Karaca Gözü Kitabı Hakkında

Karaca Gözü, Yazar Süheyla Karaca Hanönü'nün Eylül 2021'de Okur Kitaplığı etiketiyle okurlarıyla buluşturduğu deneme kitabı. Yirmi iki yazının yer aldığı eser, yüz otuz dört sayfa hacmindedir. İyilenen değil daha çok iyi kitap yazılarının olduğunu söylesek yeridir. Tanıtımların tanıtımını, tahlillerin tahlilini yapacak değilim elbet ama en azından kitap üzerine kısa da olsa bir değini de bulunmak istiyorum izninizle. Yazar, bahsini yaptığı başka kitaplarda olduğu gibi ‘Karaca Gözü'nde kendi soy ismine ince bir gönderme de bulunmaktadır. "Karaca Gözü" kitap ismiyle müsemma, güzel bir isimlendirme.

Karaca Gözü, Süheyla Karaca, İlkay Coşkun

"Karaca Gözü" anlatımlarında geçen kitapların bir kısmını okumuş birisi olarak, bahsi geçen öykü konularının kendilerine has bağlamlarının yanında, aralarında bir nevi insicam da vardır. Gerek kitap ön sözünde gerekse de yazı muhteviyatında hep okuma ve yazma konusu yoktur elbette. Anlatımların bir boyutunda, yazım sanatı ve edebiyatıyla birlikte, medeniyet olgusuna da dikkat çekildiğini söyleyebiliriz. Bu doğrucu, besleyici ve yetiştirici güç, bütün insanlığın içerisindeki hoyratlığı ısıtmasına ve eritmesine vesile olacaktır.Kitap yazılarının daha çok öykü kitapları üzerinde odaklanıldığını söylemiştik. Bir yazar bir kitap veya ilgili yazarın bütün kitapları değerlendirmeye alınmaktadır. Başka bir ifadeyle bazı yazarların bütün eserleri üzerine odaklanılarak, yazar etraflıca ele alınmaktadır. Kitapları ele alınan yazarların bir kısmının ismini buraya taşıyacak olursam, bir fikir verecektir muhakkak.

Nuri Pakdil, Rasim Özdenören, Hüseyin Su, Bahtiyar Aslan, Recep Seyhan, Mustafa Everdi, Mustafa Özçelik, Samiha Ayverdi, Ahmet Sezgin, Alaattin Karaca ve Mustafa Uçurum gibi isimleri ilk aklıma gelenler olarak sıralayabilirim. Bütün bu isimlerin kitap ve öyküleri, yazarın okuma yolculuğunun bir yansıması olarak görülmelidir. Kitabın ön söz kısmında güzel bir çerçeve çizilerek, sözün ayaklarının yere basması gerektiği ve yazma ameliyesinin soyunu devam ettirmenin sadece yazma ile mümkün olamayacağına dair bir vurgu da yapılmaktadır. Kitap tanıtım ve değerlendirmeleri yazan biri olarak bu kitaptan taktikler ve tüyolar aldığımı da söyleyebilirim. Yazar, yazardan üslup kapmaya da çalışır ne diyelim. Hayatın her alanında olduğu gibi okuma ve yazma alanında da işin hakkını vermek gerektiğinin altı çizilmektedir. Okumalar daha çok esas üzerinden yol almaktadır. Aynı hayatta olduğu gibi anlatımların esası varken, sahtesi daha çok eğreti duracaktır. Öyküler üzerinden, insana dair birçok konunun da kritiği yapılmaktadır. Yaşını başını almış kişilerin kimi taşkınlıkları, kınayan insanın kınanacak halleri, saçı sakalı ağaran insanın durumları, ilk müridini bulan şeyh görünümlüler, doğaya ait sesleri sevenler, kentsel değişimi ve yenişimi yaşayanlar, huzuru arayanlar şeklinde bu listeyi uzattıkça uzatabiliriz. Özellikle hikâyelerin tekniğine girilerek, gerçek yaşanmış hikâye, kurmaca, üst kurmaca hikâye, post modernlik gibi birçok konu fikirler sadedinde kritik edilmektedir. Ek bir bilgi olarak, kitaplardaki kahramanlar daha çok olay örgüleri üzerinden ele alınmaktadır.  Özellikle günümüz öykülerine ve öykücülüğüne dair tafsilatlı bir değerlendirmede bulunulur. Hatta ve hatta bu değerlendirmelerin kitap anlatımlarından da taştığını söyleyebiliriz. Kitapları ele alınan yazarların yetkin olması çok bir eleştiriye yol vermez ama yine de yer yer de olsa tenkitler, kitaplardaki yazılar üzerinden değerlendirmeye tabi tutulurlar. Yazarın üretici, okuyucunun tüketici, yazılanların meta kabul edildiği anlayışlara karşı bir mücadele hali gözetilir. “İki hafta içerisinde çok şey yaşadık.” diyerek ilişkilerini sonlandıran kimi gençler gibi bu eleştiri listesini daha da uzatabiliriz. Derin yabancılaşma ile gelen anksiyetelerle mücadeleler ve bu hastalıklardan kurtulmaya yönelik çabalar bakış açıları üzerinden serimlenir. Tabi ki de bunların geneli yapıcı eleştirilerdir. Kitapta yer verilen, Kutadgu Bilig'de geçen "Misk ve bilgi birbirine benzer/ İnsan bunları yanında gizli tutamaz" (sayfa 9) sözünde olduğu gibi insan çok badireyi okumayla atlatacaktır. Bu bağlamda gerçek okur; sanat, estetik, fikriyat ve hakikat düzleminde yol alacaktır. Hilm ve ilim üzerine okumalar insanlığı daha iyi yarınlara taşıyacaktır. Gerçek okur, boş zamanlarını değerlendirmek, sadece duygusal ve ideolojik beklentilerini karşılamak için okumayacaktır. Gönül mülkünü ihya edecek boyutlarda okuyacaktır. İyi bir okur aynen kaknüs bitkisinde olduğu gibi yeniden yeniden neş'et edip okumaya devam edecektir.

Karaca Gözü'nde daha çok kitap tahlilleri, anlatımları üzerinden yazarın edebiyata, sanata bakışı da serimlenmektedir. Kitapların, kurgudan daha çok duygu ve düşünsel derinliğin içerisine çekip çekmediğiyle ilgilenilir. Yazmayla okumayla elde edilebilecek bütün iç tezyinatlarla birlikte merhum Nuri Pakdil'in ‘Kalem benim kale'm’ sözündeki gibi sağlam bir duruş da gözetilir. Yine aynı şekilde, yaradılış bilgeliğine ulaşılabilmek için iç dünyaların bakımlı tutulması gerektiğine yönelik bir okuma bütünlüğüne de bakılır. İzninizle kitapta geçen altını çizdiğim, çok beğendiğim, alıntı bazı bölümleri buraya not etmek istiyorum. 

Elin adamı güneşli günde şemsiye verir, yağmurlu günde ister” (sayfa 26, Recep Seyhan)

“Ezana kulak verenin çan sesi ile bir derdi olmaz” (sayfa 28), “İnsan inanmadığı kelimelerden kanat yapmamalıdır” (sayfa 52), “Bütün kadınlar yalancıdır, sen içlerinden en güzel yalan söyleyeni seç” (Not: Bu sözün arkası önü var tabi ki. Sayfa 52), “Elitler önce zaman problemini çözerler. Nerede ne zaman bulunacaklarını çok iyi hesaplamak onlara başarı getirir” (sayfa 60), “Sevgi buharlaşarak değil katılaşarak yok olur” (sayfa 62), “Yazının yükü ağırdır ve taşıması zordur! Yazarından büyük bir sorumluluk, fedakârlık ve ahlaki tavır ister” (Alaattin Karaca, Estetik Endişe, sayfa 91) Gibi.

Kitapta yer alan, bu kitap yüzlü yazarlar tüm mesailerini edebiyata ve kitaba vakfetmişlerdir. Kitapların ve kitaplarında yer alan öykülerin genelinde hep aynı senkronik duygudaşlık yer almaktadır. Hikâyelerimizin zengin olduğu sokaklarımız, köylerimiz ve şehirlerimiz öğlesine çok ki. Bu zengin kültürü okumaya, anlamaya matuf geniş bir okur kitlemizin yok olduğunu da söyleyemeyiz.Kitap arka kapak yazısında dendiği gibi biz de aynısını söylersek; sıcak, akıcı ve yalın bir dille yazılmış güzel değerlendirme yazıları okudum. Titiz bir irdeleme, derin bir sorgulayış ve ince bir edebi dokunuş taşımaktadır bu yazılanlar. Evvelemir de bu seçilen kitap örneklemeleri üzerinden etraflıca okumalar yapılması gerektiğine vurgudur daha çok aldığım. İnsanlık ehramının tepesinde okuma ve yazmaya dair genişçe bir alanın olduğu ve faydalanmak gerektiğinin vurgusudur bu. Bu okuma ve yazma olgusu, insanlığın miyarsız bütün gidişatlarının karşısında, özellikle cahilliğin karşısında bir set olacaktır. Daha genel anlamda varlık ve var olma metodolojisinin yanında olumlu cihetiyle hep katalizör görevini yapacaktır. Kitap arka kapak yazısında dendiği gibi rahvan bir yolculukla hikâyelerin merkezine güzel bir yolculuk yaptık. İyi okumalar.

