman dosdoğru gidiyor, sonra burgaca giriyor ve dağılıp odanın duvarlarına siniyor. Lâkin yağmurun dışarıdan içeriye akseden hışırtısı yeterince düşünebilmek için sessizliğe mahal vermiyordu. Pencereye doğru yürüdüm ve perdeyi araladım. Karşı çatının patlayan hortumundan yağmur sel gibi boşalıyordu. Döküldüğü yerden binanın saçaklarına doğru sıçrıyor daha sonra küçük küçük arklara dönüşüp gövdesindeki mini bir parlaklıkla bir yerlere akıyordu.  Ansızın bir şimşek daha çaktı. Sokağın ilerisinde bir insan gölgesi belirdi. Başının üstüne pardösüsünü çekmiş, telaşla karşıdan karşıya geçti ve binaların saçaklarına sığınmaya çalıştı. Daha önce görmeseydim fark edemezdim ama şimdi onu takip edebiliyordum. Bölgenin yabancısıymış gibi binalara bakarak bizim eve doğru yaklaşmaya çalışıyordu.
Rüzgâr, bazen üzerindeki örtüyü kaldırıyor; bazen de sıkı sıkıya adamın vücuduna yapıştırmaya çalışıyordu. Ve çok iyi görebildiğim bir mesafeye ulaştıktan sonra iki bina arasında kayboluverdi. Adamın nereye kaybolduğunu düşünürken derinden bir kampana sesi işitildi. Tanıdım. Son banliyö treninin sesiydi. Son dediğime bakılmaz belki de günün ilk banliyö treni idi bu. Bilemiyorum. Caddeye paralel bir şekilde uzayan demiryolundan ağır ağır tren geçiyordu. O esnada yağmurun biraz dinmiş olması treni çok net görebilmeme imkân veriyordu. Gördüğüm kadarıyla trende fazla kimse yoktu. İnsanların bazıları yüz yüze oturmuşlar, kimileri yalnız bir şekilde...  
Kimi bir şeyler okuyor olmalı kimi anlamsız gözlerle dışarıyı seyrediyordu. Hepsinde kabullenişin sükûnu…
Sanki bir suçlu treni gibi görünmüştü gözüme. Kimdi bu insanlar, nereye gidiyorlardı?
Belki vardiyalı sağlık çalışanları, belki fabrika işçileri…
Sincan’dan Cebeci’ye giden trendeki insanlar gecenin ya da sabahın bu saatinde nereye gidiyorlar? Başkent Ankara’nın devlet dairelerinde gece bekçileri, temizlik hizmetçileri ya da odacılar olmalıydı bunlar. Devlet dairelerini bekleyecekler. Temizliklerini yapacaklar. Bakanlar, devletin takım elbiseli, kravatlı yüksek bürokratları ve her dereceden memurları, sabah mesaiye geldiklerinde pırıl pırıl mekânlarında göreve başlayacaklar. Çalışacaklar. Çok çalışacaklar. Tertemiz takım elbiseleriyle masa başlarında oturarak pamuk tarlalarında çalışan ırgatların sosyal güvenlik meselelerini tartışacaklar. Pamuğun taban fiyatı hakkında hararetli şekilde görüş alışverişinde bulunacak ve raporlar hazırlayıp üstlerine sunacaklar. Çıt çıt atölye sahiplerine, fındık tüccarlarına, orta ölçekli girişimcilere düşük faizli devlet destekli krediler ayarlayacaklar.  Kahvelerini yudumlarken de kahve ithalatı yapan pek muhterem iş insanlarımızın gümrük işlerini tanzim edecekler. Kahve taşıyan gemilerin uluslararası sularda güvenli seyri için gerekli tedbirleri masa başında alacak bu bürokratlar. Hatta ülkenin dış politika stratejisini oluşturacaklar.
İşte Sincan’dan gecenin ya da sabahın bu vakti banliyö treninde seyahat eden bu insanlar mesai başlayana kadar devlet dairelerini beklemek, temizliğini yapmak ya da çay kazanlarının altını yakmak için gidiyor olmalılardı. Yahut siyasi partilerin veya sendikaların genel merkez çalışanları da olabilirlerdi tabii. Başkentin banliyö semtinden merkezine doğru bu saatte neden gitsinlerdi ki? Tabii aralarında istisnalar da olabilirdi. Bu gidişi bir de yaşlı dedelerimizin ocak başı imgeleminden biliyorum. Daha eşit bir dünya için bir saat içinde evleri boşaltılarak trenlere doldurulan milyonlarca insan Orta Asya’nın buz kesen bozkırında seyahat halindedir hâlâ. Yolda ölenlerini trenin kapısını açarak bozkır boşluğuna terk ede ede giden trende. Nereye gidiyorlar? Daha adil; daha eşit bir dünyayı kurmaya. İroni, kesinlikle ironi, dedim kendi kendime.  90’ların sonrasında ironi öne çıkacak gibi görünüyor.
Hafifleyen yağmurun titreşimlerinin ötesinde ağır ağır tren gözümden kayboldu. Tam bu esnada deminki kaybolan adam beliriverdi. Evimizin tam karşısındaki binanın adına baktı ve kapısını itekledi, Kapı açıktı. İçeri girip lambayı yaktı ve tekrar dışarı çıktı. Elindeki kâğıda tekrar baktı. Kapı zillerini inceledi. Düğmeye bastı ve beklemeye başladı. Daha sonra tekrar tekrar bastı fakat öyle zannediyorum ki kapıyı açan olmamıştı. El kol hareketleriyle dövünür gibi yaptı ve oradan ayrıldı. Caddenin karşısına geçti yağmura aldırmadan; daha sonra fark ettiğim stop lambaları yanar vaziyette bekleyen eski püskü bir otomobile bindi ve oradan uzaklaştı. Perdeyi kapattım…
Şiir yazmak istiyorum. Yazamıyorum, uyumaya çalıştım uyuyamadım, derken ansızın acı acı kapının zili çaldı. Bu da kim ola bu saatte? Bu saatte dediğime bakılmaz sabah olmuştu belki de. Kapıyı açtım. Hırpani görünümlü, epeyce yağmur yemiş bir köylü. Tanıdım onu yağmur altında adres arayan kişiydi bu.
“Buyurun, kimi aramıştınız?”
“Fazilet apartmanı daire 5, değil mi burası?”
“Evet, dedim. A.’nın evi burası değil miydi? Kendisi, Bilmem Ne Bakanlığı’nda İnsan Kaynaklarında çalışır!”
“Hayır, dedim. Ben buraya taşınalı neredeyse üç ay oldu.”
“Tüh, buradan da mı taşındı o ...? (Galiz bir kelimeyi isim yaptı aradığı kişiye.) Bakanlıklarda işe sokacadı beni. Gitti davarın neyin parası da desene... Kaptırdık mı ne!”
Yüzüne bakakaldım. Kapıyı kapatıp apartmandan indi. Ben de pencereye koşarak köylünün apartmandan çıkışını görmek istedim. Arabaya doğru yürüdü hafifleyen yağmurun altında. Bir şeyler homurdanıyordu. Aracın açık penceresinden bakan şoföre: “Yörü möhtar yörü, uç kaada geldik.”

