Fuat Işık: İnsanlar Köklerinden Bağımsız Değildir

Merhaba Fuat Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz? 

1983 yılında İstanbul’da doğdum. İlkokul, ortaokul ve liseyi İstanbul’da okudum. 2006 yılında Kocaeli Üniversitesi, elektrik mühendisliği bölümünden mezun oldum. Yüksek lisans öğrenimimi 2011 yılında Gebze Teknik Üniversitesinde tamamladım. Özel bir firmada elektrik mühendisi olarak çalışıyorum. Evliyim ve Umut Mirza adında bir oğlum var.

Lice Zirkileri Aile Tarihi, Fuat Işık

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Yazmak, benim için hobinin ötesinde bir tutku haline geldi. Yazma serüvenim yazdıklarımı kayıt altına alma fikriyle oluştu. Bu süreçte değerli eşim Helat Aydın Işık’ın çok büyük desteği oldu. Gerek kitaba yapmış olduğu yapıcı eleştiriler, gerekse de Lice`ye mal olmuş siyaset adamlarıyla yaptığım röportajları koordine etmesi açısından desteği yadsınamaz. Ayrıca eski bir gazeteci olan kuzenim Sayın Rıdvan Işık’ın da tecrübelerinden istifade ettim.

Dört yıl süren titiz ve yoğun bir çalışmanızın ürünü olan Lice Zirkileri Aile Tarihi isimli kitabınız Logo Yayınevi’nden çıktı. Tebrik ederiz. Unutulan aile hafızasını kayda alma fikri nasıl oluştu? Kitabınızdan biraz bahseder misiniz? 

Her şey aile soyağacına duymuş olduğum merakla başladı. Osmanlı arşivlerinde bulmuş olduğum belgeler merakımı daha da arttırdı. Böylece araştırmam giderek derinleşti. Bu işin sadece soyağacı ile sınırlı kalmayacağını, kitap haline getirilmesi gerektiğini fark ettim. 

Tanımadan yürüdüğümüz bu hayat yolunda davranışlarımız olaylara vermiş olduğumuz tepkiler geçmiş büyüklerimizin yaşamış oldukları travma, olay ve olgular tarafından şekillenmektedir.

Kitap, Hüseyin Bey sonrası soyağacı, Lice Zirki’lerinin Osmanlı hâkimiyeti öncesi-sonrası dönemi, II. Mahmut dönemi, şecere tercümeleri, vakfiye belgesi, aile üyeleri tarafından inşa edilen yapıtlar (cami, hamam, konak vb.), aile üyelerine ait belgeler, eşyalar, Lice`ye mal olmuş kişiler ile yapılan röportajlar ve aile albümü olmak üzere toplam on bölümden oluşmaktadır.

Başucu yazar, şair ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Başucu yazarlarım Hıfzı Topuz ve Soner Yalçın. Hıfzı Topuz`un kitaplarındaki tarihi olayları masalsı bir şekilde anlattığı yazı üslubunu çok beğeniyorum. Soner Yalçın`ın güncel konuları analiz ederken geçmişten örnekler vermesi ve tarihi olayları somut verilere göre anlatması çok etkileyici. Takip ettiğim bu yazarların yazı dillerine yansıttıkları görüşleri hayatın her alanına daha geniş ve daha renkli bir bakış açısı geliştirmemde yardımcı oldu.

Lice Zirkileri Aile Tarihi, Fuat Işık

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Anne tarafımın bağlı olduğu Lice`nin Hezan (Kayacık- Savat) köyünden olan Aydın ailesinin diğer adıyla Hezan Şeyhlerinin tarihçesini yazmak ve bilinmeyen yönlerini incelemek istiyorum.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı? 

İnsanlar köklerinden bağımsız değildir. Tanımadan yürüdüğümüz bu hayat yolunda davranışlarımız olaylara vermiş olduğumuz tepkiler geçmiş büyüklerimizin yaşamış oldukları travma, olay ve olgular tarafından şekillenmektedir. Bu, günümüz bilim dünyasında tespit edilen paradigmadır. Bu nedenle okuyuculara en önemli tavsiyem kendilerini tanımak adına öncelikli olarak köklerini tanımalarıdır. Bu şekilde kendilerinden sonra gelecek olan nesillere bilinçli bir miras bırakacaktır.

Çin'in ödüllü yazarı Zhao Defa'nın eseri ilk kez Türkçe'de

"Dağlarla Denizler Arasında" yeni çağda Çin'deki kırsal canlanmanın önemini anlatan ve "kırsalın refahı tüm ülkenin refahına yol açar" temasını yorumlayan gerçekçi bir romandır. 

Zhao Defa, Dağlarla Denizler Arasında, Lotus Yayınları

Kahraman Wu Xiaohao, on yıllık çalışma hayatının sonrasında, sınavı geçerek belediye başkan yardımcısı kadrosunda dağlar ve denizler arasındaki sahil kasabası Kaipo’ya atanır. Yedi yıllık deneyimden sonra, sorumlu, şefkatli ve görev tutkunu biri haline gelir. Örgüte güvenerek ve kitlelere ulaşarak yetenekli kişilerden taban kadroları oluşturur. 

Dağlar ve Denizler Arasında", yeni çağın durumsal atmosferini, yeni çağın ruhunu ve yeni çağın karakterlerini büyük bir ustalıkla kaleme alan bir başyapıt.

Romanın içeriği harika ve büyüleyici: Solungaç Adası, Kırbaç, "Güzel Kokulu Dağlar"... birbiri ardına efsanevî hikâyeler; solungaç adamın yolculuğu, balıkçılık müzesi, ülkenin en önemli silâhı "Shenhai-1"... olağanüstü bir başarı; ağaç türleri aramak, sıradan ağaçlardan oluşan ormana gitmek, balıkçı zorbalarla zekâ ve cesaretle savaşmak ve sonunda kazanmak, derin deniz çiftçiliğini denetlemek ve neredeyse ölümle burun buruna gelmek... Sürükleyici bir sahne...

Roman, tarihin bugününe bakmaktan yeni çağdaki izlerimizi incelemeye kadar, tarihi organik bir biçimde günümüzle birleştirir ve yeni çağın edebi haritasına kırsalın yeniden canlandırılmasının büyük nedenine adanmış yeni bir imaj ekler. Wu Xiaohao, genç, eğitimli bir kadındır ve iyi bir kadroya sahiptir.

Zhao Defa, Dağlarla Denizler Arasında, Lotus Yayınları

Zhao Defa kimdir?

1955 yılında Shandong eyaleti, Junan ilçesinde doğdu. Çin Yazarlar Birliği üyesi olmuş, Shandong Yazarlar Derneği Başkan Yardımcılığı yapmıştır. Bugüne kadar yazarın sekiz milyon kelimelik çeşitli edebî eserlerinin yanı sıra on iki ciltlik “Zhao Defa Koleksiyonu” da yayımlanmıştır. Eserleri Halk Edebiyatı Ödülü, “Aylık Roman” Yüz Çiçek Ödülü, “Çinli Yazar” Ödülü, Qilu Edebiyat Ödülü ve Taishan Edebiyat ve Sanat Ödülü gibi ödüllere layık görüldü. “Dağlarla Denizler Arasında”, Manevi Kültürün Geliştirilmesi İçin 15. “Beş Tane Bir Projesi” Ödülü’nü kazandı; “Yeni Çin’in 70. Yıldönümünde 100 Önerilen Kitap Çevirisi” kataloğuna dâhil edildi ve 4. Çin Romanı Altın Ödülü’ne aday gösterildi. Yazarın “Dağlarla Denizler Arasında” isimli romanından uyarlanan bir televizyon dizisi de 2021 baharında, CCTV ‘prime time’da prömiyer yapmıştır. 

Ercan Kaya: Yazmak Benim İçin Her Şeydir

Merhaba Ercan Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Adına nice şiirler yazılmış İstanbul şehrinde yaşamaktayım. 2017 yılından beri kamuda sağlık sektöründe çalışıyorum. Boş zamanlarımı yeni yerler gezerek geçiriyorum doğada vakit geçirmeyi seviyorum. Son olarak kitap okumayı ve tabi yazmayı seviyorum.

Ercan Kaya, Eylül'ü Beklemek

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Her zaman bir şeyler yazma isteğim vardı, kendimi bildim bileli yazarım. Yeri geldi günlük hayatımı yazdığım zamanlar oldu. Yeri geldiğinde de hayallerimi yazdığım zamanlar oldu. Doğru veya yanlış bildiklerimi yazdığım zamanlar da oldu. Kitap haline getirme fikri ise;  benimle aynı duyguyu hisseden, aynı düşüncede olanlara yalnız olmadığını söylemek istediğim için oluştu. Kısacası yazmak benim için her şey diyebilirim. Yıllar sonra ben ölsem bile yazdıklarımı hisseden birilerine dokunmak istiyorum. Bana destek olan, hayatta tek değer verdiğim arkadaşım, dostum, sırdaşım dediğim ablam Gülcan Kaya’dır.