Öykü: Yanduğumun Melhemeti

İki mahkûm, dört jandarma yolcu otobüsündeydi. Otobüste sivil yolcular da vardı. Otobüs Anadolu’nun yeni yapılan ceza ve tevkifeviyle ünlü fakat ücra sayılabilecek iline varmak üzereydi. Mahkûmlardan birinin davası sürüyordu hâlâ. Savcı ağırlaştırılmış müebbet istemişti son mahkemede. Otobüs şehre yaklaştıkça mahkûmu hafakanlar basıyor; mucizevî bir olay olsa da otobüs yoldan geri dönse diye dua ediyordu.

Hüseyin Avni Cengiz,

Diğer mahkûm ise şu cezaevine varsak da son altı ayımızı tamam etmeye başlasak diye düşünüyor sonra “Altı ay altı asırdan beter.” diyordu. Otobüs, kente yaklaştıkça nasıl hissetmesi gerektiğine karar veremiyordu. Hava kararmıştı. Uzaktan şehrin ışıkları görününce otobüste bir dalgalanma oldu. Fötr şapkalı, kavruk yüzlü, ince hafif sarkık bıyıklı köylüye benzer bir vatandaş koltuğundan hafif kalkar gibi yapıp öne uzandı ve herkesin duyabileceği bir sesle, “Yanduğumun melmeheti gozühğtu beaeeh.” dedi. Kaptan, cümleyi duydu ama hiç oralı olmadı. Bu hikâyeyi okuyan edebiyat meraklısı:   Tamam da “…gozühğtu beaeeh” derken oradaki “h” sesi ne oluyor, diye kızdı vatandaşa.  Anladım dedi: “… gözüktü be  + oh” zamanla “… gözüktü beh” oldu. Yöresel söyleyişle “…gozühğtu beaeeh” oldu. Ama oradaki “ohhh” değilse: …gözüktü be  (u,ü,i,ı,a,e)hhh. “öhhh”  kelimesine bir anlam veremedi yalnızca. 

Bütün ünlüler suçlu yalnız ö/nün suçu yok demek ki, dedi gülümseyerek.

Ağır ceza alması pek muhtemel suçlu sanki edebiyat meraklısının düşüncelerini duymuş gibi, “Asıl suçlu arkadakiler.” dedi otobüsten inerken arkadaşına.

Şairin Dünyasında Şiirleri Bir Çiçek Bahçesi Gibidir

Merhaba Fatma Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Evet tabii ki, 59 yaşındayım, bir kız annesiyim ve şu an için Almanya’da yaşıyorum. Aslen Kilis doğumluyum. Büyük ve sevgi dolu bir ailenin içine doğdum ve 1993 yılında evlendim, bu nedenle de Almanya’ya geldim. Şu an kızımla ve bir kedimizle Stuttgart’ta yaşıyorum.

Şair Fatma Şahin, İz kitabı, Alaska Yayınevi

Sizce şiir nedir? Okurun şiirden aldığı lezzeti hangi imgelere bağlıyorsunuz?

Bence şiir bir insanın gerçek ve şeffaf duygularıdır. Kelimelerin zihinde dans etmesi gibi. İnsana haz veren hangi duygu olursa olsun şiirde devleşebilir her cümle. Şairin dünyasında şiirleri bir çiçek bahçesi gibidir ve her bir şiirin ayrı bir kokusu, rengi ve hazzı vardır. Bu yüzdendir ki şiir okurları mutlaka kendilerini bir şiirde bulabilirler. 

Şairlik benim için duygularımı dile getirebildiğim en güçlü alan.

Şairlik sizin için ne ifade ediyor? Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Şairlik benim için duygularımı dile getirebildiğim en güçlü alan. Yazma yolculuğum ise ilkokulda başladı. Ezberimin kuvvetli olması ve sesimin gür çıkmasından dolayı bayramlarda öğretmenlerim tarafından hep şiir okumam istenirdi. Şiir yarışmalarına da katılarak ve hep birinci olmanın verdiği mutluluk ve heyecan ile şiire ve edebiyata merakım artmaya başladı. Sonrasında ben çocuk yaşta kendi şiirlerimi yazmaya başlamıştım, bu şekilde ilk adımı o yaşlarda atmış oldum. Bu yolculukta birisi değil ama annemi küçük yaşta kaybetmiş olmanın hüznü ve onu hiç tanımamış olmanın özlemi bana daha çok şiir yazmaya ilham oldu.

Yaşama dair duygularınızı paylaştığınız şiirlerinizin yer aldığı İz kitabınız Alaska Yayınevi’nden çıktı. Sizi yaşam ile ilgili şiirler yazmaya sevk eden nedenler nelerdir?

Yaşanmışlıklarım kısacası. Aynı zamanda çevremdeki yakın arkadaşlarımın hayat hikâyelerinden de esinlenerek yazdığım şiirlerim oldu. Çok erken yaşta yatılı okulda okumaya başladığım için aileme olan özlemim ve kendimi yalnız hissetmemin verdiği hüzünle, kimseye ifade edemediğim duygularımı kaleme aldım. Bu vesile ile şiire olan zaafım ve şiire yönelik çalışmalarımı gelişti.

Başucu yazar, şair ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Okuduğum her kitap bana yeni bir yolculuk hazırlamıştır ve okuduğum her kitapta kaybolurum. Gençlik yıllarımdan en çok hatırımda kalan eserlerden birkaçı bunlardır: Huzur Sokağı, 1970 (Şule Yüksel Şenler), Ayrık Otları, 1977 (Zekai Eryalaz), Gün Olur Asra Bedel, 1980 (Cengiz Aytmatov), Üvey Anne, 1983 (Ahmet Lütfi Kazancı).

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Üzerinde çalıştığım herhangi bir kitabım henüz yok, ancak ileriye yönelik okuyucularımla paylaşmak istediğim birçok şiirim daha var.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Ben okuyucularıma şunu söylemek isterim: Okuduğunuz şiirlerim kiminiz için belki aşk şiiri olabilir, belki de kiminiz için aile durumunuzu, arkadaşlık ilişkilerinizi veya size özel herhangi bir insan ilişkinizi kaleme almış hissettirebilir. Sizin ferah algınıza ve içinize nasıl siniyorsa sinsin, herhangi bir duygu durumunuzu bir şiirimde bulabilmiş olmanızı bilmek benim için çok değerli olacaktır.

Şiir: Özgürlük Nedir?

Mehmet Sayan, Şiir

Özgürlük nedir diye sorsalar bana,

Büyük bir deniz gibi içimde dalgalanan.

Sözcüklerle anlatılmaz, sınırlara sığmaz,

Ruhun derinliklerinde sonsuzluğu barındırır.


Özgürlük, zincirlerden kurtuluşun sesidir,

Düşüncelerin engelsiz dansında gizlidir.

Zihinlerimizi sonsuz bir yolculuğa çıkarır,

Fikirleri serbest bırakmak, sınırları yıkmaktır.


Özgürlük, düşleyen ruhların özlemidir,

Doğanın kutlaması, insanın aşkıdır.

Beyaz bir kuş gibi, gökyüzünde kanat çırpar,

Hayal ve hedeflerle çağlar aşar hızla.


Özgürlük, gerçek kimliğimize ulaşma yoludur,

Kurallarla sınırlanmadan özgürce yaşamaya girişimdir.

Beyin hücrelerimizde gizlenen düşüncelerin kabulü,

Bireysel ifade özgürlüğünün gerçek özüdür.


Özgürlük, içimizdeki asi ruhun serenadıdır,

Kendini gerçekleştirme çabasının melodisidir.

İrade ve seçim gücünün ötesinde bir deneyimdir,

Yaşamın kaynaklarına ulaşan gizli bir anahtardır.



Özgürlük, diğerlerine saygıyla birleştiğinde anlam kazanır,

Toplumsal adaletin ve eşitliğin zirvesine ulaşır.

Her bireyin şahsiyetinin değerini keşfetmesidir,

Dünya işte o zaman gerçek bir cennet olur.


Özgürlük, insanlığın evrensel bir hakkıdır,

Irk, dil, din veya cinsiyet ayrımı gözetmez.

İnsan ruhunun derinliklerinde yıldızlar gibi parlar,

Aşk, barış ve anlayışla beslenir, tüm evrene yayılır.


Özgürlük, düşüncelerin kaleminde ifadesini bulur,

Şiirlerin, resimlerin, hikâyelerin yaşama sevincidir.

Hayal gücünün sonsuzluğunda yükselen bir dünya,

Geleceğe umutla ilerleyen insanlık ışığıdır.


Özgürlük, bir nehir gibi akan bir varoluş hikâyesidir,

Hayat ve ölüm arasındaki denge duruşudur.

Yükseklerde uçan şahinlerin gözüyle görülen manzara,

Özgürlük bir anlayış, bir his, bir arzudur yücelerinde.


Özgürlük varlığımızın özünde yatar,

Yüreklerimize serpilir, gözlerimize yayılır.

Düşlerimizin kudretini keşfetmek asıl önemli olan,

Özgür ruhların dansını hissetmek, 

Kendimize doğru yol almaktır derim.

