Şair Attila İlhan’ın “Adını mıh gibi aklımda tutuyorum” dizeleri unutulmazdır. Unutulamayan her şey yaşama “mıh” ile tutturulmuştur. Bunu fakültede vize sınavı olarak gören de olur, tecrübedir diyen de olur. “Güneş değil inandım serçeler başlatıyor sabahı” diyen Şair Şükrü Erbaş haklı çıktı. Bir sabah uyanıyorsunuz, ağaçlara tünemiş tüm kuşlar size “kuş diliyle” bir şeyler söylüyor. Hem de Güneş’ten önce. Aslında o meşhur dizeyi ‘‘kuşların sofrasındayız dostların arasındayız” şeklinde gür bir sesle ile dile getirmek lazım, tabii “Nazım Usta’dan” izin alarak… ”Kuş diliyle” diye başlayan her anlatı masumiyetin, içtenliğin ve sevginin yoğun olduğu, geleneği içinde barındıran unutulmaz bir eserin ipuçlarını verir bize. Cemal Süreya’nın annemden duyduğum dediği sözlü gelenektir o işte. Şair Süreya’nın dizeleriyle “Yunus’un süt dişleridir.” Gelin onlardan birini size aklımızda “mıh” gibi tutmak için anlatayım. Hiç unutmayalım.
Bir gün yaralı bir kuş Hz. Süleyman’a gelerek kanadını bir dervişin kırdığını söyler.
Hz. Süleyman, dervişi hemen huzuruna çağırtır.
Ve ona sorar:
“Bu kuş senden şikâyetçi, neden kanadını kırdın?”
Derviş kendini savunur:
“Sultanım, ben bu kuşu avlamak istedim. Önce kaçmadı, yanına kadar gittim, yine kaçmadı. Ben de bana teslim olacağını düşünerek üzerine atladım. Tam yakalayacağım sırada kaçmaya çalıştı, o esnada kanadı kırıldı.”
Bunun üzerine Hz. Süleyman kuşa döner ve der ki:
“Bak, bu adam da haklı. Sen niye kaçmadın? O sana sinsice yaklaşmamış. Sen hakkını savunabilirdin. Şimdi kolum kanadım kırıldı diye şikâyet ediyorsun.”
Kuş kendini savunur:
“Efendim, ben onu derviş kıyafetinde gördüğüm için kaçmadım. Avcı olsaydı hemen kaçardım. Derviş olmuş birinden bana zarar gelmez, bunlar Allah'tan korkarlar, diye düşündüm ve kaçmadım.”
Hz. Süleyman bu savunmayı doğru bulur ve kısasın yerine getirilmesini ister.
“Kuş haklı, hemen dervişin kolunu kırın.” diye emreder.
Kuş o anda:
“Efendim, sakın öyle bir şey yaptırmayın.” diyerek öne atılır.
“Neden?” diye sorar Hz. Süleyman.
Kuş sebebini şöyle açıklar:
“Efendim, dervişin kolunu kırarsanız kolu iyileşince yine aynı şeyi yapar. Siz en iyisi mi bunun üzerindeki derviş hırkasını çıkartın. Çıkartın ki benim gibi kuşlar bundan sonra aldanmasın.”
Anadolu halk hikâyeleri karşımıza kimi zaman bir menkıbe şeklinde kimi zaman da bir fıkraya dönüşerek çıkar. Olay örgülerinde, zaman ve yer tanımlamalarında tam benzerlikler olmasa da hepsi birbirleriyle sözlü kültür kardeşi olmuşlardır. Geçenlerde okuduğum “Derviş ile Kuş” öyküsü de bu özellikleri taşımaktadır. İçinde fabl özellikleri de var. Öykünün bitiminde büyük insanlık ailesine unutulmaz ders var. Tıpkı Bektaşi fıkralarında olduğu gibi. Hikâyenin bitiminde “Üstünden derviş elbisesini de çıkarın ki bir daha kimseye zarar vermesin. Ben onu, üstünde derviş elbisesi var kimseye zarar vermez diye düşündüm, Allah’tan korkar diye düşündüm.” sözleriyle Hz. Süleyman’a yalvaran bir beyaz güvercin ortaya çıkar. Başlangıçta bu topraklarda özgürce gezen, pınarlarında su içen, insanların ellerine konup avuçlarındaki buğday tanelerini korkusuzca atıştıran tüm kuşlar gözümün önünden film şeridi gibi geçti, hem de rengârenk… Hikâyede kuşu yakalamaya çalışan derviş olayın asıl kahramanıdır. Beyaz güvercin ise “bu derviştir, bana zarar vermez” diye ortaya çıkan bir masumiyet abidesidir.