Eylül’ü Beklemek isimli romanınız Alaska Yayınevi’nden çıktı. Tebrik ederiz. Kitabınızdan biraz bahseder misiniz? Böyle bir konuyu ele almak aklınıza nasıl geldi?

Eylül’ü beklemek kitabımı kısacası şöyle anlamak isterim. Her insan hayattan ve insanlardan bir şeyler bekler. Ben de o insanlardan biriyim. Bu kitaba başlarken beklentilerim vardı. O yüzden kitabın adı Eylül’ü beklemek koydum. Kitabı bitirme aşamasında şunu fark ettim ki; beklentim kalmamış artık bir beklenti içerisinde değilim. Umarım okuyanlar bunu hissederler.

Kitabın konusuna gelecek olursak; kitabım bir çocuğun günlüğünü anlatıyor. Mami yani kitabın kahramanı ve Eylül’e çocukken yaşadığı temiz duyguları anlatıyor. Kitabın başkahramanı Mami büyüdüğünü fark edip çocukken yaşadığı acı dolu hayatıyla yüzleşmek yerine o acılar ile kaçtığını fark ediyor. Acı da olsa yüzleşiyor ve kitabın sonunda o da mutluluk ile tanışıyor.

Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Yaklaşık bir yıldır iki kitabım yayımlandı. İlk kitabım “Yol Ayrımı” oldu. Bu kitabı yazarken yol ayrımındaydım ve kitabın adını da yol ayrımı koymak istedim. Bazen siz istemeseniz bile yollar siz fark etmeden ayrılıveriyor ve siz yalnızca izlemek zorunda kalıyorsunuz. Kitaplarımı yayımlandıktan sonra hayata daha olumlu şekilde bakmaya başladığımı fark ettim. Hayatıma farklı bakış açılarına sahip insanlar girdi. Herkesten bir şeyler öğrendim ve bu beni daha da mutlu etti.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Üzerine çalıştığın yeni bir kitabım var. Açıkçası kitap beni nereye götürecek henüz hiçbir fikrim yok. Sadece yazarken kendi yolunu belirleyeceğini düşünüyorum.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Okuyucularıma kısa da olsa bir şeyler söylemek isterim. Tecrübe her şeydir. Denemekten ve yaşamaktan sakın vazgeçmeyin. Hayatımız boyunca dönem dönem mutsuz olmamız gerekiyor. Bunun nasıl veya kim tarafından geldiğinin bir önemi olmamalı. Mutluluğun ne denli değerli ve güzel olduğunu anlamamız için mutsuz olmamız gerekiyor.  Hayatımızın bazı dönemlerinde insan tanımaktan korkmayın. Unutmayın; herkes bir şeyler öğretmek için hayatlarımıza dokunur.

Son olarak hata yapmaktan çekinmeyin. Doğruya bazen yanlış yaparak ulaşılır. Ve özellikle yalnız olmadıklarını söylemek istiyorum. Bazen kendinizi çok değersiz ve yaşamaya değer görmeyebilirsiniz ama emin olun sizden daha kötü hisseden birileri daha var. Yalnız değilsiniz.

Şule Gizem Büyükboz: Yazmak Bana Mutluluk Veriyor

Merhaba Şule Gizem Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhabalar, kendimden biraz bahsetmem gerekirse, Hatay Antakya'da dünyaya geldim. Doğumumdan 15 gün sonra İstanbul da ikamet etmeye başladım ve beş yaşıma kadar ilk çocukluğum İstanbul'da geçti. Ailemin kararları neticesinde beş yaşımdan sonra Kocaeli Karamürsel ilçesine bağlı Ereğli mahallesine taşındık. Çocukluk dönemlerim Ereğli mahallesinde geçti. Okul çocuğu olmaktan ziyade daha çok oyun çocuğuydum. Bu karakterimle keyifli ve eğlenceli geçen bir çocukluk dönemi geçirdim. Liseyi Kocaeli Karamürsel Anadolu İmam Hatip Lisesinde bitirdim. Küçük yaşlarda tam bir oyun çocuğuyken lise dönemlerimde kendimi fazlasıyla derslerime verdim. Liseden mezun olduktan sonra ilk beş yıl aile şirketimizin yönetiminde çalışarak erkenden hayata atıldım ve 2022 yılında tekrar okumaya karar verip yüksek öğretim sınavlarına girerek Kocaeli Sağlık ve Teknoloji üniversitesi Çocuk Gelişim Bölümünü kazandım. Tercihen ikinci öğretimi kazarak gündüzleri aile şirketimde çalışarak geçirirken akşamları okula giderek derslerime çalışmaya devam ediyorum. 1. Sınıfı başarı ile bitirirken hayatıma kaldığım yerden devam etmekteyim.

Şule Gizem Büyükboz

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Yazarlık benim için çok şey ifade ediyor diyebilirim. Aslında bu yeteneğimi keşfetme hikayemden biraz bahsetmek isterim. 17 yaşıma kadar gerçek anlamda kitap okumayı sevmeyen, okuduğunu anlamayan ve hatta abartısız söylemem gerekirse ilkokuldan lise 3. sınıfa kadar kesinlikle elime kitap alıp da okuma hevesim yoktu. Lise 3. sınıfta sınıf arkadaşlarımın kendi aralarında anlattıkları ve sohbetlerinin arasına karışan o muazzam konuların kaynağına ben de dahil olduğumda anlamıştım ki kitapların aslında bir dili vardı ve insanlara bir şeyler katıyordu. Bir, iki derken arkadaşlarımın anlattıkları kitapların sohbeti beni fazlasıyla içine çekmişti. Hiç unutmuyorum 11. sınıfın ikinci döneminde artık dinlediğim hikayeler bana yetmediği için merakla aldığım kitapları büyük bir heyecanla okumaya başlamıştım. Gerçekten hevesle okuduğum ilk kitabımı saatler içinde bitirmiştim. Benim için bir kitabı okumaktan ziyade daha büyük olan anlayarak okumak ve yazarın anlattıklarını hissetmekti. Bu müthiş bir keşifti. O günden sonra hayatım tamamen değişmişti. O gün bir kitap okumuştum. Artık 17 yaşımda geceli gündüzlü bir kitap furyasına dahil olmuşçasına yüzlerce kitabı ince ince bitirerek bu deneyimi hayatıma dahil etmiştim. 

O kadar çok kitap okumam bana bazen şunu söyletmeye başlamıştı. “Ben olsaydım şöyle yazardım.” İşte benim dönüm noktam tam da bu söze dayalıydı. Ben olsam dediğim ilk zamanlar bir karar aşamasıyla elime bir defter aldım ve yazmaya başladım. O günden sonra kendi yeteneğimi keşfettiğim ilk zamanlarımdan bu yaşıma kadar devam ettirdim. Yazmak bana mutluluk veriyor. Karakterlerime can verirken gerçekten kendimi huzurlu, keyifli ve mutlu hissediyorum. Bu yolculukta bana inanan başta aileme ve biricik dostlarıma minnettarım.  

Katiliyle yaşayan ve onun için var olan bir kadın, Hera Mehir Doğan’ın anlattığınız Soğuk Cehennem isimli romanınız Alaska Yayınevi’nden çıktı. Tebrik ederiz. Kitabınızdan biraz bahseder misiniz? Böyle bir konuyu ele almak aklınıza nasıl geldi?

Soğuk Cehennem kitabımda bahsi geçen Hera Mehir karakterimde bu dünyada gerçek anlamda cehennemi hisseden ve acılarıyla yaşamış bir hayatı konu alıyor. Çok acı çeken, ailesini kaybeden bir kadının hayatını ele alarak kaleme aldım. Ailesini soğuk bir yaz gününde kaybeden Mehir karakterinin acımasız bir katilin gölgesinde yaşamaya başlıyor. Bir sebepten intikam almak isteyen bu katil, ailesini öldürmekle kalmayıp Hera Mehir’i de öldürmek niyetiyle uzun yıllar bu kadının peşini bırakmıyor. Hera Mehir peşini bırakmayan katilini bulmak, onu adalete teslim etmek için direnirken ondan her zaman bir adım önde olan katiline boyun eğmeden doğru olanı yapmak için ipuçlarını kovalıyor. Katil varlığını sürekli hissettiriyor fakat yüzünü ve kimliğini Mehir’den gizlemeyi seçiyor. Yılarca devam eden bu ızdırabın bitmediği gibi katili önüne yeni bir yem atarak ortalığı tamamen karıştırmayı seçiyor. Öldürme girişimlerinde Hera Mehir’e gönderdiği tehdit mesajlarında genelde onu öldüreceğini, girişimlerini yeniden deneyeceğini bildirirken bu kez evinin önüne bir yabancı atarak ona yeni bir tuzak sunuyor. Bu mesajında ve önüne attığı adamın Hera Mehir’in sonunu getireceğini belirterek yeni bir devire sürüklediği hikayenin akışını yine katili belirliyor. 