Annemin Türküsü

Yazarlar genelde yazmak serüvenini anlatırken ebedileşmek, ölümsüzleşmek, ölümü aşmak gibi tanımlar kullanırlar.  Şair Nabi'nin dizeleriyle insanın yaşamın hem hazanını hem baharını görmüş annesini yazması çok zor.  Yaşam yorgunuydu... Şair Borges'in Bin Bir Gece Masallarından öğrendiği geleneği Cemal Süreya’nın annemden duydum, dediği sözlü geleneği çocuk yaştan itibaren hep evde öğrene gelmiştim. Annem,   Erzincan'ın Fırat Nehri kenarındaki yemyeşil ilçesi Kemaliye’de (Eğin’de) harman vakti doğmuş bir Anadolu kadınıydı. Nazım Hikmet dizilerinde onları anlatırken, “topraktan öğrenen kitapsız bilenler” olarak tanımlar.

Umut Özkan, Annemin Türküsü, Edebiyat Gazetesi

Yunus Emre'nin “Bu kapıdan içeri eğri odun sokma.” ahlakını içselleştirmiş bir insandı. Mevlana’nın, engin insan sevgisini adeta örnekleriyle nakşetmişti. Sözlü kültür denilince atasözlerimizden türkülerimize oradan masallarımıza hepsi günlük konuşmalarında vardı. Liyakat, bugünlerin aranıp da bulunmayan değeri onun dilinde bir atasözüyle ete kemiğe bürünürdü. “Atlı ata biniyormuş tosbağa ben de bineceğim diyormuş.”  Sorardım bunun açıklaması nedir? Herkes bildiği işi yapacak. Dedesi Ali Çavuş Çanakkale'ye gitmiş, Kemaliye'den (Eğinden) trene binip giden ve oradan dönmeyenlerdenmiş. Hikâyesini annemden çok dinledim. Vatan görevine çağırıldığında köyde davullar çalınınca dedem Ali Çavuş ilk öne atılıp gidenlerdenmiş. Savaştan dönen arkadaşları anlatmış, alnından siperde vurularak şehit olmuş... 

Neylersin ölüm herkesin başında. / Uyudun, uyanamadın ola-cak. / Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında? / Bir namazlık sal-tanatın olacak. / Taht misali o musalla taşında.   Cahit Sıtkı Tarancı

Babaanne Hanife Hanım, dedem Yahya dört kardeşi köyde perişan halde kalmışlar. Annem iç çekerek büyüklerinden duydukları hazin öyküyü aktarırdı. “Oğlum bak sen Ali Çavuş'un torunusun.” derdi. Anadolu kültürünü yürekten kabul etmiş bir insandı. “Düştük oğul eline, yalvar deli geline.” sözü onun bana son aktarımıydı. Sözlü kültür anlatımını sürekli canlı tutar, örneklendirirdi. Kuşaklara onu doğru ve düzgün aktarmak gerekir. Çocuk yaşlardaydım, annemin köyünde bir düğüne gittim. Akşam türkü gecesinde söylenen Eğin türkülerinin hepsini dinledim. Bir amca vardı. Bir gözü kördü. Elini kulağına atıp yörede "Eğin Ela Gözlüsü” olarak bilinen Muzaffer Sarısözen’in derlediği maya türündeki uzun havayı söylüyordu. Eğin ağzıyla Profesör İlhan Başgöz’ün aktarımı ve Enver Gökçe derlemesi Eğin türkülerinin hepsini o akşam dinlemişim... Ve amca, Yeşil Kurbağaları Hafız Burhan’dan bile daha güzel söylüyordu... Anneme o akşamı anlattım. Bu amca kim diye sorduğumda “Ona Kör Irza (Rıza) derler. O köyde uzun havaları ve Eğin türkülerini hep iyi bilir, okur. Sevilen birisi.” demişti.

Biz Ankara’da ufak Anadolu diyeceğimiz bir mahallede büyüdük. Mahallemizde her yöreden insan vardı. Anadolu’nun her ilinden,  ilçesinden komşularımız vardı. Bizi onlar ile kaynaştıran, onların geleneğine saygı duyduran sözlü kültür öğelerini annem bilir, aktarırdı. Muharrem ayında aşure getiren komşumuzun getirdiği tabağı yıkamadan geri vermemeyi, sözlü kültür aktarımını çoktan öğrenmiştik. Çünkü o bir olayı hemen biliyor, uyarıyor ve hatırlıyordu. Ortak bir değere saygı göstermeyi biliyorduk. Bir “Sanduklama hikâyesi” anlatırdı, herkes gülerdi. Bir bohçacının evi soyup daha sonra bir tekerleme ile evden çıkışını anlatırdı.

“Develer tellal iken pireler berber iken, köyde bir evin hanımı hastalanır. Evde yatak yorgan yatar. Ev ahalisi kara kara düşünürken kapıya bir dilenci gelir. Dilenci evin hanımına sorar neyin var? Hastayım cevabını alır... Dilenci hemen teşhisi kor. ‘Sen sandıklama hastalığına tutulmuşsun. Sen şu sandığın içine bir gir hemen on dakikaya kalmaz iyileşirsin.” der. Hanım sandığın içine girmiş. Dilenci, kadın sandığın içine girince üstten sandığı kilitlemiş.  Dilenci evin içini dolaşmaya başlamış mutfakta ne görsün tavuk pişiyor. Hemen tavuğu torbasına koymuş. Ayağındaki çarıkları da çıkarmış tavuğu aldığı tencerenin içine koymuş. Evin hanımının içinde olduğu sandığın yanına gelmiş hanıma bir tekerlemeyle, "Senin tavuk benim torba içinde. Benim çarık senin çorba içinde. Sen dayağı yersin yorgan içinde. Ben tavuğu yerim orman içinde.” dedikten sonra çıkmış gitmiş...”

Yine Dedem Yahya'nın Atatürk Orman Çiftliğinde İnönü’nün toplantılarına gittiğini aktarırdı ve İnönü'ye ithafen, “Ben bir kavaklık yetiştirdim, onu kimseye kestirmem.” sözünü aktarırdı. Anacığım Alevi, Sünni, Kürt gibi şeylerin bizleri ayırdığına inanmazdı. İnsan sözcüğü onun tek ilkesiydi. Herkesin acısına üzülür, sevincine sevinirdi.  1960’lı yıllarda Ankara Kalesi yaşamın bir parçası olmuş. Kağnı Sokakta oturmuşuz. Babamın Ulus Gazetesi matbaasında uzun yıllar çalıştığı zamanlar. Kaledeki saat sesinin tüm Ankara'ya duyulduğu zaman o yıllar. Kale içindeki Alitaşı Sokağı annemden duydum. Güdüllü, Çamlıdereli, Darendeli, Karaşarlı komşularımızı anlatırdı. Ankara’nın ilk yerleşim yeriydi orası. Eşim ve çocuklarla annemin ve babamın 1960’lı yıllarda oturduğu Ankara Kalesindeki evi buldum… Restore ediliyordu. Annem ile buraları izledik.  WhatsApp üzerinden evin odalarına kadar bir kılavuzlukla konuştuk. Sokağın köşedeki 17. yüzyılda yapılmış bir tarihi cami bitimindeki taş yolun o zamanlar kullanıldığını bile aktardı. Gençlik Parkı konserlerinin seslerinin kaleden duyulduğunu bilir ve öyküsünü aktarırdı. Eğin’de kaldığı için Eğinli Şair Enver Gökçe kadar Eğin gelenek ve kültürünü bilirdi... Bölge yerel ağızında da Pertev Naili Boratav aktarımıyla  “anooov çağam” deyimi bir üzüntü ve bazen de sıkıntının işaretidir. Annem yaşamda bu sözcüğü çok kullanırdı...

Yahya ismi benim ön adımdır. Annem bazen bu Yahya'nın hikâyesini anlatırken “Bu çocuğa bu ismi koyma dedim dinletemedim.” derdi... Çünkü dedem hikâyesi olan bir olaydan sonra genç yaşında felç olmuştu. Ne gerek var çok da istemedim… Yahya ismini bilirim, hikâyesini de bilirim de anlamını bilmezdim. Hiç merak da etmedim. Üniversitede rahmetli Osmanlıca hocam, bir Kerkük Türkü olan Profesör Ziyat Akkoyunlu’ydu. Bir gün dersteyim. “Herkes kendi ismini Osmanlıca yazacak.” dedi. Sıra bana geldi tahtaya yazdım. Hoca, Yahya ismine bir ilgi gösterdi. Daha sonra öğrendim Kerkük'te çok kullanılan bir isimmiş. Yazdıktan sonra bana “Adının anlamını biliyor musun?” diye sordu. O güne kadar hiç aklıma gelip de bakmamıştım bile… Çünkü ben Umut ismini kullana gelmiştim. Hoca zippo olarak tabir edilen çakmağını cebinden çıkardı. Tık sesiyle kapağını kapattı “Yaşam demek, hayat demektir.” dedi... Annem ne bilsin babasının adının anlamını. Akşam evde anneme muştuladım. “Bak, sana ne güzel bir isim koymuşuz. Adaaam sen de...” dedi. Eğin ağzından “adam sen de” aramızda kim bir lafı uzatır, takıntı haline getirirse ikimiz aramızda “adaaam sen de” der uzun uzun gülerdik...

Çocuktum, karabaş hikâyeleriyle beni uyuturdu. Bazen de Cin Ali’nin Kara Kuzusu ile... Ben hep onun bu yaşıma kadar kara kuzusuydum. Çünkü o Cin Ali hikâyelerinin serisinin Kara Kuzusu’nu okumuştu.  Annem yaşama gözlerini yumduğunda tüm hısım akraba bunu hep hatırlattı... Çok kilo aldığımda bir Eğin ağzıyla “Göbeğin Munzur’a gölge veriyor.” derdi... 