Eşitsizlik Okuma Oranını Düşürüyor

Merhaba Deniz Bey, çoğu okurumuz sizi Deniz’in Gözü ile Film Dünyası kitabınızdan tanıyor ama yine de okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Adım Deniz Boyraci 1981 Kars, Digor’da doğdum. İlk ve orta öğrenimimi Digor'da, liseyi ise Iğdır Atatürk Lisesinde tamamladım. Daha sonra eğitim hayatımı İstanbul'da sürdürdüm İstanbul'da kısa bir süre gazetecilik yaptıktan sonra Avrupa'da yaşama kararı aldım. Uzun yıllardır Avrupa'da gazetecilik yapmaktayım. 2022 yılında kaleme aldığım "Deniz'in Gözü İle Film Dünyası" adlı eserimle edebiyat dünyasında okuyucularla buluştum. Yazma serüvenimi şöyle açıklayabilirim: İnsan okur öğrenir  bilgiyi biriktirir. Biriktirdikleriniz belli bir süre sonra içinizden dışarıya doğru taşmaya başlar. Bendeki yazma tutkusunu  artık içime sığmayan duygu ve düşüncelerimin taşması olarak adlandırabilirim. Bu tutku ve düşüncemi paylaşma isteğim beni böyle bir yolculuğa çıkarttı. Bu yolda öğrendiklerimi sizler için yazdım. Yazma tutkusu ve yeteneği heyecan verici hikâyeler yaratma  hevesi ve düşüncesi, aynı zamanda Bir olay örgüsü içerisinde yeni olanı, farklı olanı tanımak değerlidir. Benim için bu motivasyonla, duyguları ve değerleri realiteden fazla uzaklaşmadan kaleme almak önemlidir.

Deniz Boyraci

Okuduğunuz bir birinden güzel eserlerle ilgili duygu ve düşüncelerinizi okuyucuya akıcı bir şekilde aktardığınız ikinci kitabınız Deniz’in Gözüyle Kitap Dünyası Alaska Yayınevi’nden çıktı. Tebrik ederiz. Deniz’in Gözüyle Kitap Dünyası’nın ortaya çıkış sürecini anlatır mısınız?

İnceliğinizden ve güzel sözlerinizden dolayı teşekkür ederim. Daha önce okuduğum, içimde yer edinen ve önemli bulduğum  eserleri sizler için tekrar okuyup analizlerini yazdım. Bu eserlerin özellikle sosyolojik ve psikolojik açıdan sunduğu izleri takip ettim. Deniz'in Gözüyle Film Dünyası adlı kitabım çıktığında bu eserin bir kitaplar serisinin başlangıcı olduğunu söylemiştim. Deniz sizler için izledi, Deniz sizler için okudu ve izlenimlerini farklı bir perspektiften yazdı. Yeni kitabım  aslında bir sürpriz değildi, ilk kitabımdan sonra  ifade ettiğim gibi  "Denizin Gözüyle" adlı projemin bir parçası olarak okuyucularımla tekrar buluşuyorum. Bu sefer yolculuğum kitapların dünyasına oldu. Kitaplar dünyasındaki gezintimiz, farklı tarihlerde, farklı coğrafyalarda farklı kültürlerde olacak.

Kitabınızı okuyacak okurları neler bekliyor? Okurlarınıza neler söylemek istersiniz?

Bu kapsamlı bir soru olduğundan etraflıca cevap vermeye çalışayım. Bu eser için farklı türlerden kitaplar seçtim. Kitapları sadece okumadım onları hayal ettim, yaşadım yazarlarla yolculuklar yaptım. Derin analizleri sağlayan şey yazarları ve hayatlarını okumamdı, kitapların arka planları ve hikâyelerini mercek altına aldım. Şöyle ki: İnsan bir kitabı neden okur? İnsan merak eden bir canlıdır. Merak ettiği için okur.  Tecrübe etmeden tecrübe sahibi olmak için okur. İnsan merak eder, İnsan anlamak ister, insan ön görmek ister. İnsan sebebini bilmek ister, insan dünyasını değiştirmek ya da değişenin ne olduğu nasıl değiştiğini bilmek ister. İnsan okur... 

Her bir kitap yeni bir hayata başlamaktır benim için. Evreni, doğayı, kadını, çocuk olmayı, tiranı, tanrıyı, inancı, sevinci, aşkı, devrimi, evrimi ve daha sayamadığım nice gerçekliği anlamak için okur  Okuduğum eserlerin bende bıraktığı izleri yazdım. Her bir kitap ruhumun kendi bedenimden ve kendi yaşadığım andan kopup başka bir hayatı başka bir insanı tanımasıdır. Okuduğum her kitap bir hayata, bir tarihe, bir sosyolojiye bir insana yolculuktur. Yolculuk notlarımı kitaplaştırdığım bu eserimin okuyucularımı okuma yolculuğuna çıkarması dileğiyle yazdım.

Deniz'in Gözüyle Kitap Dünyası, Deniz Boyraci

Türkiye’de kitap okuma oranlarının düşük olmasıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?

Kitap okuma oranı toplumun eğitim düzeyini belirler, Son yıllarda Türkiye'de refah düzeyinde aşırı  bir düşüş ile birlikte sosyokültürel ortam, kutuplaştırıcı ve gerilim yüklü olduğu için insanlar kitap okuyacak bilişsel ve psikolojik düzeyden uzaklaşmıştır. Kendi temel insani ihtiyaçlarını karşılamada zorlanan, emeğinin hakkını alamayan ve kaygılarından kendisini arındıramayan bireylerin oluşturduğu toplumda kitap okuma oranının yüksek olması beklenemez.

Böylece toplum okuma alışkanlığı olmayan her toplum gibi birbirini anlama kabiliyeti düşük çatışma ve kavga ile problem çözmeye çalışan derdini ifade etmekte zorlanan bir hale dönüşmüştür. Bu şekilde,  neyi bilmediğinin farkında olmayan, bildiklerinin kendisine yeteceği sanrısını gören bireyler giderek artmaktadır ve toplumun iletişim kalitesi düşmektedir. Olgular ve kavramlar üzerine düşünmek yerine yalnızca gündelik kaygılar ve kavgalar pençesinde yıpranmaktadır. Siyasal rejimlerin belirlediği eğitim sisteminin okuma oranı üzerindeki etkisi büyüktür.  

Fırsat eşitsizliği, cinsiyetler arası  eşitsizlik yani genel olarak eşitsizliğin kendisi de okuma oranını düşürüyor.

Örneğin okumaya en uygun ve meyilli olan  kadınlardır, onlar sabırlarıyla yetenekleriyle, hayatı örmeleriyle çocuk yetiştirmeleriyle örnek iken en fazla onlar eziliyor Türkiye'de. Kadın, kadın olmasının yanı sıra anne ve ailedir. Bu durumda toplumdaki okuma oranı nasıl yükselsin? Toplum topallaştırılmış bir ayağı devre dışı. Bu durumu tedavi etmek düzeltmek lazım. Diğer taraftan çocukların bir kısmı işçi olarak çalıştırılıyor diğer yandan entelektüel olarak kazanımlar elde etmesi gereken yaşlarda bu yetiştirilme kalitesinden uzakta büyüyor.

Durum  içler acısı, dolayısıyla toplumun ekonomik refahın düşüklüğü, sosyal  refahın kaotik durumu, huzur ve adaletten yoksunluk  kitap okuma oranlarını negatif olarak besleyen  bir meseledir. Refah yükseldikçe okuma oranı yükselir okuma oranı yükseldikçe özgür ve doğru  seçimler yapılabilir.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Yeni kitabım toplumsal duyarlılık içerikli bir çalışma olacak. Ayrıca bir de şiir kitabı olacak. Bu sefer duyguların dünyasında gezeceğiz. Bu kitap çalışmaların henüz başlangıç aşamasındayım. 

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Konuşmamın başında bir kitap dizisinden bahsettim. Özellikle dijitalleşme ile beraber toplumda kitapların okunma oranları düştü, bu durum karşısında bende böyle bir eseri yazmanın doğru olduğuna inandım, yazdığım eseri okuyan insanlar bu kitap üzerinden 30 tane  kitabın bilgisine ulaşmış olacaklar. 30 yazarı tanıyacaklar, 30 tane olay örgüsüne merhaba diyecekler. Bu eserleri  okuyacaklar bir kitap ve hikâye rehberi niteliğinde okumaya özendirecek bir eser olmasını istedim.