Soğuk Cehennem kitabını ele aldığım ilk kitabımdı. Yayınladığım ilk kitabım Portakal Ağacı kitabımdı fakat ilk kaleme aldığım eserim Soğuk Cehennem'dir.

17 yaşında bir kız çocuğunun hissederek yazdığı ilk kitabı düşünürsek, o zamanlarda hissettiğim duygular, her zaman karakterlerime benimsettiğim güç hep içimdeydi. Karakterleri benimserken onlara bir hikaye oluşturmak gerçekten hiç de kolay bir iş değil. Özellikle bir konuya hayat veriyorsanız bu bir bütünün içinde yer almalı. Soğuk Cehennem kitabına öncelikle bir konu ve bir akış çizdikten sonra kitabın içinde geçen karakterlerimin bu bütüne uyum sağlaması açısından uygun oluşunu deneyerek yazdım. Karakterlerin bir olay içinde nasıl hareket ettiği, cevapları, tepkileri ve duygu değişimleri benim için daha çok önemliydi. Sanırım kitabın içindeki gizemli duygular ve sürükleyici ilerleyen konuların zaman içindeki akışı ile beni de içine aldı ki ben o yazdığım bütün olayları yaşamışım gibi yazmaya devam ettim. Güçlü, gizemli ve direnen karakterlere konu alarak böyle bir kitabı kaleme aldım da diyebilirim.

Başucu yazar, şair ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Türkiye de ve dünyada günümüze kadar gelen tüm yazarlara ve şairlere minnettarım. Eğer ki onların eserlerini okuma fırsatım olmasaydı bugün kitap yazmak gibi bir deneyimim olmazdı. Başucu kitabım diyeceğim onlarca kitap hatta tekrar tekrar okumaktan keyif aldıklarım da öyle ama aralarında en çok Reşat Nuri Güntekin’in kaleme aldığı “Çalıkuşu” romanı benim başucu kitabım diyebilirim. Gerçekten yavaş yavaş okuduğum ve bitmesin diye okumak için beklediğim bir eserdi. Birçok yazarı deneyimledim, kitaplarına aşina oldum ki birçoğunu okurken yazarların neler hissettiğini bilerek okumak beni büyüledi diyebilirim. Yazarlar ve kitapları bu yolda beni yazmaya teşvik eden en büyük adımlardı. Yazarların hayatlarını öğrenip nasıl bir hayata baktıklarını bilerek okumak kesinlikle bu yolda bana ışık oldular.   

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Üzerinde çalıştım birçok kitabım var diyebilirim. Birçoğu da sırasını bekliyor. Soğuk Cehennem’den hemen sonra yayınlatmak istediğim kitabımdan biraz bahsedebilirim. Yeni kitabımda köklü bir ailenin geçmişe dayanan aile sırrını ve bu sırrın hayatlarına nasıl etki ettiğini konu alıyorum. Her detayını incelikle kaleme aldığım yeni kitabımda müthiş duygular ve müthiş aşklar sizleri bekliyor. 

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Hiçbir şey için geç olmadığını, hayata bir şans vermek için her zaman bir kez daha düşünmenizi tavsiye ederim. Kesinlikle kolay bir hayatın yolcusu değiliz. Kalıplaşmış ve akmaya devam eden bir ırmağın tam ortasında doğsak bile her zaman ayağa kalkmaya ve bütün kalıpların arasında parlamaya özen gösterin. Ben kitap okuyarak binlerce duyguyu aynı an da deneyimleme fırsatı buldum. Sizde mümkün mertebe kitap okumaktan kaçmayın ve kendinize zaman ayırın. Soğuk Cehennem kitabını okumayı unutmayın. Saygı ve sevgilerimle.

Kaya Başaran'dan Yeni Kitap: Evlat

Fuat, ODTÜ’nün başarılı ve öğrenci cemiyetinin en aktif öğrencisidir. Bilkent Üniversitesi öğrencisi Oya ile tanıştığı gün mutlulukla da tanışır. Haksız bir şekilde tutuklu yargılanmak üzere götürüldüğü cezaevinde işkenceye maruz kalır. Dört ay sonra suçsuz olduğu anlaşılınca tahliye edilir. Ruhsal durumu bozulan Fuat aldığı darbelerden dolayı hastanede bir süre tedavi edilir. 

Kaya Başaran, Evlat, Kitap

Hastaneden taburcu edildikten sonra okulunu donduran Fuat, sınır ötesinde bulunan Gara Dağı’ndaki kampa gider. Özel Kuvvetler Komutanı Murat Paşa, sınıra yakın ilde bulunan askeri hastanenin yoğun bakım servisini dolaşırken ağır yaralı olarak getirilen genç bir teröristin ayağının altındaki izleri fark eder. Binbaşı rütbesinde görev yaptığı Sarıkamış’ta yedi yaşındaki oğlu Harun, askeri lojmanların olduğu bölgede kaybolmuştur. Kan lekeleri olan bisikletinin hasarlı olarak çam ormanları içerisinde bulunmasına rağmen Harun’un izine rastlanılmamıştır. Harun’un annesi, babası ve dört yaş büyük olan ablası ‘Asla gelmeyecek bir gidenim var artık’ sözünün ifade ettiği acılar içerisindedir. GECE OLUR, GÜN ESKİR. ESKİMEYEN BİRKAÇ ŞEY VARSA HAYATA DAİR... BİRİ YARIN, BİRİ UMUT, BİRİ SEVGİDİR…


Arka Bahçe

Birkaç gün önce Twitter’da görmüştüm bir vekil İran sınırından elini kolunu sallaya sallaya sınırı geçmiş. Gerçekliği doğruluğu hakkında bilgim yok ancak göçmenlerin hala akın akın gelişini göz önüne alırsak bana pek yanlış gelmedi. Ülkenin geldiği duruma bakar mısınız? Ortadoğu’dan gelen niteliksiz göçmen dalgası, ekonomik sorunlar ve her gün artan vergiler vergiler… 

İsmail Hilal, Arka Bahçe

Bunların tartışması saatlerce yapılabilir ve yapanlarda var. Ancak benim işim bu değil! Hadi şimdi bu haberi ve her şeyi kendimizi merkeze koyarak değerlendirelim. Fiziksel varlığımız ülke olsun. Sınırlar benliğimizi oluştursun; hayır diyebilmemiz, kişiliğimiz, öğrendiklerimiz, aile ve genel toplum değerleriyle oluşan özümüz de bunu oluştursun. Bu arada yine bu minimal sınırlar içerisindeki aileden gelen ya da kendi emeğimizle elde ettiğimiz kazancımız ekonomimizin temelini oluştursun ve sınırı geçen her bir kişi çevrenizi oluştursun. Bu kişilerin hayatınıza yakınlığına göre dokunuşu, etkisi de krizleri ya da pozitif yanlarınıza etki etsin. Vergi dediklerimiz ise tüm bu etkenleri üzerimize etkisini temsil etsin.  Vergi ne kadar yüksekse stres, fiziksel ve ruhsal yorgunluk fazla olacaktır bir o kadar. Meğerse her birimiz birer devletmişiz.  

Şimdi düşünme vakti. Hayatınıza gelenleri, gidenleri;  üzenleri, sevenleri; hala aynı şekilde kalanları tarayın sakince.

Sonuçlar şahsidir elbette ancak düşünün başınıza gelen iyi ya da tam tersini. Biz mi istedik böyle olmasınız yoksa ipleri verdiklerimiz mi? Yaşatan biz miyiz? Kendimize onca şeyi. Yoksa bizim izin verdiklerimiz mi? Demiyorum insanlar gelmesin diye mayın dikenli tellere elektrikler verin ya da mayınlar atın diye. Başka bir tercihle toplumdan soyutlanın diye. Sadece sınırı iyi koruyun. Kalp kırıklıkları derin izler bırakır daha çok yıpratır ve belki daha masum saygıyla gelenler olsa onun saflığına leke çalar. Sizler bir denizsiniz karadan her gelene eyvallah etmeyin. Aykut Kocaman’ında dediği gibi “bazı çiçekler bazı bahçelerde yetişmiyor” zorlamayın. Nasıl ki halk olarak istemediğimiz halde sırf Avrupa’ya gitmesinler diye onların arka bahçesi oldu bu memleket. Bari son kale olarak kendinizi koruyun. Kalpleriniz hazine onu kimsenin arka bahçesi yaptırmayın.