Geçenlerde TRT Ankara Radyosunda bir programa konuk oldum. Orada program annenin çocukken kulağına söylediği türküyle başlıyor, bugüne geliyor, öyküsüyle anlatıyorsunuz... Atem tutam ben seni, şekere katam ben seni / Akşama baban gelen de önüne atam ben seni...

Buradan Sulhiye ismine geldik. Bir dönem Kurtuluş Savaşı’nın nişanesi olarak barıştan, dostluktan yana bir imge olarak kız çocuklarına Sulhiye ismi konulmuş. Programı annemle radyodan dinledik. Çok mutlu olmuştu. Oğlum Özgür’le vefatından bir saat önceki ziyaretimizde karakalem ile resmini ertesi gün çizmek için sözleşmiştik, olmadı. Koca Veysel dizelerinde  “Kimler güldü, kimler gülecek / Murat yalan ölüm gerçek...

Yine annemin sözüyle bitirelim. Naçar kalınca söylerdi “Bu da böyle olsun Keleş Ağam.”…

Işıklarda uyu anacığım. 

Sen Söyle Cumhuriyet

Sen Söyle Cumhuriyet, Adam Silver, Şiir, Edebiyat Gazetesi

Şafak sökerken Kocatepe’de özgürlük doğar.

Mukaddes toprağa şehitlerde bereket yağar.

Mustafa Kemal’in ufku karanlıkları boğar.

Bağımsızlık meşalesi Dumlupınar’da yanar.

  

Yüz yıllar geçse de susmaz özgür yüreğimiz.

Ötüken’den Anadolu’ya bükülmez bileğimiz.


Cephede Mehmetçiğin arasına erenler karışır.

Şehitlik makamı uğruna birbirleriyle yarışır.

Esaret vatandan atılır, millet insanlıkla barışır.

Cumhuriyetin başına Mustafa Kemal yakışır.

   

Yurdumuzu özgür mekteplerle donattık.

Yeri göğü ay yıldızlı al bayrakla boyattık.

Tükenmek bilmeyen, kudretlidir nefesimiz.

Kutlu topraklarda yükselir medeniyetimiz.

Özgürlük yolunda, istiklaldir adresimiz.

Dünyaya yön verdi, barış sevgi sesimiz.


Mustafa Kemal milletçe baş tacımız.

Ecdadın yolunda yürümektir amacımız.

   

Yüzyıldır Cumhuriyetle güldü yüzümüz.

Büyüdü gelişti Atatürk bizim yüzümüz.

Özgürlüğe vurulan mühürdür sözümüz.

Bayrak sancak gönülde yaşayan gülümüz.

   

Emrine amadeyiz sen söyle yüce cumhuriyet.

Ne sevda biter ne aşk, sonsuza dek Cumhuriyet.

İlknur Kaya Yazdı: Gönül Penceresi

İlknur Kaya, Gönül Penceresi,


Gönül penceresinin oymasında ellerim,

Yakasında çiçek veren ümitler, 

Ilık esintinin kalbinde, 

Eksilmeyen sevmeler...


Tasvir edilmekten uzak, sedef kakmalı işçiliğin,

Saydam öbekte gezinen dilekleri örseler,

Bırakmaz sarmalayan ıslak sicimi,

Kader yüklü diyarları...


Açılmaz bir gedik / geçit vermez duvarlar,

Zedelenmiş sınırlarda...

Sevinçler dirilir sürülen topraklarda,

Saklar zarif kandillerle saf güzelliği, 

Göz göz olur serin pınarlar,


Büyür mercekte ahu sular,

Gün gün,

Sakin saadet terasları...


Hülyalar konar yamaçlara,

Kucak kucak saf papatya, 

Küçülür kekik kokulu bozkırlar...


Çitlenbikler vefa taşır,

Özlem taşır aşka...

Su teresi kanatlarını,

Feraha/cana daldırır,


Yüce dağın eteğinde, 

Öylece durur sevgi/m... öylece,

Derbentte... 

 

Sonbahar Rüzgarı

Yazın ortasında mevsimler mi takla attı diyeceksiniz? Merak etmeyin sizi duyabiliyorum. Fakat kim demiş çölün öğle sıcağında üşümeyeceğini? Gecenin daha aydınlık, gündüzün hafif kalender meşrep olmayacağını? Lütfen kandırmayalım birbirimizi, ne insanlar eskisi gibi artık ne de bizleri hayran bırakan mevsimler. Sağır, dilsiz hatta açıkça bizler için sadece zamanın geçtiğinin habercisi görevini üsteleniyorlar. Ya onların da hisleri varsa? 

Sonbahar Rüzgarı, İsmail Hilal, Edebiyat Gazetesi

Yağan her kar, yağmur, esen rüzgâr hatta rüzgârın içindeki sıcak kumlar bile mesaj veriyorsa bizlere. Ya şu dünyaya özellikle son 200 senede yaptığımız eziyetlerin sonucuysa olanlar. Hani birini uzun süreli kırarsınız da hiç yapmam dediği şeyi yapar. Hiç beklemezsiniz ondan o tepkiyi, öyle bir şeyler işte. Öylesine hırsla doldu ki gönüllerimiz çiğ tanesinden başladık, sonra kar taneleri geç gelmeye başladı ve rüzgâr ve yağmur ve ve ve tabiî ki mevsimler…  

Bize benzediler çaresizce. Kabul edelim kaybettik! Eskiden belki 3 sene 5 sene birkaç parça elbiseyle ömür geçerken, azla yetinmeyi kaybettik. Sevgiler değerliydi, dostluklar baki. Sevgiliye yolda denk gelme ihtimaliyle günler geçirenler vardı. Kavuşurken samimi, kaybederken edepliydi insanlar. Dostluklar vardı çıkardan bağımsız. 

Selamın samimiyeti, mahallenin taşında, kaldırımında bile saygı vardı, mana vardı. Dikkat edin eskiden doğaya minnet duyardık; yağmura, kara, hatta sıcağa…

Şimdi her mevsim sanki kahır, dert kendi sorunuyla geliyor ve hepimiz düşen binlerce yapraktan biriymişiz gibi davranıyoruz, yani sıradanlaşıyoruz. Dünya telaşı mı desem yoksa artık teknoloji bağımlılığı mı? Farkında değiliz ama önemsizleşip, mekanikleşiyoruz. Doğaya karşı ne kadar sert olduysak ruhen de bizden bir parça koptu gitti artık. Düşen her yaz yaprağında, her tükenen hayvan türünde, her yaz günü yağan yağmurda… 

Yıllar bizi ne kadar değiştiriyorsa nefes almadan onlar değişmeyin dercesine kızıyor insanlara. Kabul edelim Nazım Hikmet şiiri gibi olduk, makineleştik. Mekanik oldukça duygular eksiliyor birer birer. Kıymet, minnet, saygı, ahlak önemini yitiriyor. Aslında biz özden kopuyoruz ve kendimizle birlikte her şeyi bir şelaleden tekmeliyoruz. Kendi eserimiz olanlar ve tabi yaşanacaklar. Tedavi vaat edemem size, ben sıradan bir sonbahar rüzgârıyım yokladım, gidiyorum şimdi. 

Cheon Myeong-Kwan'dan Trajik Bir Azizenin Hayatta Kalma Hikayesi

2023 Uluslararası Booker Ödülü’nün kısa listesine girmeyi alnının akıyla başarmış olan Cheon Myeong-Kwan’ın Lotus Kitap tarafından 2. Baskısı yapılan ‘Balina’ adlı bu romanı Tayfun Kartav’ın Korece’den çevirisiyle Türkçeye kazandırıldı. Aynı zamanda yazarın Türkçeye kazandırılmış ilk romanı olan ‘Balina’ oldukça hacimli, her yönüyle dopdolu, akıcı ve kesinlikle tatmin edici bir kitap.

Cheon Myeong-Kwan, Lotus Yayıncılık

Romandaki büyülü gerçekçilik en basit sahnelerde bile gizli manaların olduğu hissini veren eğlenceli kurguyla bezenmiştir. Kore’nin modern toplum öncesinden post modern topluma hızlı geçişinde yaşadığı inanılmaz değişimlere yeni bir ışık tutan destansı boyutlarda bir macera ve hicivdir bizi bekleyen. Ataerkil Kore toplumunda kadın olarak bir kahramanın başından geçen özgün peri masalı kıvamında sürükleyici bir hikâyenin izini sürüyoruz sayfalar arasında. 