Ayrıca  Deniz'in bakış acısıyla okudum, analiz ettim ama başarılı olmamın anahtarı okuyucularımın elinde. Kitabıma gösterilen ilgi, satın alınan her  kitap  bir destektir; unutmayalım bu yaklaşım ve ilgi yeni eserlerin ortaya çıkmasına vesile olabilecek en büyük etkendir. Biz yazarlarda okuyucunun reaksiyonuna bakarak ilham alır ve yazarız, okuyucularımız bizim aynamızdır, onlar isterlerse  bizi büyütebilirler de  küçültebilirler de.

Şunu da  söylemeden geçemeyeceğim: Bana göre kitaplar kutsaldır: Her din, her kültür ve her ideolojide insanlığa kitaplar rehberlik etmiştir. Bu kutsallığa yaklaşımımız layıkıyla olmalıdır. Kitaplara hayatımızda yer verelim. Kitaplar  anlayış konusunda insanı olduğundan çok çok daha iyi bir noktaya taşırlar. Kitaplar insanlara arkadaştırlar yoldaş ve sırdaştırlar. İnsan sağlığı ve hafızasını koruması açısından terapi ve ilaçtırlar.  Okuma ve yazma serüveni pozitif bir sirkülasyon gerektiriyor, onun için yazarları yazma serüvenlerinde yalnız bırakmayalım desteklerimizi sunalım onları yaşatalım ki, onlar da topluma iyi eserler sunabilsin. Okuma ve anlam yükleme yolculuğunuzda sizlerleyim.

Türkiye'deki Gazetecilik Anlayışı Masaya Yatırıldı

Medyadaki dezenformasyonun önlenmesi için kopyala-yapıştır haber mantığının ortadan kalması gerektiğini savunan Yüzseven, uluslararası ajanslara yönelik mekanizmaya bağımlığı da “Dünyaya Batının gözleriyle bakıyoruz” sözleriyle irdeleyerek, “Uluslararası ajanslar, haberi servis etmeden haber geçmemek gibi bir durum sergiliyoruz. Haberin teyit edilip edilmediğini bu ajansların tavrına göre belirliyoruz. Bunun değişmesi gerekiyor.” dedi.

Türkiye'de Gazetecilik

Geçmişi 18. yüzyılın ortalarına dek uzanan Rami Kışlası, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yoğun gayretleriyle yürütülen aslına uygun restorasyon, renovasyon ve yeni inşa çalışmalarının tamamlanmasıyla Rami Kütüphanesi olarak yeniden hayat buldu. İstanbul’un en büyük kütüphanesi konumunda bulunan Rami Kütüphanesi’nde gerçekleşen söyleşide medyadaki dezenformasyon süreci, gazetecilik mesleğinin sıkıntıları, Türkiye’de ve dünyadaki habercilik anlayışı Gazeteci ve Sunucu Duygu Gecu Yüzseven ile alındı.

Medyadaki dezenformasyonun önüne geçmek için mesleki eğitimin önemini vurgulayan Yüzseven, “Genellikle çok farklı farklı mesleki gruplardan gazetecik yapan meslektaşlarımız var. İletişim fakültesi mezunu arkadaşlarımız biraz daha azınlıkta kalıyor. İster iletişim fakültesi mezunu olsun isterse başka meslek gruplarından arkadaşlarımız olsun eğer gazetecilik mesleğine gönül veriyorlarsa kitleleri doğru bilgilendirme görevimizden dolayı medya okuryazarlığı konusunda ek bir eğitim almaları büyük önem taşıyor.” dedi.  

Kopyala-yapıştır haber mantığı dezenformasyona yol açıyor

“Kopyala yapıştır haber mantığının değişmesi gerekiyor.” Diyen Yüzseven, “Bir habercinin gerçekten haberi araştırması gerekiyor. Haberi yazması, haberin peşinden koşması gerekiyor. Örnek verecek olursak depremde herkes belki iyi niyet amacıyla oradaki bilgilerin hepsini tweet attı, uyarmaya çalıştı ama haber yanlıştı. Bu dezenformasyona yol açtı. Tıpkı haberde de yanlış haberin çoğalması, gazetecilerin teyit etmeden haberi paylaşması, kopyala-yapıştır haber mantığı dezenformasyona yol açıyor. Kaynağından emin olunmadan haber alınmaması gerekiyor. Gazeteciye düşen görev burada teyit etmesi, araştırması, doğruluğundan emin olması ve çok dikkat etmesi. Yaptığımız iş insana değiyor ve bu yüzden de bizim insanlara doğru bilgiyi yaymamız gerekiyor. Hızlı bir şekilde ulaştırmamız, özgün habercilik yapmamız gerekiyor.” ifadelerini kullandı.

Günümüzde çoğu internet sitesinin ajanslardan gelen haberleri otomatik olarak sistemine eklediğini hatırlatan Duygu Gecu Yüzseven, “Editörün buradaki doğru bilgiyi süzgeçten geçirmesi mümkün olmadığı için de ajanstan gelen metin kitlelere ulaşıyor. Medyadaki dezenformasyonun önüne geçebilmek için ajans editörlerinin zorlu bir görevi bulunuyor. Bu noktada aslında bir haber editörü ve muhabir arasındaki ilişkiyi de burada göz önüne almak gerekir. Muhabir bir vaka üzerine haberini oluştururken haber merkezindeki editör Türkiye’nin 81 ilinden gelen magazin, asayiş, politika gibi birbirinden farklı belki yüzlerce haberle aynı anda karşılaşıyor. Dolayısıyla bu haberlerin içeriklerinden dolayı farklı duygulara da maruz kalıyor. Haberin sunulduğu insanlar kanalı değiştiriyorlar ancak haber merkezindeki editörler bu haberleri kitlelere doğru şekilde ulaştırmak durumunda olduğu için gelen tüm içerikleri denetlemek durumunda kalıyor. O haber metinlerini sesleri titremeden seslendirmek durumunda kalıyor. Gazetecilik mesleğinin en zor yanı da aslında bu. İzleyiciye bunu hissettirmemek gibi bir görevi olan gazeteci aslında bu olayların hepsini yaşıyor. Bunun için de güçlü bir psikoloji gerekiyor.” açıklamasında bulundu. 

“DÜNYAYA BATININ GÖZLERİYLE BAKIYORUZ”

Uluslararası ajanslara yönelik mekanizmaya bağımlığı “Dünyaya Batın ıngözleriyle bakıyoruz” sözleriyle irdeleyen Yüzseven, “Doğudaki insanlar öldüğünde sessizliğe bürünen insanlar batıda bir olay çıktığında seslerini yükseltiyor. ‘Batının gözleriyle dünyaya bakıyoruz’ dememin sebebi de yanı başımızda Suriye Savaşı, Irak Savaşı olduğunda bizler haberleri yabancı ajansların muhabirlerinden alıyoruz. Öyle ki bizim orada muhabirimiz olsa bile uluslararası ajanslar haberi servis etmeden geçmemek gibi bir durum sergiliyoruz. Haberin teyit edilip edilmediğini bu ajansların tavrına göre belirliyoruz. Bu bizim eksikliğimizdi ama günümüzde ülkemizdeki ajansların ve kanalların da bizlere ses olmaya başlaması bu anlayışı biraz daha değiştirdi. Muhabirlerimizin biraz daha kendini geliştirmesi, oradaki olaylara hakimiyeti arttığı için bu biraz daha iyi yönde değişim gösterdi.” şeklinde konuştu.