Harari Yine Can Alıcı Sorular Soruyor

Harari yine can alıcı sorular soruyor. Gezegenimizi ve kendimizi yarattığımız canavarlardan nasıl kurtara biliriz? Tek tuş insanlığın sonunu mu getirecek? Hümanizm tüm sorunların ortak kurtarıcısı mı olacak? Kitap serimizin ikinci bölümünde yine Kolektif Yayınevi’nden Yuval Noah Harari'nin 456 sayfalık Homo Deus - Yarının Kısa Bir Tarihi adlı çalışmasına yakından bakacağız. 

Yuval Noah Harari, Homo Deus - Yarının Kısa Bir Tarihi

Onlarca dile çevrilmiş ve Dünya çapında uzun süre bestseller olmuş eserleriyle tanınan Harari tarihteki istikameti çözümlerken, geleceğin yol haritası hakkındaki iddialarını da akılcı ve anlaşılır bir tarzda okuyucuya sunuyor. Yazarın yeni teknolojiler bize hem yaratıcı hem yıkıcı tanrısal yetenekler verir ve yaşamı tamamen yeni bir evrim seviyesine yükseltirse, bize ve gezegenimize ne olacak?“ sorusu hemen başta merak uyandırıyor. Tanrısal nitelikler mi, bu hiç olabilir mi derken Harari ilginç çıkarımları ile öğretirken eğlendiriyor, şaşırtıyor, düşündürüyor ve anlamamızı sağlıyor. Kitap, yeni teknik olasılıklar göz önüne alındığında, her şeyi bizden daha iyi yapabilen bir “homo deus” inşa edeceğimiz bir geleceğin vizyonunu özetliyor. Yazarın deyimiyle, “Bu kitap mevcut koşullarımızın başlangıç noktasını biraz daha esnek bir şekilde takip ederek geleceğimizi öncekinden çok daha yaratıcı bir şekilde düşünmemizi sağlıyor.“

İNSANLIĞIN AJANDASI

Harari yapıtın giriş bölümünde öncelikle dünyayı bu yüzyıla kadar uğraştırmış savaş, kıtlık ve hastalıkların önemli ölçüde azaldığını ama onun yerine aşırı tüketim nedeniyle dünyanın ekolojik dengesinin bozulduğunu ve insanın refahtan kaynaklı obezite veya yaşlılıktan ya da bulaşıcı olmayan kanser ve kalp hastalıkları gibi nedenlerden dolayı hayatını kaybettiklerini belirtiyor. Harari’ye göre insanlar bu nedenle yeni hedefleri takip edecek. Bunlar da ölümsüzlük, mutluluk ve tanrılaşmak olacak.

Sapiens kitabında da belirtildiği şekilde, insanın üstünlüğü sadece zekâsına değil, aynı zamanda yabancılar da dâhil olmak üzere sayısız insanla esnek bir şekilde işbirliği yapma yeteneğine ve özellikle de kurgusal varlıkların yaratılmasına dayanır. Bunlar para, tanrılar, uluslar, dünya görüşleri, yasalar gibi olgulardır. Harari bu örnekleri, nesnellik ve öznelliğin yanı sıra üçüncü bir kategoriyi temsil eden öznelerarasılık olarak tanımlıyor ve din ile bilimi de o kapsamda ele alıyor.

“21. yüzyılda ise daha güçlü kurgular oluşturmak için biyoteknoloji ve bilgisayar algoritmalarını kullanabileceğiz.” diyen Harari bu kurguların varlığımızı kontrol edebilmenin dışında, vücudumuzu, beynimizi ve zihnimizi de değiştirebileceğine ve yeni sanal dünyalar yaratılacağına, bununla birlikte yapay zekânın da yaşamdaki rolünü genişleteceğine dikkat çekiyor. Burada yine Harari'nin markası haline gelmiş, cevaplaması bir hayli zor hatta imkânsız sayılabilecek önemli soruları ortaya çıkıyor: Gözümüzde büyüttüğümüz insan sonuçta kendi yarattığı yapay zekâya yenik düşecek mi? Dünyadaki ekonomik büyümenin “yan etkisi” olarak ortaya çıkan milyonlarca eğitimsiz, vasıfsız insanın fonksiyonu ne olacak?

HÜMANİST DEVRİM

Yazara göre, ilahi bir güce ibadet eden dinler yerine, hümanist dünya görüşü bugün baskın bir inanç olarak göze çarpıyor. Birey ya da topluluk olarak özgür irademiz en yüksek otoritedir. Kendi duygularımıza, arzularımıza, deneyimlerimize ve düşüncelerimize güveniyoruz. Etik değerlerimizi böyle oluşturuyoruz. Harari hümanizmi üç farklı biçimde betimliyor: sosyalizm / komünizm, liberalizm ve evrimcilik / ulusal (nasyonal) sosyalizm. Bu kavramların içeriği ve anlamları zaman içinde ve teknik gelişmelere bağlı olarak değişime uğramıştır. 

Mesela; 21. yüzyılın başında liberalizm baskındı, ancak bu durum teknolojide daha fazla değişikliklerin devam etmesiyle değişebilir. Bunun yanı sıra yeni teknikî olasılıklar bedeni, beyni ve zihni optimize etmemizin yollarını açarak bize yeni bilinç durumlarına erişim sağlayacaktır.

Bilindiği üzere günümüzün sinirbilimleri bize insan düşüncelerinin ve eylemlerinin beyindeki elektro-kimyasal süreçlerin sonucu olduğunu gösteriyor. Bu bulgular, bireyin özgür irade/özgür seçime inanmasının yanlış olduğu sonucuna götürmektedir. Bugün bile, insanların aksine, bilinçten etkilenmeyen yeni zekâ biçimlerine sahip makineler geliştirme sürecindeyiz. Makineler bizden daha iyi performans gösterebilecek durumdalar. Sonuçta, 21. yüzyılın yeni teknolojileri bireyin gücünü elinden alabilir ve bunun yerine insan olmayan algoritmaları görevlendirebilir. Neticede, işe yaramaz bir yığın ve optimize edilmiş küçük bir üstinsan eliti meydana gelebilir.

DATAİZM

Harari, evrenin algoritmalarla bağlantılı veri akışları olarak kabul edilebileceğini savunuyor. Temelde bilginin toplanması ve analizi vardır. İnsan hayal gücü sadece biyokimyasal algoritmaların ürünüdür. Hümanizmin homosentrik dünya görüşünün yerini veri merkezli bir dünya görüşü almıştır. Bilinçli zekânın yerini bilinçsiz üstün algoritmaların aldığı gibi. İnsan deneyiminin ancak internet erişimine adım attığı andan itibaren bir anlam kazandığı ve bilgiye tapma olarak da algılanabilecek dataizm için Harari şunları söylüyor: “Dataizm içi boş kehanetlerden ibaret bir din değildir. Bir Dataist her şeyden önce daha fazla kitle iletişim aracına bağlanarak veri akışını artırmalı, olabileceği kadar çok bilgi üretmeli ve tüketmelidir. Dataizm sadece insanların değil her türlü varlığın, mutfaktaki aletlerin, ormandaki ağaçların bile bu “internet”e bağlanmasını ister. Dataizm’de günah, veri akışını engellemektir. Nitekim Dataizm, bilgi edinme özgürlüğünü her şeyin üstünde tutar.”

Ve şöyle devam eder: “Dataizm hümanist istekleri yerine getirmeyi vaat ederek yayılır. Ölümsüzlük, mutluluk, sağlık, güç… Ancak otorite insanlardan algoritmalara (yapay zekâya) geçtiğinde işin rengi değişecek. Nesnelerin interneti sorunsuz işlemeye başladığında, her birimiz veri selinde eriyip gidebiliriz.” Sonuç olarak: İnsanlık serüveni başladığında yeryüzüne yayılan Homo Sapiens sınırsız hırsı ve aç gözlülüğü ile doğayı ve hayvanları tahrip etti. Ardından modern insan coğrafi keşifler bahanesiyle ayak bastığı her karış toprakta sömürgeciliği uyguladı, bilimi ve teknik gelişmeleri zayıfı ezmek için kullandı ve yerel halkları, azınlıkları ve kültürleri yok etti. İnsanlık ailesi toplumsal buhranların içinde kaldığı şu anda ise yok edilmek tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Hem de kendi ürettiği silahları ile…

