Sabaha kadar yağmur yağmıştı. Ankara'ya gelişimden beridir böyle fırtınalı ve sağanaklı bir gece daha hatırlamıyorum. Ansızın şimşek çakıyor; gece, eflatuni bir renkle aydınlanıyordu. Dışarıda, iplik iplik uzayan yağmur taneleri uygun bir açıyla bekâr odamın camlarını dövüyor, pencerenin denizliğinden ince ince içeriye sızıyordu. Bir kaç havluyu ıslattığını hatırlıyorum. Hastaydım. Ağır bir grip geçirmiştim. Kronik bronşit hastası oluşum, gribi bir haftada atlatabilmeme müsaade etmiyordu. Nezleyle başlayan hastalık ciğerlerime sirayet ediyor ve uzatmalı hastalığım tekrar nüksediyordu. Şükür ki iyileştikten sonra bir başka gribe yakalanana kadar hiç bir şikâyetim kalmıyordu. Yeni yeni iyileşiyordum. Ve anca içtiğim tütünün tadını bulmaya başlamıştım.
Bir sigara yaktım. Sigaranın dumanını odanın insafsız boşluğuna üfürdükten sonra düşünmeye çalıştım. Duman dosdoğru gidiyor, sonra burgaca giriyor ve dağılıp odanın duvarlarına siniyor. Lâkin yağmurun dışarıdan içeriye akseden hışırtısı yeterince düşünebilmek için sessizliğe mahal vermiyordu. Pencereye doğru yürüdüm ve perdeyi araladım. Karşı çatının patlayan hortumundan yağmur sel gibi boşalıyordu. Döküldüğü yerden binanın saçaklarına doğru sıçrıyor daha sonra küçük küçük arklara dönüşüp gövdesindeki mini bir parlaklıkla bir yerlere akıyordu. Ansızın bir şimşek daha çaktı. Sokağın ilerisinde bir insan gölgesi belirdi. Başının üstüne pardösüsünü çekmiş, telaşla karşıdan karşıya geçti ve binaların saçaklarına sığınmaya çalıştı. Daha önce görmeseydim fark edemezdim ama şimdi onu takip edebiliyordum. Bölgenin yabancısıymış gibi binalara bakarak bizim eve doğru yaklaşmaya çalışıyordu.
Rüzgâr, bazen üzerindeki örtüyü kaldırıyor; bazen de sıkı sıkıya adamın vücuduna yapıştırmaya çalışıyordu. Ve çok iyi görebildiğim bir mesafeye ulaştıktan sonra iki bina arasında kayboluverdi. Adamın nereye kaybolduğunu düşünürken derinden bir kampana sesi işitildi. Tanıdım. Son banliyö treninin sesiydi. Son dediğime bakılmaz belki de günün ilk banliyö treni idi bu. Bilemiyorum. Caddeye paralel bir şekilde uzayan demiryolundan ağır ağır tren geçiyordu. O esnada yağmurun biraz dinmiş olması treni çok net görebilmeme imkân veriyordu. Gördüğüm kadarıyla trende fazla kimse yoktu. İnsanların bazıları yüz yüze oturmuşlar, kimileri yalnız bir şekilde...
Kimi bir şeyler okuyor olmalı kimi anlamsız gözlerle dışarıyı seyrediyordu. Hepsinde kabullenişin sükûnu…
Sanki bir suçlu treni gibi görünmüştü gözüme. Kimdi bu insanlar, nereye gidiyorlardı?
Belki vardiyalı sağlık çalışanları, belki fabrika işçileri…
Sincan’dan Cebeci’ye giden trendeki insanlar gecenin ya da sabahın bu saatinde nereye gidiyorlar? Başkent Ankara’nın devlet dairelerinde gece bekçileri, temizlik hizmetçileri ya da odacılar olmalıydı bunlar. Devlet dairelerini bekleyecekler. Temizliklerini yapacaklar. Bakanlar, devletin takım elbiseli, kravatlı yüksek bürokratları ve her dereceden memurları, sabah mesaiye geldiklerinde pırıl pırıl mekânlarında göreve başlayacaklar. Çalışacaklar. Çok çalışacaklar. Tertemiz takım elbiseleriyle masa başlarında oturarak pamuk tarlalarında çalışan ırgatların sosyal güvenlik meselelerini tartışacaklar. Pamuğun taban fiyatı hakkında hararetli şekilde görüş alışverişinde bulunacak ve raporlar hazırlayıp üstlerine sunacaklar. Çıt çıt atölye sahiplerine, fındık tüccarlarına, orta ölçekli girişimcilere düşük faizli devlet destekli krediler ayarlayacaklar. Kahvelerini yudumlarken de kahve ithalatı yapan pek muhterem iş insanlarımızın gümrük işlerini tanzim edecekler. Kahve taşıyan gemilerin uluslararası sularda güvenli seyri için gerekli tedbirleri masa başında alacak bu bürokratlar. Hatta ülkenin dış politika stratejisini oluşturacaklar.