Doğal Destanlara İhtiyacımız Var

Merhaba Hüseyin Avni Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

1974 Karasu / Sakarya doğumluyum. Ankara, Gazi üniversitesi Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları(Türkoloji) mezunuyum. Kocaeli’de Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak çalışıyorum.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? Yazar olma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Yazar mıyım? Bilmiyorum. Yazar olmak eğer bir şeyler yazmaksa evet yazıyorum, bazen yayımlıyorum bazen yırtıp atıyorum yazdıklarımı. Düşündüklerinizi yazmaya değer bulmuyorsanız yazmayın, diyor Tolstoy. İşin bir de bu yanı var tabii. En toplumcu konuları dahi işlediğim şiirlerimi aslında kendimi tatmin için yazıyorum, desem yalan olmaz. Yazıyorum, rahatlıyorum. Yoksa kafamın içinde vızıltısı bitmiyor o ilham mısraın. Zaten şiiri bana yazdıran iki ya da üç mısra oluveriyor. Gerisi ustalığımıza kalıyor. Ben şiirin, bir davanın aracı ya da silahı olabileceğini düşünmüyorum. Örneğin bana göre İslamcı şiir olmaz Müslüman(Dindar ya da dinî hassasiyetleri yüksek) şair olabilir. Milliyetçi ya da sosyalist şiir de olmaz; milliyetçi ya da sosyalist şair olabilir. Ve bazen bir sosyalist şairin en milliyetçi şairden daha fazla hizmeti olabilir o dile.

Hüseyin Avni Cengiz,

Yalnız, her şairin mutlaka bir derdi olmalı. Belirgin bir dünya görüşü olmalı. Bir ya da birkaç bilince sahip olmalı bir şair. Bilinç derken neyi kastediyorum? İster sınıf bilinci olsun, ister bir inanç bilinci olsun ister millet(ulus) bilinci olsun isterse insanlık bilinci olsun. Mutlaka bir bilince ulaşmış olmalı şair. İnsan olabilmek en zor ulaşılan bilinçtir bana göre. Bu başta şiir olmak üzere kurgusal metinler için böyle. Deneme gibi düşünce yazıları farklı tabii. Deneme Günlüğü adında bir çalışmam var. Onu kesinlikle toplumuma olan borcumu ödemek için yazdığımı söyleyebilirim. Ne var o denemelerde? Ülke olarak, millet olarak neden böyleyiz? İşte bu sorunun cevabını arayan yazılar yazıyorum.  Bir eğitimci gözüyle tespit ettiğim yaralarımıza kalemle neşter atmaya çalışıyorum. Kendimce ulusal kronik sorunlarımızın tarihi köklerini irdeliyorum. En büyük idealim milletçe bir ahlak toplumu olabilmek ve çağdaş uygarlık seviyesinin de üstüne çıkabilmek. Evet, en büyük ülküm bu.

Peki, yazdıklarımı yazmaya değer buluyor muyum? Tolstoy’un bu konudaki ihtarını duyduktan sonra dahi yazmaya devam edebiliyorsam demek ki yazdıklarımı yazmaya değer buluyorum.

“İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır.” şeklinde bir mısraı vardı bir şairimizin. Zannederim İsmet Özel’indi bu mısra. Bunu bugün çok daha net anlayabiliyorum. Gerçekten kendisinden çok faydalandığım düşünür, siyasetçi ya da gazetecilerimizin birçoğunun mensubu olmadığı mahallenin kültür mirasına karşı cehalet derecesinde lakayt olduklarını görüyorum. Hele bazıları bunu marifet sayıyor adeta.  Oysa benim her mahalleye bir aşinalığım var. Bu durum beni yazmak için cesaretlendiriyor. Yazma serüvenim her liseli genç gibi başladı. Günlük tutarak. Gerçi günümüzde gençler pek yazmıyorlar. Okumuyorlar ki yazmayı bir ihtiyaç olarak hissetsinler. Bu alışkanlığım üniversitede de devam etti. Şiir, deneme, “Hadi dergi çıkaralım.”…  Böyle devam etti işte.  

Zor günlerden geçiyoruz. Belki toplum olarak doğal destanlara gerçekten ihtiyacımız var.

Üniversitede öğrencisi olduğum Yeni Türk edebiyatı öğretmenimiz Mehmet Önal Bey’in şiirlerimi kritik etmesi benim için çok faydalı oldu. Ki kendisi akademik çalışmalarının yanında roman ve hikâye gibi sanatsal metinler de yayımlıyordu.

Dede Korkut Hikâyelerinden Kam Büre'nin Oğlu Bamsı Beyrek Destanını nazım türünde anlattığınız eseriniz Bamsı Beyrek kitabınız okuyucuyla buluştu. Sizi destan metinlerine yönlendiren sebep nedir?

Beni asıl cezbeden doğal destanlardaki dilin mucizevî gücü. Musiki… Örneğin  Yunan Homeros’un destanlarını, İranlı Firdevs’inin Şehnamesini, Gürcü şair Şota Rustaveli’nin Kaplan Postlu Şövalye’sini,  -bu dilleri bilmiyorsanız dahi- sosyal medya araçlarından dinleyin. Dildeki mucizeye eminim tanık olacaksınız. Moda tabirle var oluşun nabzının destanlarda attığını göreceksiniz. Zor günlerden geçiyoruz. Belki toplum olarak doğal destanlara gerçekten ihtiyacımız var. Aslında bu konuda kitabın Sebebi Telif bölümünde gerekli açıklamayı yaptım. Daha fazla söze hacet yok, diye düşünüyorum.

Hüseyin Avni Cengiz, Bamsı Beyrek, Alaska Yayınevi

Dede Korkut Hikâyelerinden Bamsı Beyrek Destanını seçmenizdeki sebep neydi?

Şüphesiz biz Türkler tarihte Arap ve Fars kültüründen çok faydalandık. Faydalandık ve kendi yolumuza devam ettik. Bir anlamda İslam’ın kabulüyle dönemin en medeni ulusları arasına katıldık hatta o medeniyetin yüzyıllarca bayrağını taşıdık. Hani şöyle bir sınıflandırma vardır: İslamlık Öncesi ve İslamlık Sonrası Destanlarımız. Zannımca Türk ve İslam kültürünün kesiştiği;  İslam’ın en saf haliyle yaşandığı devreyi en iyi temsil eden hikâye buydu.  

Klasik Edebiyatımızda Yusuf ile Züleyha, Leyla ile Mecnun ya da Ferhat ile Şirin neden defalarca işlenmiş mesela. Edebi eserlerde önemli olan konu değil üsluptur da ondan. Ben de bu hikâyeyi nazma çekerek bir anlamda bu geleneği sürdürmek istedim belki. Farkı aruzla değil milli vezin olan heceyle yazmam. Aruza hâkimim, diyebilirim. Aruzla da yazabilirdim ama destanların milli olduğu aşikâr. Bu nedenle hece ölçüsü daha uygun geldi bana. Peki, neden dörtlük değil de beyit? Olay anlatan manzumelerde dörtlük çok uygun düşmüyor bana göre. Yer yer duygu ve heyecanın dile getirilmesi gerektiği yerlerde beyit dışında nazım birimleri de denedim. Ayrıca bu hikâyede zaten saydığım klasik mesnevilerdeki birçok motif mevcut.

Destan metinlerini günümüz diline çevirirken ne tür bir yöntem izlediniz?

