Yazarlar genelde yazmak serüvenini anlatırken ebedileşmek, ölümsüzleşmek, ölümü aşmak gibi tanımlar kullanırlar. Şair Nabi'nin dizeleriyle insanın yaşamın hem hazanını hem baharını görmüş annesini yazması çok zor. Yaşam yorgunuydu... Şair Borges'in Bin Bir Gece Masallarından öğrendiği geleneği Cemal Süreya’nın annemden duydum, dediği sözlü geleneği çocuk yaştan itibaren hep evde öğrene gelmiştim. Annem, Erzincan'ın Fırat Nehri kenarındaki yemyeşil ilçesi Kemaliye’de (Eğin’de) harman vakti doğmuş bir Anadolu kadınıydı. Nazım Hikmet dizilerinde onları anlatırken, “topraktan öğrenen kitapsız bilenler” olarak tanımlar.
Yunus Emre'nin “Bu kapıdan içeri eğri odun sokma.” ahlakını içselleştirmiş bir insandı. Mevlana’nın, engin insan sevgisini adeta örnekleriyle nakşetmişti. Sözlü kültür denilince atasözlerimizden türkülerimize oradan masallarımıza hepsi günlük konuşmalarında vardı. Liyakat, bugünlerin aranıp da bulunmayan değeri onun dilinde bir atasözüyle ete kemiğe bürünürdü. “Atlı ata biniyormuş tosbağa ben de bineceğim diyormuş.” Sorardım bunun açıklaması nedir? Herkes bildiği işi yapacak. Dedesi Ali Çavuş Çanakkale'ye gitmiş, Kemaliye'den (Eğinden) trene binip giden ve oradan dönmeyenlerdenmiş. Hikâyesini annemden çok dinledim. Vatan görevine çağırıldığında köyde davullar çalınınca dedem Ali Çavuş ilk öne atılıp gidenlerdenmiş. Savaştan dönen arkadaşları anlatmış, alnından siperde vurularak şehit olmuş...
Neylersin ölüm herkesin başında. / Uyudun, uyanamadın ola-cak. / Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında? / Bir namazlık sal-tanatın olacak. / Taht misali o musalla taşında. Cahit Sıtkı Tarancı…
Babaanne Hanife Hanım, dedem Yahya dört kardeşi köyde perişan halde kalmışlar. Annem iç çekerek büyüklerinden duydukları hazin öyküyü aktarırdı. “Oğlum bak sen Ali Çavuş'un torunusun.” derdi. Anadolu kültürünü yürekten kabul etmiş bir insandı. “Düştük oğul eline, yalvar deli geline.” sözü onun bana son aktarımıydı. Sözlü kültür anlatımını sürekli canlı tutar, örneklendirirdi. Kuşaklara onu doğru ve düzgün aktarmak gerekir. Çocuk yaşlardaydım, annemin köyünde bir düğüne gittim. Akşam türkü gecesinde söylenen Eğin türkülerinin hepsini dinledim. Bir amca vardı. Bir gözü kördü. Elini kulağına atıp yörede "Eğin Ela Gözlüsü” olarak bilinen Muzaffer Sarısözen’in derlediği maya türündeki uzun havayı söylüyordu. Eğin ağzıyla Profesör İlhan Başgöz’ün aktarımı ve Enver Gökçe derlemesi Eğin türkülerinin hepsini o akşam dinlemişim... Ve amca, Yeşil Kurbağaları Hafız Burhan’dan bile daha güzel söylüyordu... Anneme o akşamı anlattım. Bu amca kim diye sorduğumda “Ona Kör Irza (Rıza) derler. O köyde uzun havaları ve Eğin türkülerini hep iyi bilir, okur. Sevilen birisi.” demişti.
Biz Ankara’da ufak Anadolu diyeceğimiz bir mahallede büyüdük. Mahallemizde her yöreden insan vardı. Anadolu’nun her ilinden, ilçesinden komşularımız vardı. Bizi onlar ile kaynaştıran, onların geleneğine saygı duyduran sözlü kültür öğelerini annem bilir, aktarırdı. Muharrem ayında aşure getiren komşumuzun getirdiği tabağı yıkamadan geri vermemeyi, sözlü kültür aktarımını çoktan öğrenmiştik. Çünkü o bir olayı hemen biliyor, uyarıyor ve hatırlıyordu. Ortak bir değere saygı göstermeyi biliyorduk. Bir “Sanduklama hikâyesi” anlatırdı, herkes gülerdi. Bir bohçacının evi soyup daha sonra bir tekerleme ile evden çıkışını anlatırdı.
“Develer tellal iken pireler berber iken, köyde bir evin hanımı hastalanır. Evde yatak yorgan yatar. Ev ahalisi kara kara düşünürken kapıya bir dilenci gelir. Dilenci evin hanımına sorar neyin var? Hastayım cevabını alır... Dilenci hemen teşhisi kor. ‘Sen sandıklama hastalığına tutulmuşsun. Sen şu sandığın içine bir gir hemen on dakikaya kalmaz iyileşirsin.” der. Hanım sandığın içine girmiş. Dilenci, kadın sandığın içine girince üstten sandığı kilitlemiş. Dilenci evin içini dolaşmaya başlamış mutfakta ne görsün tavuk pişiyor. Hemen tavuğu torbasına koymuş. Ayağındaki çarıkları da çıkarmış tavuğu aldığı tencerenin içine koymuş. Evin hanımının içinde olduğu sandığın yanına gelmiş hanıma bir tekerlemeyle, "Senin tavuk benim torba içinde. Benim çarık senin çorba içinde. Sen dayağı yersin yorgan içinde. Ben tavuğu yerim orman içinde.” dedikten sonra çıkmış gitmiş...”