Harari'nin “Yarınlar kimindir?” sorusuna verdiği cevapların hepsi doğrudur demekten ziyade tahminlerinin gerçekleşebilme payının bulunduğunu söylemek daha uygundur diye düşünüyorum. Yazarın konu hakkındaki yorum ve yaklaşımları bu alanda araştırılacak daha çok önemli hususlar olduğunu gözler önüne seriyor. Dinler ve öğretiler ile ilgili çıkmazları kendi şahsi deneyimleriyle de örnekleyen tarihçinin, Yahudiliğe öz eleştirel yaklaşımları da dikkat çekiyor.  Harari, konuya geniş bir perspektiften yaklaşıyor. İfadeleri çeşitli bilimsel disiplinlerden elde edilen bulgular ile desteklenirken, tarihsel olaylar da somut örneklerle gösterilmektedir. Bunu yaparken de yalnızca Batı kültürünü referans olarak almıyor; aynı zamanda diğer bölgesel kültürel alanlarını ve dönemlerini de işliyor. Yazarın gelecekten haber verme ambisyonu yok, ama kimse müdahale etmezse ne olabileceğini söylemek istiyor. Eleştirmenler ise yazarın söylemlerinin karmaşıklığına ve bilimsel verilerin yüzeysel ele alınışına işaret ediyorlar. Dolayısıyla, şimdiki zamanın radikal bir belirsizlikle açıklanması ve gelecek için yeni bir anlatı icat etme göreviyle karakterize edilmesi, özellikle insan bilinciyle yakından ilgilenen bilim dallarına mensup kişilerde bir şüphe uyandırmışa benziyor. Elbette ki kitaptaki tüm mevzularda ya da en azından merak edilen konularda daha fazla bilgilenme yolu her kesime açık bulunmaktadır. Çıkışında ağaçla daha sonra demirle sonrasında ateşli silahlarla günümüzde ise yaratığı teknoloji yani tek tuşla birbiriyle savaşan insanlık sonunu mu getirecek yoksa bundan sonra o tek tuş gezegenimizi kurtarıp ve bizi daha mı mutlu yaşatmak için mi basılacak? Tanıtım kitabımız şu soru ile kapanıyor: "Eğer bilinçsiz, ama son derece akıllı algoritmalar bizi kendimizden bildiğimizden daha iyi bilirse, toplumumuz, politikamız ve günlük yaşamımız nereye evrilecek?" *

* Deniz’in Gözüyle Kitap Dünyası / Deniz Boyraci / Alaska Yayınevi

Şiir: Aşkın Özlemi

Mehmet Sayan, siir

Kadehinde yudumladım özlemi,

Tatlı sesinle çalındı kalbimin tınıları.

Gözlüklerin altında gizlenen gözlerin,

Bana derin bir huzur verdi, rüzgârlar gibi dolaştırdı.


Yaşamın renklerine yansıyan ışıklar,

Dans ederken ruhuma bir müzik gibi.

Ellerin, anlam dolu bir dokunuşla,

Dünyamı baştan aşağı değiştirdi.


Özleminin serinliğine kapılıp,

Kirpiklerinde kaybolup giden anılar gibi.

Seninle birlikte her an sonsuz bir coşku,

Her nefeste aşkın izlerini buldum.

 

Özlemin, anlamını yeniden buldu içimde,

Her an bir şiir gibi devam ediyor.

Seninle biriktirdiğimiz anıların hazinesi,

Kalbime saklı, sevgimizi özgürce yansıtan.

 

Şimdi, gözlerinde aşkın dansını izliyorum,

Birlikte yarattığımız dünya güzelliğiyle doluyor.

Özleminin kokusu sevginle bütünleşiyor,

Bu şiir bile, seninle yaşanan özlemi yansıtıyor.

Edebiyatımızda Atasözleri

Atasözleri, diğer ismiyle atalar sözü, sözlü kültür mirasımızdır. Atalarımızın bize, edindikleri hayat deneyimlerini aktarma şekillerinden biridir. Okuma yazma kültürünün olmadığı dönemlerde öğrenilen bilgileri yeni nesillere aktarmak bugünkü kadar kolay değildi. İlk yazılı ürünlerimiz olan Göktürk Kitabeleri öğütlerle doludur. Bilge Kağan, Kül Tigin ve Vezir Tonyukuk, gençlere öğütler verdiler.

Fırat Kasap, Edebiyatımızda Atasözleri

Çinlilerin kültürüne, yaşam tarzlarına özenmemelerini tavsiye ettiler. Edebi değeri olan bu sözlere o dönemin atasözleri diyebiliriz. Çadırda, at üstünde, göçebe yaşam tarzı süren atalarımız yaşamdan öğrendiklerini bir şekilde yeni kuşaklara aktardılar. Atalarımızın Orta Asya’da ifade ettikleri özlü sözlere “sav” adını veriyoruz. Sav dediğimiz atasözleri iki dizelik, kafiyeli şiirlerdir. Büyük ihtimalle sagu ve koşuk gibi dört dizelik şiirken iki dizesi unutulmuş, günümüze iki dizesi kalmıştır. “Yılan kendi eğrisini bilmez, deve boynun eğri der”, “Alımçı arslan berimçi sıçgan.” Bunlar söylenmesi kolay, akılda kolay kalan, ezberlemekte zorluk çekilmeyen sözlerdir. Kimi atasözleri toplumun tamamında yaygınlık kazanırken, kimileri yöresel özellikler göstermektedir. Damlaya damlaya göl olur, ayağını yorganına göre uzat gibi atasözleri günümüzde Edirne’den Van’a kadar Türkiye’nin her yerinde bilinir. Sözlü kültürden yazılı kültüre geçişte bize yol gösteren önemli eserlerden biri de Dede Korkut hikâyeleridir. Bir önsöz ve 12 hikâyeden oluşan eserde Dede Korkut, dinleyenlere öğütler vermektedir. Nazım nesir karışık yazılmış olan bu eserde farklı edebi türler bir arada bulunur. Koşma, sagu(ağıt) atasözleri gibi türlerin ilk örnekleri buradadır. Dede Korkut hikayelerinden örnekler: Hani övdüğün Bey erenler / Dünya benim diyenler / Ecel aldı, yer gizledi / Ölümlü dünya kime kaldı / Gelimli gidimli dünya / Sonu ucu ölümlü dünya / Yapa yapa karlar yağsa yaza kalmaz / Yapağılu gökçe çemen güze kalmaz / Eski panbuk bez olmaz / Er malına kıymayınca adı çıkmaz /Kız anadan görmeyince öğüd almaz / Oğul atadan görmeyince sofra çekmez

Kaşgarlı Mahmud’un Dîvânu Lugâti't-Türk isimli kitabı Türklerin ilk sözlük kitabıdır. Amacı Türklere Arapçayı, Araplara Türkçeyi öğretmektir. Bu metinde Türk kültürünü tanıtmak amacıyla atasözlerinden faydalanılmıştır. Bu kitaptan üç atasözü örneği verelim:   

Kanı kan ile yumazlar / Kanı su ile yurlar / Gözden ırak olan gönülden de ırak olur / Atası acı yese oğlunun dişi kamaşır.

Pertev Naili Boratav hocamız atasözlerini asıl atasözleri ve atasözü değerinde deyimler olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Bunların dışında halk edebiyatında atasözlerinden etkilenerek oluşmuş alkış ve kargışlar bulunmaktadır. Alkış iyi dua, kargış kötü dua, beddua anlamındadır. Alkış ve kargışlara Dede Korkut hikâyelerinde sıkça rastlanmaktadır. Modern Edebiyatımız atasözleri ile doludur. Edebiyatın gelenekle ilişkisini kuran kaynaklardan biri de atasözleridir. Modern yazarlarımız yazdıklarına inandırıcılık kazandırmak, görüşlerini pekiştirmek, yerel kültürle bağ kurmak gibi pek çok sebeple atasözlerine yer vermektedirler.   Tanzimatla birlikte başlayan modernleşme maceramız boyunca birçok yazar eserlerinde atasözlerine yer verdiler. Burada bazı örneklere yer vermekle yetineceğiz.