Bu çalışmada mümkün olduğunca metnin aslına sadık kaldım.  Metnin ruhuna uygun olmak şartıyla çok az dolgu mısra ekledim. Muhakkak ki metnin aslını yüzde yüz taklit etmemiz mümkün değil. Onu başarabilseydik zaten aynısını yazmış olurduk. Kaldı ki aynı hikâyenin istinsah edilmiş başka varyantlarında dahi birçok farklar ortaya çıkıyor. Haddim olmayarak yer yer telif şiirlere de yer verdim. Düzyazı bir metnin aslına sadık kalarak manzumeye çevrilmesi kolay bir iş değil. Onun için kelime seçiminde hiç seçici davranmadım. Örneğin “savaş”ı da kullandım “harp”i de kullandım. İkisi de bizim sonuçta. Eminim, kitabı okuyanlar hem şiir hem destan tadı alacaklar, hem de olay örgüsünün aslını eksiksiz anlamış olacaklar.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Çok zor bir soru bu. Ama şunu söyleyebilirim. Seyit Ahmet Arvasi’nin Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz adlı eserinin lise yıllarımda dünya görüşümü oluşturduğunu söyleyebilirim.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet, birkaç kitap çalışmam var ama hiç acelem yok. Bir iddiam da yok zaten. Sadece şiirlerimi toparlamak istiyorum. İlk şiirimi 1998 yılında Hece dergisinde yayımladım.  Zaman zaman edebiyat dergilerine şiir yolladım. Bir dergi çalışmasına katkı verdim.  Ama dediğim gibi hep arkadaş çevresiyle oldu bu. Şiirlerimi toplu olarak basmayı düşünüyorum. Bir arayışın şiiri olacak bu. Her yönden arayışın şiiri... Dört ya da beş bölümden oluşacak kitap. Örneğin kitabın “Divan” bölümünde aruz ölçüsüyle yazılmış şiirlerim olacak. Aruzla modern şiir yazılabilir mi? Buna okuyucu karar verecek. Bu kitaba şiir eskizlerini dahi koymayı düşünüyorum. Örneğin klasik tarzda yazdığım gazeller var. Bu çağda gazel mi yazılır? Dedim ya eskiz sadece.  Mesela bir Divan şairi günümüzde yaşasaydı nasıl bir gazel yazardı? Ben merak ediyorum mesela. Merakımı yenmek için de oturup yazıyorum. Belki benim gibi merak eden vardır diye birkaç örneği de yayımlayacağım. Örneğin aruzla yazdığım şöyle bir şiir var kitabın “Divan” bölümünde:  

AŞKIMIZ DİVAN EDEBİYATI

devri geçmiş gibi ağlar gece tenhadaki gül

güle hoş kafiye olsun diye yanmaz ya gönül

nicedir farklı ışıktan beslenir gözlerimiz

nicedir soylu şiirden çekilen sözlerimiz

yatağından soğumuş kötü nehirler gibidir

taşıyor, vezni kakıp attığımızdan beridir

yürü ey servi revanım gidelim haydi eve

kubbeler habbe olurken pire olmuştu deve

iğnenin kör deliğinden geçirirdik deveyi

gülü ettikti gelin bülbülü kösnül güveyi

günümüzden geçelim şimdi ko divanı yere

yeniden biz iki mısra olalım saf şiire

belki bunlar bize aşkın cici halleri gülüm

son şafaktan geri dönsün gece koynunda ölüm

(Feilâtün Feilâtün Feilâtün Feilün)

Peki, neden arayışın şiiri? Maalesef şiirimizin geldiği nokta ortada. Yeni bir Yahya Kemal şiiri okumak istiyorum, yeni bir Ahmet Haşim şiiri okumak istiyorum, yeni bir Ahmet Muhip Dıranas şiiri okumak istiyorum ama yok. Bir Cemal Süreya, bir Sezai Karakoç da yok. Garip ve II. Yeni şiiri modern şiir olarak -Cumhuriyet öncesi ya da sonrası fark etmez- klasik şiirimizi de tüketti maalesef. Okunası şairler 60 kuşağı şairleri galiba. 1980’den önce şiire başlamış şairlerimizi hâlâ zevkle okuyorum. Fakat, fakatı şu: 80 sonrası şiirimizle çok fazla ünsiyet kuramıyorum. Hele ki 2000’ler sonrası okuduklarımdan şiir tadı alamıyorum. Süleyman Çobanoğlu gibi bazı şairlerin bazı hoşuma giden şiirleri yok değil ama inanın çok az.

Şiir yıllıkları yayımlanıyor, okuyorum; okumasam da olurmuş diyorum. Neo-Epik dedikleri şiirlerin çoğunlukta olduğu bir şiir yıllığıydı. Kitapçıda gördüm, aldım. Kitaba verdiğim paraya asla acımam ama bu kitaba verdiğim para için çok üzüldüm. Emekliliğe merdiven dayamış bir edebiyat öğretmeni olsam da ben bu yazılanları şiire benzetemiyorsam belki de sorun bendedir. Benim sevdiğim başka bir türdür belki de.

Bu böyle süremez. İşte onun için arayışın şiiri. Ne demişti Hannibal:” Aut viam inveniam aut faciam.” ("Ya bir yol bulacağız ya da bir yol yapacağız.") Biraz iddialı oldu galiba.

Eğer günümüzde şiirimiz zirveleri aşıyorsa demek ki ben kaçırmışım o treni. Belki de bu yayınlayacağım kitabımdan sonra küçürek öyküye yönelirim. Bunu zaman gösterecek. Bu konuda biraz daha düşünmeye ihtiyacım var.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Bir şairin şiirleri kitabından okunmalı. Düşünürlerinse toplu eserleri…  Ve eserlerini okuduğumuz yazar ya da şairleri zaman zaman aşmalı ve yetersiz görmeli; zaman zaman da yine aşılmaz bir zirve olarak görmeli. Herkese bol kitaplı bir yaz diliyorum. Bana bu fırsatı verdiğiniz için size de çok teşekkür ederim.

Umut Özkan Yazdı: Kuş Diliyle

Şair Attila İlhan’ın “Adını mıh gibi aklımda tutuyorum” dizeleri unutulmazdır. Unutulamayan her şey yaşama  “mıh” ile tutturulmuştur. Bunu fakültede vize sınavı olarak gören de olur, tecrübedir diyen de olur. “Güneş değil inandım serçeler başlatıyor sabahı” diyen Şair Şükrü Erbaş haklı çıktı. Bir sabah uyanıyorsunuz, ağaçlara tünemiş tüm kuşlar size “kuş diliyle” bir şeyler söylüyor. Hem de Güneş’ten önce. Aslında o meşhur dizeyi ‘‘kuşların sofrasındayız dostların arasındayız” şeklinde gür bir sesle ile dile getirmek lazım, tabii “Nazım Usta’dan” izin alarak… ”Kuş diliyle” diye başlayan her anlatı masumiyetin, içtenliğin ve sevginin yoğun olduğu, geleneği içinde barındıran unutulmaz bir eserin ipuçlarını verir bize. Cemal Süreya’nın annemden duyduğum dediği sözlü gelenektir o işte. Şair Süreya’nın dizeleriyle “Yunus’un süt dişleridir.” Gelin onlardan birini size aklımızda “mıh” gibi tutmak için anlatayım. Hiç unutmayalım.

Kuş Dili, Umut Özkan

Bir gün yaralı bir kuş Hz. Süleyman’a gelerek kanadını bir dervişin kırdığını söyler.

Hz. Süleyman, dervişi hemen huzuruna çağırtır.

Ve ona sorar:

“Bu kuş senden şikâyetçi, neden kanadını kırdın?”

Derviş kendini savunur:

“Sultanım, ben bu kuşu avlamak istedim. Önce kaçmadı, yanına kadar gittim, yine kaçmadı. Ben de bana teslim olacağını düşünerek üzerine atladım. Tam yakalayacağım sırada kaçmaya çalıştı, o esnada kanadı kırıldı.”

Bunun üzerine Hz. Süleyman kuşa döner ve der ki:

“Bak, bu adam da haklı. Sen niye kaçmadın? O sana sinsice yaklaşmamış. Sen hakkını savunabilirdin. Şimdi kolum kanadım kırıldı diye şikâyet ediyorsun.”

Kuş kendini savunur:

“Efendim, ben onu derviş kıyafetinde gördüğüm için kaçmadım. Avcı olsaydı hemen kaçardım. Derviş olmuş birinden bana zarar gelmez, bunlar Allah'tan korkarlar, diye düşündüm ve kaçmadım.”

Hz. Süleyman bu savunmayı doğru bulur ve kısasın yerine getirilmesini ister.

“Kuş haklı, hemen dervişin kolunu kırın.” diye emreder.

Kuş o anda:

“Efendim, sakın öyle bir şey yaptırmayın.” diyerek öne atılır.

“Neden?” diye sorar Hz. Süleyman.

Kuş sebebini şöyle açıklar:

“Efendim, dervişin kolunu kırarsanız kolu iyileşince yine aynı şeyi yapar. Siz en iyisi mi bunun üzerindeki derviş hırkasını çıkartın. Çıkartın ki benim gibi kuşlar bundan sonra aldanmasın.”