İşte Sincan’dan gecenin ya da sabahın bu vakti banliyö treninde seyahat eden bu insanlar mesai başlayana kadar devlet dairelerini beklemek, temizliğini yapmak ya da çay kazanlarının altını yakmak için gidiyor olmalılardı. Yahut siyasi partilerin veya sendikaların genel merkez çalışanları da olabilirlerdi tabii. Başkentin banliyö semtinden merkezine doğru bu saatte neden gitsinlerdi ki? Tabii aralarında istisnalar da olabilirdi. Bu gidişi bir de yaşlı dedelerimizin ocak başı imgeleminden biliyorum. Daha eşit bir dünya için bir saat içinde evleri boşaltılarak trenlere doldurulan milyonlarca insan Orta Asya’nın buz kesen bozkırında seyahat halindedir hâlâ. Yolda ölenlerini trenin kapısını açarak bozkır boşluğuna terk ede ede giden trende. Nereye gidiyorlar? Daha adil; daha eşit bir dünyayı kurmaya. İroni, kesinlikle ironi, dedim kendi kendime. 90’ların sonrasında ironi öne çıkacak gibi görünüyor.
Hafifleyen yağmurun titreşimlerinin ötesinde ağır ağır tren gözümden kayboldu. Tam bu esnada deminki kaybolan adam beliriverdi. Evimizin tam karşısındaki binanın adına baktı ve kapısını itekledi, Kapı açıktı. İçeri girip lambayı yaktı ve tekrar dışarı çıktı. Elindeki kâğıda tekrar baktı. Kapı zillerini inceledi. Düğmeye bastı ve beklemeye başladı. Daha sonra tekrar tekrar bastı fakat öyle zannediyorum ki kapıyı açan olmamıştı. El kol hareketleriyle dövünür gibi yaptı ve oradan ayrıldı. Caddenin karşısına geçti yağmura aldırmadan; daha sonra fark ettiğim stop lambaları yanar vaziyette bekleyen eski püskü bir otomobile bindi ve oradan uzaklaştı. Perdeyi kapattım…
Şiir yazmak istiyorum. Yazamıyorum, uyumaya çalıştım uyuyamadım, derken ansızın acı acı kapının zili çaldı. Bu da kim ola bu saatte? Bu saatte dediğime bakılmaz sabah olmuştu belki de. Kapıyı açtım. Hırpani görünümlü, epeyce yağmur yemiş bir köylü. Tanıdım onu yağmur altında adres arayan kişiydi bu.
“Buyurun, kimi aramıştınız?”
“Fazilet apartmanı daire 5, değil mi burası?”
“Evet, dedim. A.’nın evi burası değil miydi? Kendisi, Bilmem Ne Bakanlığı’nda İnsan Kaynaklarında çalışır!”
“Hayır, dedim. Ben buraya taşınalı neredeyse üç ay oldu.”
“Tüh, buradan da mı taşındı o ...? (Galiz bir kelimeyi isim yaptı aradığı kişiye.) Bakanlıklarda işe sokacadı beni. Gitti davarın neyin parası da desene... Kaptırdık mı ne!”
Yüzüne bakakaldım. Kapıyı kapatıp apartmandan indi. Ben de pencereye koşarak köylünün apartmandan çıkışını görmek istedim. Arabaya doğru yürüdü hafifleyen yağmurun altında. Bir şeyler homurdanıyordu. Aracın açık penceresinden bakan şoföre: “Yörü möhtar yörü, uç kaada geldik.”