“O zamanlar gönlü adeta taş kesilmişti.” Vatan Yahut Silistre, Namık Kemal

“Anya’yı Konya’yı bilmezdim.” Gulyabani, Hüseyin Rahmi Gürpınar

“Hikmet Efendi:Özrün kabahatinden büyük.” Şair Evlenmesi,Şinasi

“Üstüme iyilik sağlık.” Dürdane Hanım, Ahmet Mithat Efendi

“Artık ağlamıyordu ancak zehirli gözyaşları  sessiz sessiz içine akıyordu.” Sergüzeşt, Samipaşazade Sezai

“Lütfiye Hanım: Sevinçten içim içime sığmıyor.” Çok Bilen Çok Yanılır, Sami Paşazade Sezai

“Bunca yıldır ne uzayıp ne kısalırsın.” Sağanak, Adnan Özyalçıner

“Elinizdekinin değerini bilin, yoksa benim gibi olursunuz diyen bir anıt.” Denizlerin, İstanbul, Zeyyat Selimoğlu

“Hızırın karşısına Hızır çıkar yavrum dedi ana.” Yağmurcuk Kuşu, Yaşar Kemal

“Gözleri yuvalarından dışarıya doğru uğramış, bakışlarına bir hiddet, bir delilik gelmişti.” Yeraltında Bir Şehir, Kemalettin Tuğcu”

“Henüz istifa etmemişlerdi ama eli kulağındaydı.” Bir Başka Düğün Gecesi, Erendiz Atasü

Dayanamaz kız anası, ‘vay boyu devrilesi’ der, açar ağzını yumar gözünü. Larva’nın Doğuşu, Osman Gürsoy

“Tabi çok bozuldu. Arkadaşlar da donup kaldılar.”  Ölmeye Yatmak, Adalet Ağaoğlu

Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte Dil Devrimi çabaları hızlandı. Yeni alfabeye geçiş, Türk Dil Kurumu’nun kurulması, Türkçede yabancı sözcüklerin yerine Türkçe sözcüklerin kullanılması toplumda karşılık buldu. Toplumun çoğu okuma yazma bilmezken kısa sürede çoğunluk okuma yazmayı öğrendi. Gazete, dergi, kitap basımı hızlandı. Daha Atatürk’ün sağlığında çabalar sonucunu vermeye başladı. Dildeki bu gelişmeler sürerken atasözlerinden faydalanıldı. Atasözlerindeki gerçek anlamın yanında mecaz anlamların da bulunması bu alana merakı artırdı. Türk Dil Kurumu’nun yaptığı sözlük çalışmaları sözcüklerin temel, yan ve mecaz anlamlarının öğrenilmesini sağladı. Atasözlerinin yan ve mecaz anlamını araştıran yazar, araştırmacı ve dilbilimciler atasözleri hakkında ayrıntılı bilgi öğrenmemizi sağladılar. Türk dili üzerine Tanzimat döneminde çalışmalar yapan Şemsettin Sami Kamûs-ı Türkî isimli sözlüğünde ve Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat isimli romanında atasözlerine yer vermiştir. Günümüzde ise Ali Püsküllüoğlu’nun Atasözleri ve Deyimler sözlüğü, alandaki bilgi ihtiyacını karşılamaktadır. Yazımızı sıkça kullanılan atasözleriyle bitirelim: Bir deli kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış. / Bir elin nesi var, iki elin sesi var. / Abanın kadri yağmurda bilinir. / Cahile söz anlatmak, deveye hendek atlatmaktan zordur. / Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar. / Esirgenen göze çöp batar. / Faydasız baş mezara yaraşır. / Garip kuşun yuvasını Allah yapar. / Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır. / İki cambaz bir ipte oynamaz. / Kaçan balık büyük olur. / Lafla peynir gemisi yürümez. / Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır. / Öfkeyle kalkan, zararla oturur. / Para parayı çeker. / Rüzgar eken fırtına biçer. / Sabrın sonu selamettir. / Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır. / Ummadığın taş baş yarar. / Vakit nakittir. / Yarası olan gocunur. / Zararın neresinden dönülse kardır.

Dilsizdir Like Kuşları

Sonra fark ettim ki o bir deniz değil sadece denizin fotoğrafı… Dalmaya kalksanız o denize çakılır kalırsınız. Ve fark ettim ki o denizin üstünde çığlık çığlığa dolaşan da martı değil bir “like” kuşu. Sınırsız beğenilme ve takdir edilme ihtiyaçları vardır like kuşlarının. Ruhlarında kocaman kara delik…  

Hüseyin Avni Cengiz,

Bütün “like”ları buğday tanelerini toplar gibi toplamakla ömür geçirir ama yine de doymazlar. Bu kuşlar,  tavus kuşu gibi cicili bicilidir. Seninle çok ilgiliymiş gibidirler;  fakat sizin beğeni duygularınızı avlayan bir avcıdır bunlar aslında.  Sizi dinler gibi yaparlar ama dinlemezler. Sizinle problem de yaşarlar ama asıl problemleri kendiyledir like kuşlarının.  Sürekli yüksek perdeden konuşurlar ama aslında hiçbir şey söylemezler. 

Tarzları olduğuna ve var oluşun sancısıyla saatler boyu ağladıklarına iknaya çalışırlar sizi ama onu bile beceremezler.

Dilsizdir bu like kuşları. Örneğin herhangi bir konuda derinlemesine 5 dakika bile konuşamazlar. Darmadağınık ruh dünyaları vardır. Mutsuzdurlar. Çok mutsuzdurlar. Bol bol fotoğraf çektirirler. Aynı anda her yerde var olmak isterler. Ve her nerede değillerse orada mutlu olabileceklerine inanmışlardır nedense. Gerçekten nerede olmak istediklerini bilemezler. Onlar bir ırmak fotoğrafıdır. Yatağına sığmayan bir şelale fotoğrafı. Yatağından taşmış ürkek bir ırmak… Acemi gibi davranan ama aslında korkak bir ırmak…  Evrimsel olarak saksağangillerle akrabalıkları vardır bu like kuşlarının.  Birçok yönden saksağangillerin davranış örüntülerini taklit ederler. Ve ne istediklerinden asla emin değildirler ki bunu ifade edebilsinler.

Şiir: Dolunay Çiçeği

Harun Tınas, Şiir

Sonbahar hüznü düşerken yapraklara, 

Ekimden ayrılık notası alıp

Kasıma bir melodi düşlerken

Sende baharı hissediyorum.

Bir begonvili kokluyorum sanki…

Sen belki uzak bir kıyıdasın

Ama ben uzaktan bile hissedebiliyorum sevgini!

Elini elimde hissetmesem bile…

Ben senin bir saf çocuksu halini, 

Bir de yavru ceylan gibi bakan gözlerinle sevdim.

Tutuşup kora dönmüş yüreğimde

Bir umut hikâyesi canlandı.

Beklenen zaman tünelinde bir sevinç parladı,

Mavi bir kapı açıldı gönlümde.

Sevgi bir demet yıldız örtüsü içinde

Senin tebessümünde birikmiş,

Ruhuma pozitiflik katıyor. 

Ben hayatı seninle renkli yaşıyorum;

Sen benim zifiri karanlık gecemde açan,

Dolunay çiçeğimsin, dolunay çiçeğim.

Bir Umut Her Zaman Vardır

Merhaba Kadir Bey, çoğu okurumuz sizi Deli, Kiminle Gülüyorsan Ona Aitsin ve Pasaport kitaplarınızdan tanıyor ama yine de okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Alman Lisesini bitirdikten sonra İstanbul Teknik Üniversitesinden Kimya Mühendisi olarak mezun oldum. Meslek olarak daha çok Yurtdışı Pazarlama konusunu seçtiğimden dünyadaki ülkelerin yaklaşık  % 80’ini görme şansım oldu. Eğitimim ve iş kariyerim esnasında altı lisan öğrendim. Özellikle yurtdışında edindiğim değişik tecrübeleri eserlerimde, çeşitli ilginç olaylarla kurgulayarak insanlara roman tadında aktarmaya çalıştım.

Yazar Kadir Ersoy

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? Yazar olma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Her yazarın eserlerinin temelinde muhakkak kendi yaşamışlıklarından da bir şeyler vardır. Dolayısıyla bir şeyler yazmayı kendim için çok güzel bir hobi olarak kabul ediyorum. Dolayısıyla romanlarımda tatlı, acı biraz da kendi geçmişimle hesaplaşıyorum.  Yazar olma yolculuğumun hikâyesi de enteresan, çünkü ben yazarlığa Corona salgını sürecinde başladım. O sürecin özellikle başlarında “evlerimizden çıkmamız yasaklanınca” , (eşim de beni devamlı mutfakta görmek istemediğinden), onun tavsiyesi ile geçmişte yaşadıklarımı kâğıda dökmeye başladım. Daha ilk romanım “Deli” Altın Kalem ödülü kazanınca, bazı romanlarım da filme çekilmeye başlanınca, artık devam etmekten başka çare kalmamıştı. Şu anda beşinci romanım bitmiş durumda.

Hayatımıza Renk Katanlar serisinin son kitabı Pasaport Logo Yayınevi’nden ikinci baskı yaptı. Pasaport, türler arasında ustalıkla gezinen ve okurlarına farklı lezzetleri bir arada tattırabilme başarısını gerçekleştirmiş bir roman olarak öne çıkıyor. Sizi Hayatımıza Renk Katanlar Serisini yazmaya yönlendiren sebepler nelerdir?