Anadolu halk hikâyeleri karşımıza kimi zaman bir menkıbe şeklinde kimi zaman da bir fıkraya dönüşerek çıkar. Olay örgülerinde, zaman ve yer tanımlamalarında tam benzerlikler olmasa da hepsi birbirleriyle sözlü kültür kardeşi olmuşlardır. Geçenlerde okuduğum “Derviş ile Kuş” öyküsü de bu özellikleri taşımaktadır. İçinde fabl özellikleri de var. Öykünün bitiminde büyük insanlık ailesine unutulmaz ders var. Tıpkı Bektaşi fıkralarında olduğu gibi. Hikâyenin bitiminde “Üstünden derviş elbisesini de çıkarın ki bir daha kimseye zarar vermesin. Ben onu, üstünde derviş elbisesi var kimseye zarar vermez diye düşündüm, Allah’tan korkar diye düşündüm.” sözleriyle Hz. Süleyman’a yalvaran bir beyaz güvercin ortaya çıkar. Başlangıçta bu topraklarda özgürce gezen, pınarlarında su içen, insanların ellerine konup avuçlarındaki buğday tanelerini korkusuzca atıştıran tüm kuşlar gözümün önünden film şeridi gibi geçti, hem de rengârenk… Hikâyede kuşu yakalamaya çalışan derviş olayın asıl kahramanıdır. Beyaz güvercin ise “bu derviştir, bana zarar vermez” diye ortaya çıkan bir masumiyet abidesidir.  

Halk hikâyelerimizde ve menkıbelerimizde Süleyman, kuşların dilinden anlayan ve onlardan sorumlu peygamber olarak karşımıza çıkar. Hikâye, gerçek ya da gerçeğe yakın bir olayın yer zaman, olay ve kahraman örgüsüyle ortaya çıkmasıdır. Buna hikâye haritası da diyoruz.

Sonuçta  ‘’Derviş ve Kuş’’ hikâyesi bugüne kadar gelmiş bir hazin öyküdür… Bu topraklarda iyi ile kötünün mücadelesinde dervişler, Süleymanlar, kuşlar hep var oldu. İnsanlık tarihi bu karanlık hikâyelerle doludur. Bu hikâyeyi sadece bir kuşa bir dervişe ile sınırlı tutmamalıyız.  Hangi elbiseyi giyersek giyelim üstümüze vicdanımız kılavuzumuz olmalı, bunları kullanarak hiç kimseye zarar vermemeliyiz. Bu topraklar Yunus’un, Hacıbektaş’ın, Mevlana’nın, Pir Sultan’ın kadim toprakları olarak bilinir. 13 yy. aydınlanmasından ders alınsaydı, o günden bugüne bu öyküdeki gibi dervişler yani kötüyü sembolize edenler kuşlara yani masumiyete, iyiliği, doğruluğu simgeleyenlere zarar verebilir miydi? Günümüz dervişleri daha da farklı. Onlar sadece kuş kanadı kırmıyor, öldürüyor da. Dervişliğin ve hırkasının gücüyle yaptıkları saymakla bitmez. Zaman zaman övgüyle bahsettikleri bin yıllık devlet geleneği ve ortak akıl, liyakat, beceri bu anlayış yüzünden tuz buz olmuştur. Bu anlatı aslında herkesedir. Kim hangi hırkayı giyerse giysin Tolstoy’un “İçimizdeki Tanrı” olarak adlandırdığı vicdanı unutmayacak

Yunus Emre’nin Taptuk’un dergâhında odun taşırken “Oğlum, bu kapıdan içeri eğri odun sokma” anlayışı yüzyılın dervişlerince yok edilmiştir. Örneğin, çalıyorlar ama çalışıyorlar diyerek… Birçok olayı derviş hırkasıyla temize çıkarmaya çalıştılar. Tabii hepsi değil. Güvercinlerin dostu olanları hariç. Hacı Bektaş’ın “İyiler iyidir” olarak aktardığı bin yıllık öğreti, Mevlana’nın affedici “ne olursan ol” fikri, Yunus’un “Kamu âlem birdir bize” diye başlayan daha sonra “Sevelim, sevilelim, dünya bize kalmaz” düşüncesi derviş giysilerine feda edilmiştir. Bu yüzden, bu topraklarda derviş ile kuş hikâyesini her zaman dinleriz. Kahraman değişir, olay değişir, yer değişir ama biz bunu hep dinleriz. İnsanlar şu etnik kökenden değil, bu mezhepten değil ya da benim gibi düşünmüyor, diye öldürülürler. Orta Çağ karanlığı gibi yakıldılar da… O gün, burası Bosna Hersek mi, Hitler Almanya’sı mı dedik. Eğitimsiz insanlar, eğitimli bir hâle getirilmedikçe biz Hacı Bektaş’ın, Yunus’un, Mevlana’nın kadim topraklarında bu filmi sürekli seyreder, “Biz bu filmi daha önce görmüştük” deriz. Derviş’in fikri ne ise zikri de odur, unutmayalım!

Halk Tiyatrosu Üzerine

Halk Tiyatrosu, halkın günlük yaşam alışkanlıkları içinde ortaya çıkmış geleneksel tiyatroların toplamına verilen isimdir. Kukla, Köy Seyirlik Oyunları, Karagöz, Meddah, Ortaoyunu, Tuluat tiyatrosu örnekleri bir araya gelerek Halk Tiyatrosunu oluştururlar. Orta Asya’dan Anadolu’nun içlerine kadar yayılan bu oyun türleri, köylerde yakın zamana kadar varlığını sürdürdü.

Türk Halk Tiyatrosu, Meddah, Fırat Kasap

Sözünü ettiğimiz türler sözlü kültür ürünleridir. Yazılı metinleri icracıları tarafından ortaya konmamıştır. Yazılı metin olarak ortaya konmaları araştırmacılar tarafından Cumhuriyet dönemine denk gelmektedir. Özellikle Meddah, Ortaoyunu ve Karagöz oyunlarının yaygınlık kazanması Osmanlı Devleti dönemindedir. Halka açık yerlerde, parklarda, bahçelerde, kahvelerde, köylerde oynanırken sözlü oyun olarak oynanır. Divan Edebiyatı’nın ve Osmanlıca adını verdiğimiz dilin bu oyunlarla bir ilgisi yoktur. Bu oyunlar halkın günlük konuşma dili kullanılarak oynanır. Çoğunlukla okuma yazma bilmeyen halkın hem eğitim hem eğlence ihtiyacı bu oyunlarda karşılanır. Karagöz’de, Ortaoyununda okumuş aydın insanlarla okuma bilmeyen cahil halk karşı karşıya gelir. Bu insanların birbirlerinin dillerini anlamamasından gülmece ortaya çıkar. Karagöz Hacivat’ı anlamaz, Pişekâr Kavuklu’yu anlamaz, insanlar da onlara güler. 

Karagöz’ün tarihi Osmanlı’da resmi kaynaklarda Yavuz Sultan Selim dönemine kadar gitmektedir. Rivayetlere göre ise Orhan Bey döneminde ortaya çıkmıştır. Bursa’nın alınması ile birlikte yapılmaya başlanan cami inşaatı, demirci ve duvarcı ustalarının kavgaları yüzünden sekteye uğrar. Duruma sinirlenen Orhan Bey ikisinin asılmasını emreder. Asılan ustalara halk çok üzülür. Şeyh Küşteri isimli bir kişi kuklalarını yaparak onları her gece canlandırır. Böylece Karagöz oyunu ortaya çıkar. Karagöz ile Hacivat’ın canlı halleri olan Kavuklu ile Pişekâr ise tarih olarak Gölge oyunundan daha yenidir. 19.yy’da ortaya çıktığı sanılmaktadır. Ortaoyunu halka açık yerlerde oynanır. Dekoru oldukça sade, taşınabilir dekordur. Adına Yeni Dünya denir. Müzik ve diyaloglar oyunun önemli unsurlarıdır. Oyunun sonunda bahşiş toplanır ve sonraki oyunun nerde oynanacağı duyurulur.