…Savaşın bitmeye yüz tuttuğu yıl kışın, dilenci bir kadın tarafından at ahırında dünyaya getirildi. Doğduğu gün yedi kilo olan vücudu, daha on dört yaşına basmadan yüz kiloyu geçti. Dilsizdi, kendine özgü dünyasında bir başına, kimsesiz büyüyerek üvey babası Mun'dan tuğla pişirmenin bütün inceliklerini öğrendi…

İlk başlarda Kore’nin ücra bir yerinde geçen hikâye, birbirine bağlı üç karakterin ayak izlerini takip ederek ilerliyor. Tuğlaların nasıl pişirildiği, şamanların kut denilen ayinleri nasıl gerçekleştirdikleri, erkek egemen toplumda tek başına ayakta durmaya çalışan bir kadının hem manevi hem fiziksel dönüşümü ya da çöküşü, Chunhee adlı Kızıl Tuğlaların Kraliçesi hakkında merak uyandıran bir kurguyla her şeyi bütün çıplaklığıyla anlatmaya çabalayan, okuyucuyla diyalog kurmayı deneyen bir hikâye anlatıcısının muazzam çalışması söz konusudur. Yazar bu kitapta okuyucusunu sıkmamak için onunla belirli aralıklarla konuşmayı da denemektedir. Kitabı okurken dikkat edin, anlatıcı hiç beklemediğiniz bir şeyden bahsedebilir yahut size sorular da sorabilir…

Okyanusta tesadüfen gördüğü bir balinanın ihtişamından etkilenerek peşinden koşup akıl almaz ve esrarengiz olaylar girdabının içinde bulur kendini Geumbok. En yakın ve tek arkadaşı olan bir fille müstesna bir iletişim kuran dilsiz kızı Chunhee, bal arılarını ıslığıyla kontrol eden sokur gözlü bir kadın… Ve daha nice esrarengiz, baş döndürücü kahramanlar… Kore’nin gelmiş geçmiş en iyi hikâye anlatıcılarından biri olarak kabul edilen Cheon Myeong-Kwan’ın sürprizler ve yer yer kara mizahla dolu sürükleyici bir kurgusuyla karşı karşıyayız.

‘Balina’ Kore tarihiyle birlikte akıp giden soluksuz bir maceradır esasında. Yaşama, ölüme, özgürlüğe, şiire, gazele, özleme, kişinin kendini gerçekleştirmesine, şiddete, aşka, savaşa, mücadeleye, ihtirasa, fanteziye, geleneğe, kültüre, bireyin kendisi olabilmesine; Kore’nin Şamanizm gibi mistik kültürel kalıntılarına, tuğlalara, şamanlara ve daha nice nice unsurlara dair büyülü ve grotesk bir destandır ‘Balina’.

Şiddet, tutku, yetişkin romanlarından çıkma sahneler, grotesk bedenler bu kitabı hem yer yer esprili hem de ciddi manada insancıl kılıyor. Kitaptaki birçok karakter rüyalarınıza bile girebilecek türden akıl almaz özelliklere sahiptir. Ana karakter Geumbok asla önlenemez bir girişimci, kendine odaklı bir bireyci ve çelişkilerle dolu bir insanken aynı zamanda kurnaz, saf; sevgi ve şiddet dolu karmakarışık bir yapıya sahiptir. Ne var ki hikâye Geumbok’tan ziyade gerçekten trajik bir azize olan ve hayatta kalmayı başaran Chunhee’nin hikâyesidir.     

Düşmanca bir dünyada kendince yolunu bulmaya çalışan bir kadının ve onun gölgesinde okunan daha nice Koreli kadının hikâyesidir aslında anlatılanlar. Hem sihir hem mizah dolu bir hikâye ve aynı zamanda bütün zıtlıkları kendinde toplamış karakterlerin yaşam mücadelesini anlatmaktadır. Ataerkil toplum, kitabın başında bir dişi olarak sunulan kadın karakteri en nihayetinde fiziksel bir erkek olmaya bile zorlamıştır. Ne var ki bu bedensel dönüşüm inanılmaz bir kurguyla ve muhteşem bir mizah anlayışıyla ortaya serildiğinden akılda kalıcı, vurucu bir okuma şöleni sunmaktadır.

Bu kitabın en bariz özelliklerinden birisi de okuyucu üzerinde bıraktığı etkidir. Unutulmaz anlar, unutulmaz sahneler film izler gibi akıp geçmektedir. Hiç şüphesiz ihmal edilen, ötekileştirilen, yalnız ve konuşamayan Chunhee’nin trajedisi bu dokunaklı hikâyelerden sadece biridir… Hatta bir fil bile var ki bu filin hikâyede gerçekten olup olmadığı ya da sadece Chunhee’nin hayalinde canlandırdığı bir karakter olup olmadığı bile yaratıcı bir kurgunun alametlerindendir. Chunhee’nin fil ile arasında geçen konuşmalar, duygu yoğunluklu atmosferin okuyucuya verdiği etki inanılmaz ölçüdedir. Yer yer ağlayacak, yer yer kahkaha atacak yer yer de derin düşüncelere dalacaksınız. Bu kitabın etkisinden kurtulmanız kolay olmayacaktır.

Kore'nin önemli edebiyat ödüllerinden 10. Munhakdongne roman ödülünün sahibi ve hikâye anlatıcılığıyla nam salmış Cheon Myeong-Kwan'ın bu özgün romanında akıcı bir hikâyenin izini süreriz. Mistik mekânlarda geçen olaylar, köyde yetişen Geumbok'un kasabada girişimci olmasına dek uzanan inişli çıkışlı hayatı, onun ilginç kızı Chunhee'nin hayatta kalma mücadelesi ve ana ile kızının etrafında beliren enteresan karakterlerle birlikte hikâye, nefes kesici bir anlatımla ilerlemektedir…

Cheon Myeong-Kwan'ın insan arzularını fırtına gibi şiddetli ve yıkıcı bir biçimde betimlediği bu romanındaki olaylar silsilesi, karakterlerin iç dünyası ve mekân tasvirleriyle birlikte âdeta film izler gibi hızlı bir şekilde akıp gitmektedir. Şiddet, ölüm, duygusal patlamalar, efsaneler, yetişkin çizgi romanlarından sahneler ve bütün bunların esprili bir dille anlatıldığı titiz bir çalışmadır okuduğumuz.

Kızıl tuğlaların kraliçesi namıyla bilinen, insanüstü keskin sezgilere sahip ve filden başka bir arkadaşı olmayan Chunhee'nin ya da namı diğer Kızıl Tuğlaların Kraliçesinin nefes kesici yaşamı hem gerçekçi hem de yarı fantastik öğelerle iç içe geçmiş gizemli bir atmosferde anlatılmaktadır.

Balina adlı bu romanıyla Kore edebiyatında gelmiş geçmiş en iyi hikâye anlatıcılarından biri olarak nam salan, 2023 Uluslararası Booker Ödülü’nün kısa listesine girmeyi de hakkıyla başaran usta anlatıcı Cheon Myeong-Kwan'ın bu muazzam eserini mutlaka okumanızı şiddetle tavsiye ediyoruz.

Harari Soruyor ve Sorguluyor

Bu sefer de Kolektif Kitap Yayınları’ndan Yuval Noah HARARİ imzalı 3 bölümden oluşan bir kitap serisinden bahsetmekten istiyorum. “Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens - İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi” adlı 1’inci çalışmayı ele aldıktan sonra, “Homo Deus - Yarının Kısa bir Tarihi” ve “21. Yüzyıl için 21 Ders” kitaplarıyla devam edeceğiz. 

Deniz'in Gözüyle Kitap Dünyası, Deniz Boyraci, Alaska Yayınevi

İnsanlığın hem geçmiş hem de olası gelecek serüvenlerini akıcı üslubu ile bilimsel veriler ışığında anlatan tarihçi yazar, çok okunan ve tartışılan eserlerinde yer yer çarpıcı örnekler ve sert eleştirileri ile de dikkat çekiyor. Kendimizi, yani insanlık ailesini okurken bazen yerecek bazen övecek, bazen de endişe ya da merak duyacaksınız. İşte bu yüzden 411 sayfa ile başlayan bu kitap serisi sonuna kadar heyecan verici kalmayı başaracak niteliklere sahip. 

SAPİENS 

Dünyada çok satanlar listesindeki 30'dan fazla dile çevrilmiş ilk kitabımız‚ Sapiens’de İsrailli tarihçi ve yazar Yuval Noah Harari’nin başarısındaki sırrı açıklayacak önemli noktalar öne çıkıyor. Eserde kendisinin de dile getirdiği gibi daha önce yazılmamış hiçbir şey söylenmiyor. Ancak tarih çizgisini ve gelişimini bilim ile beraber o kadar açık ve anlaşılır veriyor ki kitabı kapattığınızda tarih elle tutulur gözle görünür bir hal alıyor. 

Kabul görmüş doktrinlere etkili bir dille muhalefet eden yazar, bazen mizahî ama her zaman yalın bir dille, kaotik ayrıntıların içinde boğulmuş insanlık tarihinin damıtılmış bir özetini veriyor. Fakat bu ekspozede sadece biyolojik gelişmeler değil, bu ilerlemelerin toplumsal dinamiklere yansıması da okuyucuya eş zamanlı olarak aktarılıyor. Eser teorik okumaları ve hipotez içinde hipotez yöntemi ile sürecin biyolojik ve tarihi bağlantısını kurarak bizlere sunuyor.  

Harari tüm bunları güzel bir karışım içinde işlerken, Neandertaller ve Homo Sapiens’den kadına, insan davranışlarından bilimsel gelişmelere kadar geniş bir yelpazeye kurulan konulara değinerek bizi tarihin içinden yürütüp bilgiyi günümüze taşıyor.

Bilişsel devrimin başlangıcına giden yazar ondan önce yaşayan farklı insan türünün neden artık yaşamadığını soruyor. Bu açıdan ele aldığı Neandertaler‘in aslında fiziksel olarak Homo Sapiens’den daha güçlü ve daha iri olduğunu ama Homo Sapiens’in grup kurma ve yönetme, işbirliği yapabilme becerisinden kaynaklı yaşamaya devam edebildiğini yazıyor. Son dönemlerde insan genomunda Neandertal’e ait izlerin bulunması aslında modern insan atalarıyla çiftleştiklerini dahi göstermekte. 