Daha önce bahsettiğim gibi hayatta tatlı ve acı çeşitli olaylar yaşadım. İnsanlara acılarla başa çıkılabileceğini, aslında hayatın çok güzel olduğunu, hiçbir zaman umutlarını kaybetmemeleri gerektiğini değişik ortamlarda ve zamanlarda geçen romanlarımda vurgulamaya çalıştım. Bu yüzden okuyanlar fark etmişlerdir, romanlarımın hiç biri diğerine benzemez. Biri dram, diğeri komedi, ötekisi gerilimdir. Ama tüm bu mozaikler hayatımızda hep vardır, o nedenle hepsini “Hayatımıza Renk Katanlar” tabiri altında topladım. Hepsinde de vurgulamak istediğim, şartlar ne olursa olsun, “ Bir umut, her zaman vardır” fikriydi. 

Mizah oldu mu umut bitmez.

Mizah kaleminiz oldukça güçlü. Okuru güldürürken düşündürmeyi başarıyorsunuz. Hayatınızda mizahın yeri nedir?

Çok haklısınız. Mizah benim “ beslenme kaynağım ve yaşam tarzım”. Yaşanan problemlerin ilacının kesinlikle “zaman” olduğunu ve iyi niyetle eninde sonunda problemlerin çözümlendiğini fark ettiğimde, bunu sokaktaki arkadaşlarımdan, okuldaki dostlarıma, iş arkadaşlarımdan aile fertlerime anlatmaya çalıştım.  Böylece bir müddet sonra etrafımda “problemleri mizahi yönden görebilen” güzel bir kitle oluştu. Onlardan da birçok şey öğrendim. Mizah oldu mu umut bitmez. Bu söylediklerime en güzel örnek “Kiminle gülüyorsan ona aitsin” kitabımdaki Fıkracı karakteridir. Adama araba çarpmış, kemikleri kırık perişan bir şekilde hastanede yatıyor ama arkadaşına “neyse çarpan araba hiç olmazsa Mercedes’miş” diyebiliyor. Gel de bu adama şapka çıkartma!

Türkiye’de mizah türünde yazılan eserlerle ilgili neler düşünüyorsunuz? 

Mizahın iki türü var. Bizi güldürenler. Bir de bizi güldürürken düşündürenler. İkinci tür tabii ki benim daha çok tercih ettiğim. Bunu ülkemizde çok iyi beceren yazarlarımız var. Onlardan okuduğumuz komik bir olaya gülerken aynısının başımıza gelmemesi için neler yapmamız gerektiğini de öğrenip kafamızın bir köşesine yazarız.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Coğrafya kaderindir derler. Doğrudur. En büyük yazarlar özellikle yaşadıkları ortam ve şartlardan esinlendikleri kitaplarıyla göze çarpmışlardır. Ama bunlardan bazıları da ünlerini sınırların ötesine taşımayı başarmıştır. Kitap olarak ayırım yapmadan, etkilendiğim yazarlar olarak Yaşar Kemal, Zülfü Livaneli, Tolstoy, Victor Hugo gibi aşkı, kahramanlığı, çaresizliği çok iyi vurguladıklarına inandığım yazarların romanlarını tercih ediyorum. Değişik yaşlarımda değişik etkileri olmuştur. Mutlaka içlerinden bazı bölümlerini filtreleyip hayat tarzıma katmışımdır.

Şimdiye kadar yayımlanmış kitaplarınızdan okur ve eleştirmenlerden aldığınız dönüşlerden bahseder misiniz?

Bu güne kadar; “Deli”, “Kiminle gülüyorsan ona aitsin”, “Pasaport”, “Kehânet” ve “Randevular” isimli kitaplarım çıktı. (Komiktir, hepsini topu topu üç yıl içinde bitirdim). Ama (lastik tamircisinden Nişantaşı Hanımefendisine kadar değişik seviyedeki okurlarımdan ve bazı eleştirmenlerden) romanlarımda mutlaka kendilerinden bir parça bulduklarını, çok akıcı bir dille yazdığımı ve çok enteresan kurgular olduğunu duymak insanı gaza getiriyor. Yazmaya devam diyorsunuz.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Ben romanlarımda mutlaka güzel finaller olmasını isterim. Hatta insanı ters köşe yapan final varsa okur daha da etkileniyor. Şu anda “çok güzel bir yaşamı olan bir doktor bir kızın, çocukluğuyla ilgili çok beklenmedik bir bilgiyi öğrenmesiyle değişen tüm yaşamını”  anlattığım ilginç bir roman üzerine çalışıyorum. Ama yedekte üç dört konu daha “hadi çabuk ol, biz de sıradayız” diyor açıkçası. Koç burcu olmamın tesiri herhalde, biraz sabırsızım, çabuk gerçekleştirmeği seviyorum.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Tabii ki. Biraz önce bahsettiğim gibi:  Bir umut her zaman vardır. Yeter ki siz isteyin. Hayatınızın ne kadar değiştiğini fark edeceksiniz.

Tanzimat Edebiyatı Geçişte Bir İz mi Yoksa Canlanmanın Tercümesi mi?

Halil İnalcık, Tanzimat’ın, Osmanlı İmparatorluğu dâhilinde egemen Müslüman tebaa ve Hristiyan kavimler arasındaki ilişkilerin bir safhası olarak düşünüldüğünü belirtmiştir.  Osmanlı İmparatorluğu, Batı uygarlığı adını verebileceğimiz “kültür” bütünüyle hiçbir zaman ilişkisini kesmediği yorumu getiriliyor.  Osmanlı romanı, “Türk modernleşmesi” kaynağı olarak, edebiyat alanında yazarlar; en çok, “sokak, kadın ve toplumsal cinsiyet rolleri, üst sınıf erkeğin Batılılaşma karşısında aldığı tutumlarla” ilgili olarak hem dönemsel canlanma hem de değişimlerle toplumsal geçişi aktarmaya başlamışlardır.

Tanzimat Edebiyatı, Cansu Işık, Edebiyat Gazetesi

Osmanlı kadınının toplum içerisindeki görünümünde 19. yüzyıldan itibaren değişmeler başlar. Her ne kadar değişim ve dönüşüm kökleri farklı kelimeler olsa da, Osmanlı toplumundaki “çağrışım” alanlarını aktarmak açısından edebiyatın kültürel işaretlerinden şimdiki zamana “canlanma” arayışının nereye denk düşeceğini izler ve izletir.  Okur-yazar oranının artmasıyla kadının kimlik arayışı da hızlanır. Osmanlı seçkinleri arasında, modernleşme hareketinin ilk zamanlardan beri kadınların özgürlüğe kavuşmalarını konu alan yayınlar arasından başladığı yorumlanmakta ve aktarılmaktadır. Aktarmaya çalışacağım eserler, Osmanlı toplumunun “kimlik ve kültür” alanını anlamak açısından önem taşımaktadır. Bu eserler, Samipaşazade Sezai’nin “Küçük Şeyler” adlı hikâyesi, Şemseddin Sami’nin “Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ı” adlı romanında geçişin izleri konu olarak yer alacaktır.  Geçişte bir iz mi yoksa canlanmanın tercümesi mi?

Samipaşazade Sezai, “Küçük Şeyler” 

“Dünyada bir zerre yoktur ki güzel yazılmak şartıyla bir mevzu-i mühim addedilmesin”

Yazar küçük şeylerin, ayrıntıların önemini vurgular. Der ki: “Alem-i şemsin ahvalini tasvir etmekle bir hurdebini böceğin kalbini teşrih eylemek edebiyatça müsavidir.”

“Küçük şeyler” i anlatmaya neden olan duyarlılık nasıl tanımlanabilir? İlk hikâye örneği olma özelliği gösteren eserde, “kaygı, özlem, hayal kırıklığı, sıkıntı, aşk acısı içinde yaşayan âşık, esnaf, cariye, bekçi, oyuncu, mahalle kadınları, gençler, tiyatro seyircileri, sokak adamları” gibi kalabalık bir kadroyu anlatmıştır. Bu kitap, Servet-i Fünun yazarlarını da etkilemiştir. Samipaşazade Sezai’nin (1858-1936), 1890 yılında yayımlanan ve biri çeviri olan mukaddime ile birlikte sekiz metinden oluşan “Küçük Şeyler” adlı kitabı, edebiyat tarihinde “Batılı” anlamda öykü türünün ilk örneği olarak geçmektedir. Nihat Sami Banarlı, kitabın “realist Fransız edebiyatının” etkisi altında olduğunu belirtmiştir. Daha sonrası için  “Hürriyet” çağrışımlarının ve seslerinin duyulmasına da yarayacaktı.