Sözün en önemli olduğu oyun türü Meddah türüdür. En az sözü olan oyunlar ise köy seyirlik oyunlarıdır. Meddah türü daha çok İstanbul’da kahvehanelerde oynanan oyundur. Meddah dediğimiz kişi hikâye anlatıcısıdır. Elinde bastonu, sandalyesi, mendili ve diğer aksesuarlarıyla taklitler yaparak insanları güldürür. Sıradan insanların hikâyelerini anlatır. Çöpçü, hamal, hizmetçi, Ermeni, Rum, Arnavut azınlıklar, akla gelebilecek herkes taklit malzemesi olabilir.  

Meddah ustası halkın günlük konuşma dilini iyi bilir, konuşma diliyle halka onların hikâyelerini anlatır.

Yerine göre küfür, argo, atasözleri, deyimler, bel altı fıkralar dinleyenleri güldürecek, eğlendirecek her türlü söz Meddahın ağzından çıkar. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Meddahlar İstanbul’da oldukça yaygındı. Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal romanındaki kahramanlardan biri Meddah Kız Tevfik’tir. Bu romanda meddahlık geleneği hakkında ayrıntılı bilgi mevcuttur. Atatürk’ün döneminde kurulan Halkevlerinin dergi ve gazetelerinde halk tiyatrosu türleri hakkında bilgiler bulunmaktadır. Köylere kadar giden halkevleri üyeleri köy seyirlik oyunları, ortaoyunu, karagöz ve meddahlık hakkında bilgiler edinip bu bilgileri topluma aktardılar.

Halk tiyatrosu konusunda önemli çalışmaları olan bilim insanımız Metin And’dır. Halk tiyatrosu alanındaki çalışmalarını Forum dergisindeki tiyatro eleştirilerinde ve kitaplarında sunmuştur. Üniversite Öğretim Üyeliği döneminde Kültür Tarihi derslerinde Halk Tiyatrosu hakkında bilgiler verdi. Türk Tiyatro Tarihi, Oyun ve Bügü isimli kitapları tanınmış eserleridir. Birçok araştırmacı ve tiyatro oyuncusu yetiştiren Metin And aynı zamanda yazar Nazlı Eray’ın kocasıdır.

Halk tiyatrosu araştırmasına emek vermiş bir başka bilim adamımız Prof. Dr. Nurhan Karadağ’dır. D.T.C.F Tiyatro Bölüm Başkanı olan Nurhan Karadağ Anadolu’yu karış karış dolaşmış ve Köy Seyirlik Oyunlarını tespit etmiştir. 70’li yıllarda kaydettiği Köy Seyirlik Oyunlarını TRT’nin yeni ortaya çıktığı yıllarda izleyicilerle buluşturdu. Yaptığı araştırmaları yazılı metinler haline getirdi. Fakültede öğrencilerine Halk tiyatrosu hakkında bilgiler verdi. Kurulmasına önayak olduğu amatör ve profesyonel tiyatrolarda halk tiyatrosu örneklerinin sunulmasını sağladı. Birçok tiyatro oyuncusu ve araştırmacı yetiştirdi. Dil Tarih Tiyatro Bölümü onun adıyla özdeşleşti. Oğulları Umut ve Ulaş Karadağ babalarının izinden gidip tiyatro sanatını icra etmektedirler. Hocamızın önemli eserleri şunlardır: Halk Tiyatrosu, Çağdaş Tiyatro ve Söyleşi, Ticaret Oyunu.

Sözlü kültür ürünleri olan halk tiyatrosu örnekleri yapılan araştırmalar sayesinde yazıya geçirilmiş ve unutulması önlenmiştir. Halk Tiyatrosu ürünleri yazarlarımızı etkilemiş ve eserlerinde bu metinlere benzer metinler yazmışlardır. Haldun Taner’in ünlü oyunu Keşanlı Ali Destanı halk tiyatrosundan esinlenerek yazılmıştır. Tuluat tiyatrosundan etkilenen Haldun Taner Devekuşu Kabare adını verdiği tiyatroda Halk Tiyatrosu ürünlerini yaşattı. Ferhan Şensoy’un Ortaoyuncular Tiyatrosu Halk Tiyatrosu geleneğine uygun oyunlar sergiledi. Ferhan Şensoy ünlü Ortaoyunu sanatçısı İsmail Dümbüllü’den kalan kavuğu Münir Özkul’dan devraldı. Halk Tiyatrosu geleneği az da olsa günümüzde devam etmektedir.

Ortaoyunu ve Karagöz’den iki metin örneğiyle yazımıza devam edelim.

Karagöz-(Kendi evinin kapısını çalar) Abla, aç kapıyı!

Karagöz’ün Karısı-(Makam ile) kapıyı açamam ninni

Uyusun oğlum ninni

Büyüsün de oğlum ninni

Karagöz-Şimdi ninninin sırası mı? Aç kapıyı!

Karagöz’ün Karısı-( makam ile)

Ben şimdi çocuğu yeni yatırdım ninni

Ben kapıyı açamam ninni

Karagöz-Çocuğun babasından başlatma. Aç kapıyı!

Karagöz’ün Karısı-(makam ile)

Herif defol oradan ninni

Şimdi başına su dökerim ninni

Ortaoyunu örneği;

Kavuklu: Sorma Tosuncuğum, bir felaket atlattım ki tarif kabul etmez…

Pişekâr: Aman, geçmiş olsun Hamdiciğim!

Kavuklu: Geçmiş olsun ki geçmiş olsun…

Pişekâr: Naklet bakayım, merak ettim.

Kavuklu: Canım, geçende fırtına çıkmadı mıydı?

Pişekâr: Evet, hatta ben korkudan evin bodrumuna kaçmıştım; sen nerede idin?

Kavuklu: Ben göklerde…

Pişekâr: Deme!

Kavuklu: Nasıl deme! Hâlâ tir tir titriyorum… Hasım hasım yanıyorum…

Pişekâr: Sakın sıtma olmasın?

Kavuklu: Sıtma kaç para eder!

Pişekâr: Vah vah Hamdiciğim, anlat bakayım

Kavuklu: İşte o fırtına sabahı idi. Rüzgâr daha pek o kadar esmiyor, yağmur azar azar çiseliyordu. Evden şemsiyeyi aldım, açtım: Fatih meydanına geldim, rüzgâr ziyadeleşti.

Pişekâr: Açık, yüksek yerde öyledir.

Kavuklu: Baktım ki şemsiye dikilmeğe başladı, nerede ise elimden kurtulacak… Sıkı sıkı sapına sarıldım.

Pişekâr: Allah vere de bocalamayaydın!

Kavuklu: Bocalamak nerede? Rüzgâr sertleştikçe sertleşti, şemsiye dikildikçe dikildi.

Pişekâr: Aman!

Kavuklu: Amanı zamanı yok… Bir aralık vücudumda bir hafiflik duydum. Dikkat ettim ki Fatih Camiinin kapısının üstü ile bir hizaya gelmişim. Kubbe kurşunları bana doğru…

Halk Tiyatrosu metinleri hem edebiyatımızın hem tiyatromuzun kaynak metinleridir. İçinde yaşadığı toplumu tanımak ve eserleriyle topluma tanıtmak isteyen yazarlarımız ve tiyatrocularımız Halk tiyatrosu metinlerini çok iyi incelemeli, metinlerdeki kişileri, kişilerin içinde bulundukları ortamı iyi tanımalı, metinlerin dilini doğru bir şekilde çözümlemeliler. Karagöz de Kavuklu da Meddahlar da bizim tarihimizdir. Tarih kitaplarında adı geçmeyen sıradan insanlar bu metinlerde yaşarlar. Türk toplumunu tanımak istiyorsak onun geçmişini iyi bilmeliyiz.