Esere kaynak olan araştırma, Rus bilim insanı Piotr Alekseyeviç Kropotkin’in insan ve hayvan toplumları üzerindeki evrim incelemesinde ortaya çıkardığı sonuçlara dayanıyor. Kropotkin, Evrim Teorisinin en önemli yasası doğal seçilimde (seleksiyon) geçerli olan “Güçlü olan hayatta kalır.” ilkesinin yanında grup olabilenlerin “Karşılıklı Yardımlaşma” faktörünü ekleyerek bilimde bir çığır açar. Harari, eserinde bu bütünlüklü evrimsel gelişme çizgisini de çok iyi işliyor hatta eserinin ana teması budur da denilebilir. Bu örnekte olduğu gibi Harari‘nin başarısı kendisinin yeni buluşlara imza atması değil, var olan buluşları sade ve anlaşılır bir şekilde dile getirme sanatıdır. 

Harari komplike bilgi/tarih bağlantılarını kavramaya kolay hale getirerek anlaşılır bir ifadeye kavuşturuyor. Burada meydana gelen sonuç, basit bir bir anlatıma indirgeme gibi algılanmasın. Esas iş ve başarı budur, yani anlaşılır kılmaktır. Çünkü çok kompleks ve geniş konularda basiti yakalamak için kompleks olanı çok iyi bilmek gerekir. Ve Harari'de bu hâkimiyeti görüyoruz. Diyebiliriz ki Harari elimize bir anahtar veriyor ve bu şekilde tarihin ve bilimin derinliğine girmenin yolunu açıyor. Herkesin bildiği konuları dilinin anlaşılırlığı ve akıcılığı sayesinde Harari’den okuma arzusunu doğuruyor. Mesela para mevzusunu ele alırken işlevsel yanından bahsediyor. Tüm olgulara tarafsız bakmaya çalışıyor. Kendi duygularını parantezler içinde vererek nötr kalmaya çalışıyor. 

Bilindiği üzere insanlık tarihini içine alan binlerce kitap var. Fakat bunların birçoğu teknik ayrıntıya boğulmuştur. Harari ise bu kitapta insanlık tarihine kısa bir bakış deyip, tarihci de olmanın avantajıyla birlikte sosyolojik, psikolojik, antropolojik ve biyolojik olarak ele aldığı konuları bizlere soru ve cevaplarıyla sunuyor. 

Hararari soruyor 

Neandertaler‘e ne oldu? 

Buğday Homo Sapiens’i nasıl evcilleştirdi? 

Neden ataerkil bir toplum düzeni gelişti? 

Para ve din hayatımızda neden çok önemli bir yere sahip? 

Homo Sapiens’in sonu ne olacak? 

Daha pek çok mevzuyu irdeleyen Harari insanlık tarihinin tartışmalı süjelerinden Bilişsel Devrim, Tarım Devrimi ve Bilimsel Devrim üzerine çeşitli konuları dört ana bölümde sunmakta: 

1. Bilişsel Devrim 

Bu bölümde Homo Sapiens’in dünya üzerinde yayılması, geçirilen evrimleşme süreçleri, dedikodu ve efsanelerin Homo Sapiens’in yaşamına kattıkları araştırılıyor. Yazar Bilişsel Devrim’in 14 yaklaşık 70 bin yıl önce ortaya çıkan yeni düşünce ve iletişim biçimleri anlamına geldiğini ve bu devrimle Homo Sapiens’in bilgi aktarma, sosyal ilişkiler kurma ve işbirliği yapma gibi beceriler kazandığını ifade etmektedir. Bu becerilerin kazanılmasında en büyük araç olan dilin yayılması üzerine teoriler sunulmaktadır. 

2. Tarım Devrimi 

Harari Tarım Devrimi bölümünde avcı-toplayıcının gündelik hayatındaki değişimler, toplumsal kurumların oluşumu, değişen yaşam tarzında hayvanların yeri ve erkeğin ön plana çıkışı üzerinde durarak Homo Sapiens’in gelişimini aktarmaya devam etmektedir. Bilişsel Devrim’in başlamasından yaklaşık 60 bin yıl sonra ilk tarımsal faaliyetlerin başladığını belirten yazar, bu geçişin insan zekâsıyla gerçekleşen bir ilerleme hikâyesi olmadığını ileri sürmektedir; zira insanların zamanla daha zeki olduklarına dair hiçbir kanıt yoktur. Ayrıca yazar, hayvanları bu devrimin kurbanları olarak görmektedir. 

Erkek egemenliği konusunda ise farklı teorilerle erkeğin zaman içerisinde nasıl öne çıktığı açıklanmakta. İnsanoğlunun Birleşmesi‘ başlığı altında tarihçi, ticareti başlatan ve artık imparatorluklar kuran Homo Sapiens’in para ve din ile imtihanı, toplum içerisinde birey kavramının ön plana çıkması gibi noktalar üzerinden değişen düzen hakkında bilgiler veriyor ve bundan sonra paranın, imparatorlukların ve evrensel dinlerin modern dünyanın temellerinin tesis edilmesindeki rolü üzerinde duruyor. Bu aşamada yazar üç evrensel düzenden bahsetmektedir; parasal düzen, imparatorluk düzeni ve üçüncü olarak da Budizm, Hıristiyanlık ve İslam gibi dinlerin evrensel düzeni. 

3. Bilimsel Devrim 

Bu bölümde Homo Sapiens’in son beş yüzyıldaki olağanüstü yükselişi, bilimle emperyalizm arasındaki ilişki ve bilimle teknolojinin bir araya gelmesi ile birlikte ortaya çıkan gücün Homo 15 Sapiensi ne şekilde etkilediği gibi konular üzerinde durulmaktadır. Yazara göre Bilimsel Devrim’i başlatan en mühim etken insanların en önemli sorularının cevaplarını bilmediklerini keşfetmeleridir. Emperyalizmin beraberinde getirdiği yayılma ve fetih fikirleri ile bilimsel ilerleme arasında güçlü bir bağ olduğunu ifade eden yazar, Hindistan'ın keşfi ve çivi yazısının deşifrasyonu gibi tarihten örneklerle bu düşünceyi destekler. Son olarak Homo Sapiens’in Bilimsel Devrim ile elde ettiği güç karşısındaki tutumunu ele alan Harari, bu devrimle gelen zenginliğin insanların mutluluğu üzerinde ne ölçüde payı olduğunu sorgulamaktadır. Mutlu değilsek tarımı, şehirleri, yazıyı, parayı, imparatorlukları, bilimi ve sanayiyi geliştirmenin anlamı nedir? Harari, Homo Sapiens’in gittiği her yerde diğer türleri yok eden, ekolojik bir seri katile nasıl dönüştüğü, kendi işiyle meşgul önemsiz bir hayvanken zaman içinde yaşadığı devrimler sonucu elde ettiği güçle nasıl tanrısallaştığı gibi sorulara verdiği düşündürücü yanıtlarla okuyucuyu sorgulatmakta ve başka muazzam sorularla karşı karşıya bırakmaktadır: Keşifler yapılmalı mı? Biyoteknoloji ve nanoteknoloji gibi alanlardaki yeni keşifler yepyeni sektörler ortaya çıkarabilir mi? Kapitalizm neden önemlidir? Tarım devrimi gibi modern ekonominin büyümesi de dev bir aldatmaca olabilir mi? Hızlı gelişim tehlikeli mi? Ölümcül savaşlardan çevre felaketlerine pek çok tarihsel kötülük, bu çok hızlı gerçekleşen sıçramadan mı kaynaklanıyor? Kapitalizm kapitalistler dışında kimsenin yönetemeyeceği bir dünya mi yaratmış? Sonuç olarak: İnsanlık tarihinin ücra köşelerinden imparatorluklara, sömürge devletlere ve modern dünyaya kadar uzanan değerlendirmeleri ile yeni bir tarz yaratan Harari, gelenekleri alt üst 16 ederek bugün iç içe geçmiş birçok olguyu birbirinden soyutluyor ve âdeta bir kuş bakışı sağlayarak bugünü esnetmeye başlıyor. Harari günümüz dünyasını analiz eden uyarıcı kitabıyla insan geleceği olasılığını da korumak adına bir çağrıda bulunuyor. Homo Sapiens‘de Harari, eski teist dinlerin yerini alan hümanizmin yükselişini anlatırken gelecekte onun yerini alacak yeni teknolojik ideolojiler (posthümanizm ya da dataizm) ile hümanizmin çöküşünü de öngörüyor. Harari zaman zaman popülist yaklaşımları ve hümanizm ile ilgili benzetmeleriyle eleştiri odağı olmuşsa da kitapta insan olmanın temel özelliklerine, hak, adalet ve özgürlük temalarına da değiniliyor. 

Yazar artık önemsiz gördüğü birçok malzemeyi bir kenara iterken, insan türünün yol haritasında esas can alıcı soruyu da sormadan geçmiyor ama cevabı ikinci bölüme, “Homo Deus” kitabına bırakıyor: “Eğer Sapiens tarihi sona erecekse, Sapiens'in son nesillerinden birine mensup olan BİZLER zamanımızı şu son soruyu cevaplamaya ayırmalıyız: Neye dönüşmek istiyoruz?”