Halk hikâyelerimizde ve menkıbelerimizde Süleyman, kuşların dilinden anlayan ve onlardan sorumlu peygamber olarak karşımıza çıkar. Hikâye, gerçek ya da gerçeğe yakın bir olayın yer zaman, olay ve kahraman örgüsüyle ortaya çıkmasıdır. Buna hikâye haritası da diyoruz.
Sonuçta ‘’Derviş ve Kuş’’ hikâyesi bugüne kadar gelmiş bir hazin öyküdür… Bu topraklarda iyi ile kötünün mücadelesinde dervişler, Süleymanlar, kuşlar hep var oldu. İnsanlık tarihi bu karanlık hikâyelerle doludur. Bu hikâyeyi sadece bir kuşa bir dervişe ile sınırlı tutmamalıyız. Hangi elbiseyi giyersek giyelim üstümüze vicdanımız kılavuzumuz olmalı, bunları kullanarak hiç kimseye zarar vermemeliyiz. Bu topraklar Yunus’un, Hacıbektaş’ın, Mevlana’nın, Pir Sultan’ın kadim toprakları olarak bilinir. 13 yy. aydınlanmasından ders alınsaydı, o günden bugüne bu öyküdeki gibi dervişler yani kötüyü sembolize edenler kuşlara yani masumiyete, iyiliği, doğruluğu simgeleyenlere zarar verebilir miydi? Günümüz dervişleri daha da farklı. Onlar sadece kuş kanadı kırmıyor, öldürüyor da. Dervişliğin ve hırkasının gücüyle yaptıkları saymakla bitmez. Zaman zaman övgüyle bahsettikleri bin yıllık devlet geleneği ve ortak akıl, liyakat, beceri bu anlayış yüzünden tuz buz olmuştur. Bu anlatı aslında herkesedir. Kim hangi hırkayı giyerse giysin Tolstoy’un “İçimizdeki Tanrı” olarak adlandırdığı vicdanı unutmayacak
Yunus Emre’nin Taptuk’un dergâhında odun taşırken “Oğlum, bu kapıdan içeri eğri odun sokma” anlayışı yüzyılın dervişlerince yok edilmiştir. Örneğin, çalıyorlar ama çalışıyorlar diyerek… Birçok olayı derviş hırkasıyla temize çıkarmaya çalıştılar. Tabii hepsi değil. Güvercinlerin dostu olanları hariç. Hacı Bektaş’ın “İyiler iyidir” olarak aktardığı bin yıllık öğreti, Mevlana’nın affedici “ne olursan ol” fikri, Yunus’un “Kamu âlem birdir bize” diye başlayan daha sonra “Sevelim, sevilelim, dünya bize kalmaz” düşüncesi derviş giysilerine feda edilmiştir. Bu yüzden, bu topraklarda derviş ile kuş hikâyesini her zaman dinleriz. Kahraman değişir, olay değişir, yer değişir ama biz bunu hep dinleriz. İnsanlar şu etnik kökenden değil, bu mezhepten değil ya da benim gibi düşünmüyor, diye öldürülürler. Orta Çağ karanlığı gibi yakıldılar da… O gün, burası Bosna Hersek mi, Hitler Almanya’sı mı dedik. Eğitimsiz insanlar, eğitimli bir hâle getirilmedikçe biz Hacı Bektaş’ın, Yunus’un, Mevlana’nın kadim topraklarında bu filmi sürekli seyreder, “Biz bu filmi daha önce görmüştük” deriz. Derviş’in fikri ne ise zikri de odur, unutmayalım!
Hiç yorum yok
Yorum Gönder