Öykülerimi Yazarken Çocuk Oldum

Merhaba Ali Bey, çoğu okurumuz sizi kitaplarınızdan tanıyor ama yine de okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

İzmir doğumluyum. Tüm öğrenimimi İzmir’de tamamladım. Ege Üniversitesi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu mezunuyum. Çocukluğumda kitap okumayı çok seviyordum. Bir gazetede gördüğüm çocuk sayfasındaki şiir ve öykülere özenerek yazmaya başladım. Gazeteye gönderdim. Yayımlanınca çok mutlu oldum. Okuma ve yazma hevesim daha da arttı. Yine ortaokul yıllarında, TRT İzmir Radyosu’nun çocuklar arasında düzenlediği “Atatürk ve İnkîlapları” adlı kompozisyon yarışmasına katıldım ve 1. oldum. 

soylesi,Yazar S. Ali Ellikci,yeni,

Gazetecilikte geçen yoğun çalışma ortamında öykü yazmaya vakit olmadı. Ancak emekli olduktan sonra yazmaya başladım. Yayımlanan kitaplarım sayesinde çocuklarla buluştuk. Yaşamımda yeni bir dönem başlamıştı. Onlarla söyleşmek ve kitaplarımı imzalamak bana inanılmaz bir keyif veriyordu. Bu arada kendimi sınamak için öykü yarışmalarına katıldım. 2010 yılında, “Sihirli Güneş” adlı öykümle katıldığım, Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması’nda mansiyon aldım. 2011 yılında yine aynı yarışmada, “Anne Ben Geldim” adlı öykümle yine mansiyon aldım. Yazmak ve çocuklarla buluşup söyleşmek bana inanılmaz bir keyif veriyor.

Bir eğitimci olarak yazarlık sizin için ne ifade ediyor? Yazar olma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?

İlk sorunuzun yanıtında söz ettiğim gibi yazarlık benim için bir yaşam biçimi oldu. Dikkatle okursanız, özellikle Alaska Yayınevi’nden çıkan kitaplarımdaki öykülerim 8 yaşından 80 yaşına kadar her okuyucunun sıkılmadan ve ilgiyle okuyabileceği konulardan oluşuyor. 

Atalarımız, “Üzüm, üzüme baka baka kararır.” sözünü boşa söylememişler.

Yazar olma yolculuğum, ilk torunum Efe’nin doğumuyla başladı. Annesiyle babası çalıştıkları için Efe bizde kalıyordu. Yürümeye başladığı günden itibaren birlikte oyun parkına gitmeye başladık. Park dönüşü ben Efe ile o gün yaşadığımız ilginç olayları günlük şeklinde kaleme almaya başladım. Amacım Efe’nin çocukluğunu kayıt altına almaktı. Yazdıklarımdan iki dosya oluştu. Arada bir açıp Efe’ye okuyordum. Onun çok ilgisini çektiğini görünce kitap hâline getirmeye karar verdim. Yaz Yayınları’na gönderdim. Çok beğendiklerini söylediler ve bu günlüklerimi iki kitap olarak yayımladılar. Kedili Park ve Havada Bulut bu şekilde doğdu.  

Messi’nin Bez Topu kitabınız Alaska Yayınevi’nden çıktı. Genç okurlarımıza kitabınızın konusundan kısaca bahseder misiniz?

Öykünün kahramanı Bora futbola karşı yetenekli bir çocuk. Okul dönüşü her gün arkadaşlarıyla toprak sahada buluşup futbol oynuyor. Hâliyle üstü başı ve ayakkabıları toz içinde eve dönüyor. Bu durum annesinin hiç hoşuna gitmiyor. Babası Bora’yı tanınmış bir futbol okuluna yazdırıyor. Bora’nın yeteneğiyle ve attığı gollerle antrenörünün ilgisini çekiyor ve ona “Messi Bora” diye seslenmeye başlıyor. Bu şekilde onda bir Messi hayranlığı başlıyor. Bora, katıldığı uluslararası bir turnuvanın bitiminde kendisini Messi’nin karşısında buluyor.

Messi'nin Bez Topu, S. Ali Ellikci, Alaska Yayınevi

Sizi çocuk edebiyatına yönlendiren sebepler nelerdir?

Elbette torunum Efe. Onunla birlikte geçirdiğimiz zamanlarda çocukları gözlemleme fırsatım oldu. Öykülerimi yazarken ben de çocuk oldum ve onlar gibi düşünmeye başladım. Bir anlamda çocukluğumu yeniden yaşamaya başladım.

Türkiye’de okuma oranları çocuklar haricinde maalesef çok düşük. Her geçen gün de okuma oranları azalıyor. Yeni nesle kitap okuma alışkanlığı kazandırmak için bir eğitimci olarak önerileriniz nelerdir?

Büyükler, çocuklarının yanında cep telefonlarını bırakıp ellerine kitap almalıdır. Çocuğuna da bir kitap vererek, “Hadi yavrum, şimdi okuma zamanı.” demeleri gerekir. Atalarımız, “Üzüm, üzüme baka baka kararır.” sözünü boşa söylememişler.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Çocuk kitapları yazarı olarak genellikle aynı kategorideki kitapları okuyorum. Şu aralar Feyza Hepçilingirler’in “Türkü Çocuk” adlı kitabı başucumda.  Miyase Sertbarut’un, “Tuna’nın Büyülü Gemisi” adlı kitabı sırasını bekliyor. Zülfü Livaneli’nin “Son Ada” ve “Arafatta Bir Çocuk” zevkle okuduğum kitaplardır. Ayrıca kuzenim, şair-yazar Ahmet Günbaş’ın “Yitik Göl” adlı gençlik kitabını okudum ve herkese  de öneririm.

Şimdiye kadar yayımlanmış kitaplarınızdan okur ve eleştirmenlerden aldığınız dönüşlerden bahseder misiniz?

Kitaplarım okuyucuyla buluştukça beni mutlu eden mesajlar almaya başladım. 2009 yılının şubat ayıydı. Bir öğretmen arkadaşım aradı: “Eğitimhane.com adlı sitenin 113. sayfasına gir, bak ne göreceksin,” dedi ve telefonu kapattı.  Merak edip girdim. 2. Sınıf öğretmenlerinin günlüğü, adlı bir sayfaydı. Bursa’dan ÖNCÜL rumuzlu bir öğretmen şunları yazmıştı:

“Günaydın arkadaşlar. Size bir kitap tavsiye etmek istiyorum. Öğrencim ara tatilde okumuş. Arkadaşlarına da okumamı istedi. Kırılmasın diye kitaptan bir hikaye okudum. Sınıfım çok sevdi. Her gün ne zaman bu kitaptan hikaye okuyacağımı soruyorlar. Kitabın adı: Kedili Park. Yazarı: S. Ali Ellikci” Bir yazar için bundan daha anlamlı bir ödül olabilir mi?

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

2011 yılında Ömer Seyfettin Hikâye Yarışmasında mansiyon alan, “Anne Ben Geldim” adlı öykümü sandıktan çıkardım. Cumhuriyetin ilk yıllarında, köy enstitülerinin olduğu dönemde geçen yaşanmış bir çocuk öyküsü… Üzerinde çalışarak güncelleme yapıyorum. Bu öykümü de kitap olarak yayımlatmayı düşünüyorum.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Son yıllarda kitaba olan ilginin azaldığını üzülerek gözlemliyorum. Bunda elbette yaşam koşullarının giderek zorlaşmasının da etkisi var. Yaşamsal gereksinimlerin ön planda olduğu günümüzde aileler kitaba para ayıramaz oldu. Kitabı oluşturan her türlü girdinin dışarıdan ithal edildiği bir dönemde kitabın ucuz olmasını beklemek hayal olur. Her türlü olumsuzluğa karşın ümidimizi yitirmememiz gerektiğine inanıyorum. Çocuklar için özveriyle çalışmamız şart.

1932-2024 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447