Kitabı satın almak için tıklayınız.

Halk Edebiyatında Maniler

Mani türü Halk Edebiyatı’nda bilinen en yaygın türdür. Halk içinde söylenmesi en kolay, yaygın olan eserlerdir. Kökeni Orta Asya’ya kadar gitmektedir. Dörtlüklerle söylenen, milli ölçümüz hece ölçüsünün kısa kalıplarına uyan bu türde anlam genellikle son iki dizede ortaya konur. İlk iki dize kafiye için söylenir. Düz mani, yedekli mani, kesik mani gibi türleri bulunmaktadır. Maniyi diğer şiir türlerinden ayıran önemli özelliği aaba uyak düzenidir.

Türk Edebiyatında Maniler, Fırat Kasap, Edebiyat Gazetesi

İndirdim kayuğımi /Rizeliyim Rizeli / Adam cebinde taşır / Senin gibi güzeli  

Bazı manilerde uyak düzeni değişebilir.

Yaradanım affeyle / Bende kusur her günah / Bir vefasız yar için / Çekiyorum her gün ah

Cinaslı maniler yaygın olarak söylenen manilerdir. Yazılışı aynı anlamı farklı sözcükler dize sonlarında kullanılarak cinaslı maniyi oluşturur. 

Yara sızlar / Ok değmiş yara sızlar / Yaralının halinden / Ne bilir yarasızlar / Gam zedeler / Gam vurur gam zedeler / Sinem hakkak delemez / Delerse gamze deler

Maniler genellikle dört dizeden oluşur fakat yedekli mani dört dizeden fazladır.

Ağlarım çağlar gibi / Derdim var dağlar gibi / Ciğerden yaralıyım / Gülerim ağlar gibi / Her gelen bir gül ister / Sahipsiz bağlar gibi 

Manilerin içerdikleri konulara göre sınıflandırılması şöyledir:

1.Niyet (fal,yorum) manileri 

2. Sevda manileri 

3. İş manileri 

4. Bekçi ve davulcu manileri 

5. Sokak satıcılarının manileri 

6. Meydan kahvelerinin cinaslı manileri 

7. Doğu Anadolu’da hikaye manileri 

8.Mektup manileri

Mani türünü seslendirenler halk içinde yaşayan âşıklar, saz şairleri olabileceği gibi hiçbir eğitimi olmayan, işinde gücünde insanlar da olabilir. Günlük yaşamda karşılaşılan herhangi bir olay, sorun, sevinç, acı, özlem, ayrılık, umut ya da umutsuzluk mani söylemeye sebep olabilir.

Türk şairlerini mani türü etkilediği için birçok şair mani tarzında şiir yazmıştır. Burada örneklerin hepsini vermeye sayfalar yetmez. Ancak çok azının örneğini buraya alacağız. Mani tarzındaki bu şiir örnekleri şairlerin edebiyata kattıkları özgün dilleriyle halk edebiyatındaki manilerden beslenirken bir yandan da yeni bir estetik zevk oluşturmaktadır. Sözü uzatmadan modern şiirimizdeki mani tarzında yazılmış şiirleri görelim. 

ŞAŞIBEY’E MANİLER 

Başında poşusu var  / Gözünde şaşı-sı var / Kanmayın beyliğine / Onun da paşası var / Dağ di-binde dolanır  / Sabah akşam ilenir / Besni’de kemik duysa / Harkete’den yalanır / Aşı küncülü ekmek / Üstü incili ekmek / Önümüze attığı / İçi sancılı ekmek / Gün olur harman olur / Bizde de derman olur / Şaşıbey’in beyliği / Boynuna ferman olur / Ülkü Tamer

SEVİNÇ 

Sarılıp birbirinize çocuğunuzla / Uyudunuz mu hiç / Akan uyku değil sanki aranızda / Uyku hafifliğinde bir se-vinç  /  İsmail Uyaroğlu

YARI YOL 

Nasıl istersen öyle dinle, bakın; / Dalların zirve-sindeyiz ancak, / Yarı yoldan ziyade yerden uzak; / Yarı yol-dan ziyade maha yakın. / Ahmet Haşim

GÜZ 

Kurudu artık otlar / Bitmiyor tazeleri / Birikinti sularda / Yaprak cenazeleri / Kemalettin Kamu

DÖRTLÜK 

Dağ doruğu deler gider bulutu / Dağ dibinde ak evler kutu kutu / Evdekiler! Yok mu koklamak isteyen / Dağ doruğundan getirdiğim otu / Nazım Hikmet

BEKLENEN 

Ne hasta bekler sabahı / Ne kanlı şehidi mezar / Ne de şeytan bir günahı / Seni beklediğim kadar / Necip Fazıl Kısakürek

ODALAR VE SOFALAR 

Evler bir nara benzer / Nar tanesi, sofalar / Akşam, yol gibi gezer; / Sükun, su gibi dolar / Sabri Esat Siyavuşgil

CIMBIZLI ŞİİR 

Ne atom bombası / Ne Londra Konferansı / Bir elinde cımbız, bir elinde ayna / Umurunda mı dünya

Mani türü insanımızın yaratıcılığını ortaya koyan bir edebi tür olarak bütün edebi metinlerin içinde yer almıştır. Biz burada sadece modern şiirden örnekler verdik. Dikkatli okur-lar romandan hikâyeye, tiyatrodan denemeye her edebi türün içinde maniye rastlayabilirler. Günümüz edebiyatını etkileyen mani türü bu gidişle geleceğin edebiyatında da yerini alacak-tır. Yazımızı Sunay Akın’ın mani tarzındaki şiiriyle bitirelim.

Bir kömür çıtırdadı sobada / Kayıp bir madencinin kalbi rast geldi /Atıverdi / Sıcak odada

Çocuklar Erken Bir Dönemde Kitaplarla Tanıştırılmalı

Merhaba Coşkun Bey, çoğu okurumuz sizi kitaplarınızdan tanıyor ama yine de okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

29.10.1983 yılında Elazığ’da dünyaya geldim. İlkokul ve ortaokulu Elazığ merkezde bulunan Evren Paşa İlköğretim Okulunda okuduktan sonra lise eğitimini de merkezdeki Balakgazi Lisesinde tamamladım. 2002-2006 yılları arasında Fırat Üniversitesi Sınıf Öğretmenliği bölümünü okudum ve 2006 yılında mezun oldum. Aynı yılın eylül ayında Zonguldak’ın Gelik İlkokulunda sınıf öğretmenliğine başladım. 2017 yılının şubat ayına kadar buradaki görevimi ifa ettikten sonra bu tarihte Elazığ’ın Kovancılar ilçesinin TOKİ Şehit Piyade Üsteğmen Emre Ercan İlkokuluna tayin oldum ve buradaki görevime devam etmekteyim. Dünyaya Açılan Kapı Türkiye ve 2040 adlı romanlarım ve “Şiir Dünyam” isimli bir şiir kitabım bulunmaktadır. Ayrıca Çocuk Oyunları Teknolojiye Karşı, Kitap Adası, Minik Deha, Çocuk Şehri, Şakacı Meyveler ve Sebzeler isimli çocuk kitaplarım satıştadır. Çocuk Şehri kitabım Altın Kitap ödülüne layık görüldü. Aynı zamanda Altın Yazar ödülünü de aldım. Yazar Coşkun Bulut olarak açtığım Instagram hesabım bulunmaktadır. Kitap okuma, sinema, gezi ve özellikle “çalışmak” hobilerim arasındadır.

Yazar Coşkun Bulut

Bir eğitimci olarak yazarlık sizin için ne ifade ediyor? Yazar olma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Bana göre yazarlık, kalıcı eser bırakmanın en önemli fırsatlarından biridir. Üniversite yıllarında şiir yazarak yazarlığa adım attım. Sürekli yazıyordum. Yakın çevremdeki insanlar, hep yazmam konusunda teşvikte bulundular. Yazdıklarımın zamanla hep daha iyi olacağını, yazarlığımın gelişeceğini söylüyorlardı. Dedikleri gibi de oldu. Her ne kadar çok iyi bir yazarım diyemesem de zamanla kendimi geliştirdiğimi görüyorum ve düşünüyorum. Zamanla babamın bazı şiirlerinin olduğunu fark ettim. Hem yazdıklarımı aileme okutmadan başkalarına okutmazdım. O yüzden diyebilirim ki en büyük desteği ailemden aldım. Ayrıca birçok insandan kalemimin güçlü olduğu yorumlarını aldığımı söylemeden geçemeyeceğim. Benim de birçok yazar gibi hayatımda acıların, zorlukların yeri büyüktür. Allah’a çok şükür, Allah’ın yardımıyla her acının üstesinden geliyorsunuz ve acılar kaybolup gidiyor. Fakat o acıların büyüklüğü duyguları daha çabuk harekete geçiriyor. Bu bağlamda şiiri çok severim. Bir kelimeyle, cümleyle sayfalarca anlatacağınız duygularınızı anlatabiliyorsunuz. Yani kelimelerle oynuyorsunuz! Elbette bu durum yazarlığın güzelliğini bir kere daha ortaya çıkarıyor.

Çocuk Şehri, Şakacı Meyveler ve Sebzeler, Minik Deha kitaplarınız Alaska Yayınevi’nden ikinci baskı yaptı. Altın Kalemler ödülü de aldınız. Sizi tebrik ederiz. Bu konularla ilgili söylemek istedikleriniz nelerdir?