Yine Dedem Yahya'nın Atatürk Orman Çiftliğinde İnönü’nün toplantılarına gittiğini aktarırdı ve İnönü'ye ithafen, “Ben bir kavaklık yetiştirdim, onu kimseye kestirmem.” sözünü aktarırdı. Anacığım Alevi, Sünni, Kürt gibi şeylerin bizleri ayırdığına inanmazdı. İnsan sözcüğü onun tek ilkesiydi. Herkesin acısına üzülür, sevincine sevinirdi. 1960’lı yıllarda Ankara Kalesi yaşamın bir parçası olmuş. Kağnı Sokakta oturmuşuz. Babamın Ulus Gazetesi matbaasında uzun yıllar çalıştığı zamanlar. Kaledeki saat sesinin tüm Ankara'ya duyulduğu zaman o yıllar. Kale içindeki Alitaşı Sokağı annemden duydum. Güdüllü, Çamlıdereli, Darendeli, Karaşarlı komşularımızı anlatırdı. Ankara’nın ilk yerleşim yeriydi orası. Eşim ve çocuklarla annemin ve babamın 1960’lı yıllarda oturduğu Ankara Kalesindeki evi buldum… Restore ediliyordu. Annem ile buraları izledik. WhatsApp üzerinden evin odalarına kadar bir kılavuzlukla konuştuk. Sokağın köşedeki 17. yüzyılda yapılmış bir tarihi cami bitimindeki taş yolun o zamanlar kullanıldığını bile aktardı. Gençlik Parkı konserlerinin seslerinin kaleden duyulduğunu bilir ve öyküsünü aktarırdı. Eğin’de kaldığı için Eğinli Şair Enver Gökçe kadar Eğin gelenek ve kültürünü bilirdi... Bölge yerel ağızında da Pertev Naili Boratav aktarımıyla “anooov çağam” deyimi bir üzüntü ve bazen de sıkıntının işaretidir. Annem yaşamda bu sözcüğü çok kullanırdı...
Yahya ismi benim ön adımdır. Annem bazen bu Yahya'nın hikâyesini anlatırken “Bu çocuğa bu ismi koyma dedim dinletemedim.” derdi... Çünkü dedem hikâyesi olan bir olaydan sonra genç yaşında felç olmuştu. Ne gerek var çok da istemedim… Yahya ismini bilirim, hikâyesini de bilirim de anlamını bilmezdim. Hiç merak da etmedim. Üniversitede rahmetli Osmanlıca hocam, bir Kerkük Türkü olan Profesör Ziyat Akkoyunlu’ydu. Bir gün dersteyim. “Herkes kendi ismini Osmanlıca yazacak.” dedi. Sıra bana geldi tahtaya yazdım. Hoca, Yahya ismine bir ilgi gösterdi. Daha sonra öğrendim Kerkük'te çok kullanılan bir isimmiş. Yazdıktan sonra bana “Adının anlamını biliyor musun?” diye sordu. O güne kadar hiç aklıma gelip de bakmamıştım bile… Çünkü ben Umut ismini kullana gelmiştim. Hoca zippo olarak tabir edilen çakmağını cebinden çıkardı. Tık sesiyle kapağını kapattı “Yaşam demek, hayat demektir.” dedi... Annem ne bilsin babasının adının anlamını. Akşam evde anneme muştuladım. “Bak, sana ne güzel bir isim koymuşuz. Adaaam sen de...” dedi. Eğin ağzından “adam sen de” aramızda kim bir lafı uzatır, takıntı haline getirirse ikimiz aramızda “adaaam sen de” der uzun uzun gülerdik...
Çocuktum, karabaş hikâyeleriyle beni uyuturdu. Bazen de Cin Ali’nin Kara Kuzusu ile... Ben hep onun bu yaşıma kadar kara kuzusuydum. Çünkü o Cin Ali hikâyelerinin serisinin Kara Kuzusu’nu okumuştu. Annem yaşama gözlerini yumduğunda tüm hısım akraba bunu hep hatırlattı... Çok kilo aldığımda bir Eğin ağzıyla “Göbeğin Munzur’a gölge veriyor.” derdi...
Geçenlerde TRT Ankara Radyosunda bir programa konuk oldum. Orada program annenin çocukken kulağına söylediği türküyle başlıyor, bugüne geliyor, öyküsüyle anlatıyorsunuz... Atem tutam ben seni, şekere katam ben seni / Akşama baban gelen de önüne atam ben seni...
Buradan Sulhiye ismine geldik. Bir dönem Kurtuluş Savaşı’nın nişanesi olarak barıştan, dostluktan yana bir imge olarak kız çocuklarına Sulhiye ismi konulmuş. Programı annemle radyodan dinledik. Çok mutlu olmuştu. Oğlum Özgür’le vefatından bir saat önceki ziyaretimizde karakalem ile resmini ertesi gün çizmek için sözleşmiştik, olmadı. Koca Veysel dizelerinde “Kimler güldü, kimler gülecek / Murat yalan ölüm gerçek...
Yine annemin sözüyle bitirelim. Naçar kalınca söylerdi “Bu da böyle olsun Keleş Ağam.”…
Işıklarda uyu anacığım.