Kitaplarımın ikinci baskı yapması öncelikle beni çok mutlu etti. Bir yazarın en büyük isteği, mutluluğu okunmaktır. Bu bağlamda benim için okunan her kitap, her yeni bir insanın dünyasına girmek demek olduğundan oldukça önem arz etmektedir. Kitaplarımın ödül almış olmasından dolayı ayrıca berhudar oldum. Hatırlanmak, eserlerinizle konuşulmak, ödül almak gibi durumlar insani değer görmenin en büyük tercümanlığını yaptığından insan yaşadığı bu olaylarla çok onurlanıyor. Bu yüzden ödüller, manevi olarak “İyi ki varsın!” anlamına geliyor. 

Sizi çocuk edebiyatına yönlendiren sebepler nelerdir? 

Ben bir sınıf öğretmeniyim. Anlattıklarım sadece sınıfımdaki öğrencilerle sınırlı kalıyor maalesef. Hem her şeyi de konuşamıyoruz. Duygularla dolup taşan benim gibi bir insana ders saatleri az geliyor. İşte, tam da burada yazarlığım devreye giriyor! Ben, dünyadaki her çocukla konuşmak, oynamak, empati kurmak, onlarla dertlenmek ve sevinmek yani onların dünyalarına girmek istiyorum. O saf, tertemiz, sıcacık kalplerde yer bulmanın coşkusunu taşıyorum. Kitaplarım vesilesiyle tüm bunların gerçekleşeceğini bildiğimden çocuk edebiyatı benim için bulunmaz bir fırsattır. Ayrıca çocuklara faydalı olmak için çaba gösterdiğim gerçeğini de söylemek isterim.

Türkiye’de okuma oranları çocuklar haricinde maalesef çok düşük. Her geçen gün de okuma oranı azalıyor. Yeni nesle kitap okuma alışkanlığı kazandırmak için bir eğitimci olarak önerileriniz nelerdir?

Şu anda çocukların yetişkinlerden daha fazla okuduğu bir gerçektir. Aslında bir öğretmen olarak çocukların da büyük bir kısmının mecbur kaldığı için okuduğunu söylemem doğru olacaktır. Bunun son derece üzüntü verdiğini söylemem gerekir. Elbette TV, bilgisayar, telefon, tablet gibi teknolojik ürünlerin bu duruma katkısı oldukça fazladır. Oyunlar dâhi fiziki ortamdan dijital ortama taşınmış durumda maalesef. Bundan 40-50 yıl önceki çocuklar, teknolojik ürünlerin yaygın olmaması sebebiyle kitap okuyarak, masal, fıkra, bilmece anlatarak eğleniyorlardı. Elbette teknolojinin çok güzel yönleri var. İşte, çocuklarımızın bu durumu fark etmeleri elzemdir. Bu konuda biz büyüklere büyük görevler düşüyor. En başta çocuklarımıza onların ilgisini çekecek bir kitaplık yapmak gerekir. 

Çocuklarımızın iyi yetişmesi konusunda onları oldukça erken bir dönemde kitaplarla tanıştırmalıyız.

Onların düzenleyeceği, istediği zaman ulaşacağı, temizleyeceği yani sürekli iç içe olacakları bir kitaplık… Sonra çocuklarımız bu kitaplığa sevdikleri kitapları koyabilmeli. Tabii büyüklerinin denetimi ile kitaplar seçilmeli. Özellikle çocuklar için görsel zenginliğe sahip kitaplar tercih edilmeli. Son yıllarda yazarlarımızın da yöneldiği milli ve manevi değerleri anlatan “Değerler Eğitimine” uygun kitaplara çocuklar teşvik edilmeli. Bu yaş çocuklarda görsellik önemli olduğu için kitap okumalarda görsel okumalar asla ihmal edilmemeli, hatta ön plana alınmalıdır. İyi bir görselle hazırlanmış kitap, o kitabın özetini taşır. Çocuklarımız uyumadan önce onlara mutlaka kitap okuyalım. Hatta onların da okumalarını isteyelim ve sabırla dinleyelim. Bu onlara değer verdiğimizi gösterecek ve yaptıkları işin doğru olduğunu gösterecektir. Hatta kitap okumanın aslında ne kadar zevkli olduğunu onlara gizli bir mesajla anlatacaktır. Masallarla, bilmece ve tekerlemelerle, fıkralarla bu durumu zenginleştirebiliriz. Bir de imkân oldukça “canlandırma” yapmalarını tavsiye ederim. Özellikle sevdikleri karakterleri canlandırabilirler. Tabii doğru karakter olmalı ve gerçek hayata uygun yani tehlikelerden uzak bir canlandırma yapılmalı. Hayal dünyasıyla gerçek dünyayı ayırt edebilmelerine yardımcı olunmalıdır. Bu faaliyetler zamanla çocuğunuzu kitaplarla hemhal edecektir.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Özellikle üstat Necip Fazıl Kısakürek’ten ve Mehmet Akif Ersoy’dan etkilendiğimi söylemem gerekir. Belki de benim üniversite yıllarında yazma sebeplerim onlardan etkilenmem oldu. Milli ve manevi değerlerin yansıtılması adına bu güçlü yazarları hep kendime rehber edindiğim doğrudur. Çile kitabını birkaç defa okuduğum gerçeğini söylemek isterim. Arkadaşlarımın şiirlerim için üstat Necip Fazıl’ın tarzına benzediğini söylemeleri belki de bu yüzdendir. Bunun dışında başucu kitaplarım arasında çocuk gelişimi ile ilgili kitaplarım yer almaktadır. Bu kitaplar hem beni dinç tutuyor hem de çocuklara fayda sağlıyor diye düşünüyorum.

Eğitimci-Yazar Coşkun Bulut Kitapları

Şimdiye kadar yayımlanmış kitaplarınızdan okur ve eleştirmenlerden aldığınız dönüşlerden bahseder misiniz?

Genelde kalemimin güçlü olduğunu söylediler. Özellikle minik okurlarımdan aldığım dönüş hep olumlu oldu. Akıllarında kalan, en beğendikleri bölümleri söylemeyi ihmâl etmediler. Elbette bunun yanında iyi kitap okuyanlar, eleştirmenler kendimi geliştirmem gereken bazı eksikliklerden de bahsetti. Her ne kadar büyük eksiklikler olmasa da başka bir gözle kitaplarıma bakılması ve eksikliklerimi tamamlamam yönünden yapılan bu eleştiriler her zaman beni memnun etti ve eleştirilere hep açık oldum.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Aslında minik okurlarıma bir sürprizim var!  Alaska Yayınevi’nden bu yılın ağustos ayı sonunda basılacak Şakacı Meyveler ve Sebzeler Sağlık Turnuvaları, Şakacı Meyveler ve Sebzeler Boyama Kitabı ve 3 K Takımı isimli çocuk kitaplarım minik okurlarımla buluşacak. Boyama kitabı, Şakacı Meyveler ve Sebzeler kitaplarının görsellerini içerdiğinden bir bakıma kitapların özetini kapsayacak. Yani hem görsel okuma ile kitapları daha iyi anlayacaklar hem de boyama kitabımız, ana sınıfı öğrencilerinin rahatlıkla kullanabileceği bir kitap olacak.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Her bir kitap her bir yazarın dünyası demektir. Farklı bir fikir, hayal dünyası ile tanışmak için kitaplar bulunmaz bir fırsattır. Bunun için kitap okumak çok önemlidir. Okumak ve okutmak adına her birey üzerine düşen vazifeyi yapmalıdır. İnsan, ufkunu genişletmeli, en iyi dostlarımızdan biri olan kitapları hayatının önemli bir köşesine koymalıdır. Çocuklarımızın iyi yetişmesi konusunda onları oldukça erken bir dönemde kitaplarla tanıştırmalıyız.

Edebiyat Gazetesi’nin Yedinci Sayısı Yayında

Genel Yayın Yönetmenliğini Gülseren Baran’ın yaptığı Edebiyat Gazetesi’nin manşetinde Fırat Kasap’ın Halk Edebiyatında Maniler başlıklı yazısı yer alıyor. Söyleşi bölümünde, Eğitimci-Yazar Coşkun Bulut ile çocuk edebiyatı hakkında konuşuldu.

Edebiyat Gazetesi

Editörlüğünü Yücel Aydın’ın üstlendiği Edebiyat Gazetesi’nin ağustos sayısında Annemin Türküsü isimli yazısıyla Umut Özkan, Sonbahar Rüzgârı isimli yazısıyla İsmail Hilal, Yanduğumun Melhemeti isimli küçürek öyküsüyle Hüseyin Avni Cengiz, Gönül Penceresi isimli şiiriyle İlknur Kaya, Sen Söyle Cumhuriyet isimli şiiriyle Adam Silver, Özgürlük Nedir isimli şiiriyle Mehmet Sayan ve Karaca Gözü isimli kitap değerlendirme yazısıyla İlkay Coşkun yer aldı. 

Çıktı alınıp okunabilen Edebiyat Gazetesi’ni edebiyatseverler çevrimiçi olarak Magzter, Dergilik, Google Play Kitaplar ve edebiyatgazetesi.com üzerinden de ücretsiz okuyabilirler. Gazeteyi cihazınıza indirip okumak için tıklayınız.

Edebiyat Gazetesi
1932-2024 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447