“Bu Büyük Adam Kimdir?” adlı hikâyesinde, anlatan, akşamüzeri, çoğu kere, Taşkasap’tan Beyazıt’a kadar yayan gidip gelir ve gezintiye çıkar. Akşam gezintilerinin ona tanıttığı bir adamdan bahseder:

“-Bu büyük adam kimdir?“ diye sordum. Bu soru sebepsiz değildi. Çünkü adamın her hal ve tavrını o günlerde Fransızca hocamızdan okuduğum “Büyük Adamların Hayatı” adlı kitabın tariflerine ve nitelemelerine tamamıyla uygun buluyordum. Kıyafeti  (Kıyafet ilmi olarak bahseder)  ve tavırları ile kitaptaki anlatıyı hatırlatan bu adam, onun Victor Hugo mu yoksa Rousseau mu olduğunu mu bile düşündürmeye başlar. 

Bu büyük adamın yırtılmış yakasını düzelterek, çamurlar içindeki “fesini” giyerek, Aksaray’da karanlık sokaktaki ilim yuvası olan evine, o perişan haliyle girdiğini görmek gerçekten pek dokunaklıydı.

Erkeğin kılık kıyafeti hakkında bilgilendirmede bulunmaktadır. Hikâyenin sonunda yazar, şairlerin, bilginlerin en büyük eserlerinin ümitsizlik ve öfke durumlarında yazdıkları olduğunu belirtmiştir. 

“-Victor Hugo’nun bir eseri, J.J. Rousseau’nun Emile’i öyle bir zamanda kaleme alınmamış mıydı?

“Niçin bu sokağın karanlığından bir bilgi güneşi doğmasın?”  diyerek, yazar haykırır. 

Bu hikâyede, anlatı hep sokakta geçer. Geniş mekân olarak metin İstanbul üzerine kuruludur. Hikâyede büyük adamın okuma yazma bilmeyip, gizliden cahilleri de suçladığı görülür. Ve tütüncüye mektup okutur. Bu hikâye, bir çocuğun hayal dünyasında şekillenir. 

“Hiç” adlı hikâyesinde ise, yirmi yaşındaki bir gencin ömrünün mücadele ile geçmesi üzerine, annesi ile kız kardeşinin geçimi için gündüzleri simsarlık, mağazalarda satıcılık, matbaalarda işçilik eder, geceleri de tapu doldururdu. Annesine ilaç almak için fedakârlığı üstelenir. Yaya olarak yola çıkar. Arkadaş olduğu birkaç kişi onu, Hristiyan bir kızla tanıştırır. Soru sormaya başlar:

“…Etrafındakilerin haline vakıf oldukları için ettikleri zorlayıcı ricaya karşı bir kere kalkıp yine oturdu.  Setresini iliklemek, fesini düzeltmek istediyse de eli titrediği için başaramadı. Hep bu hareketleri kadınlara has olan meraklı bakışlardan geçmişti. Bir dakika sonra hep birlikte konuşmaya başladılar. Kız ara sıra kendisine de hitap ederek birçok sorulara girişti. Paris’e gitmiş miydi? Londra’yı görmüş müydü? Operayı dinlememiş, vodvili alkışlamamış mıydı?”

Zavallı genç kahkahalar arasında hayal kırıklığıyla ayrılır. 

“Meğer o eşitlikçi tebessüm, kendisine değil, bütün âleme, bütün eşyaya aitmiş.”

Şu kelimeyle sona ermez mi: “Hiç”.

“Düğün” adlı hikâyede, Dilsitan adlı on dört-on beş yaşlarında güzel bir odalığı (cariye) anlatır. Genç kız Behçet Bey ile evleneceğinden emindir. Ancak, Dilsitan, Behçet Bey’in, zengin bir ailenin kızı olan Sitare Hanım ile evleneceğini öğrenince bayılır. Dilsitan histeri krizleri geçirir ve göğsündeki ağrılardan şikâyet eder. Genç kız veremdir. Behçet Bey, düğün masraflarını karşılamak ve dedikoduları önlemek için Dilsitan’ı satılığa çıkarmaya kalkarsa da, “satılmak için vücuden mükemmel olması lazım gelen Dilsitan’ın bir ciğeri eksiktir. Artan öksürükleri herkesi ve özellikle Bey’i rahatsız ettiği için, kızı evin ücra köşesinde rutubetli bir odaya yatırırlar. Düğün gecesi üst katta Behçet ile Sitare’nin evlilikleri kutlanırken, alt katta Dilsitan can çekişmededir. Hikâyede yine kadınların kılık kıyafeti ile de bilgi verilmektedir:

“-Dilsitan Kalfa? Sen bizim gelin hanımı görmedin mi? Ben hanımla beraber komşunun düğününde gördüm. Ne güzel, ne güzel. Behçet Bey yaşmaklı görmüş, hep böyle bayılıyormuş.”

 “Ocak”, özellikle Fatih Sultan Mehmet dönemi sonrasında, kadın ile erkeğin yaşam alanlarını birbirinden kesin bir biçimde ayıran hane anlayışına terk etmiştir. Erkeklere özgü olarak yapılandırılan “Selamlık” ve kadınların yaşam alanı olarak biçimlendirilen “Harem” olarak.  

Bu dönemde devlet, kadınların giyim ve kuşamlarını önemli bir sorun haline getirmemekteydi. Ancak, Tanzimat dönemi ile birlikte, kadınlar, artık Batı’dan esinlenerek oluşturulan hukuk çerçevesinde tanımlanmaya başlandı. Bazı yorumculara göre, kültürel ve siyasal ayrışmalar, kadın haklarının çerçevesinin bazı çevrelerde hassasiyet yarattığını özellikle belirtmiştir. Bu bağlamda Küçük Şeyler adlı hikâye kitabında Müslüman ve Hristiyan kadını ayrımına gidilmiş, Müslüman kadının yaşamı ve giyimi hakkında kısa bilgiler betimlenmiştir. Hikâyenin üslubundan dolayı, yani şiirsel anlatım hayal kırıklıklarının ifade edilişi “edilgenliğin” önüne geçmiştir.

Şemseddin Sami, Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat

Eser ilk roman olma özelliği göstermektedir. Aşk ve modernleşme tarihimizin geçmişi iç içe geçmiş bir roman olmasıdır. Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat (1875), Şemseddin Sami’nin yirmi iki yaşında kaleme aldığı bu eser Türk edebiyatında ilk roman denemelerinden olması özelliğiyle Batılı roman tarzının bazı temel unsurlarını getirmesi bakımından edebiyat tarihimizde önemli bir yere sahiptir. Bu romanda gençlerin birbirleriyle istemeden evlendirilmelerinin doğuracağı kötü sonuçlar üzerinde duruyordu.

“-Ah biçare karılar! Bizi hiç insan sırasına koymazlar! Babalarımız, istedikleri adamlara bizi hediye verircesine verirler. O adamların tabiatını hiç sormazlar. Biz o adamlarla geçinecek miyiz? Bize ne derler, “işte seni filanca adama vereceğiz. Biz sükût ederiz. Ama gönlümüz ne der?”

“Yarın öbür gün beni mektepten alacaklar. Yaşmak, ferace, bilmem ne giydirecekler. O vakit nasıl görüşeceğiz?”

 Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ta olaylar ağırlıklı olarak ev içinde geçmektedir ve anlatımlar buna bağlı olduğu için daha çok ev içi tasvirleri yapılan eserde dış çevreye ve tabiata çok az yer verilmiştir. Aşk daha çok insanın doğası yani şahsı ve hürriyeti ile bağdaşmaktadır.   Ailenin gençler üzerindeki aşırı baskısı incelenmiştir.  Bu eserde de, Rıfat Bey’in 11 yaşında Gülizar adında cariyesi vardır. Bu eserin de eski-yeni kutuplaşmaları ve bu kutuplaşmalar etrafındaki polemikleri de barındırmaktadır. Mektepli-mektepsiz ayrımı ve gelenekler içindeki yeri Saliha Hanım’ın bakışından anlatılır:

“-Mektepten nasıl çekileceğim? Nasıl yapacağım? Ben cahil kalacağım diyerek ağladım, sızladımsa da fayda vermedi. Pederim:

-“Ona merak etme kızım. Ağlama kuzum. Bu adettir. Kız on –on bir yaşını geçtiği gibi yaşmaksız, feracesiz sokağa çıkamaz. Biz âdetin haricinde nasıl hareket edebiliriz? Herkes sonra bize gülecek. Ama derslerini merak edeceksin. Senin derse sevdan olduğu vakitte kendi kendine de bildiğini iletebilirsin. Ben de sana bazı defa ders verebilirim. Ne yapalım? İşte hala kızlar için mahsus mekteplerimiz, kadın hocalarımız yok ki… Erkek mektebine on beş yaşında bir kız nasıl gidebilir, diyerek bana teselli vermek istediyse de benim asıl keder ettiğim şey Rıfat Bey’in müfarakati olduğundan, hiçbir vechile müteselli olamadım. Tenha bir yere çekildim. Ağlamaya başladım.”

Geleneksel yaşam ile modern yaşam arasında derin bir uçurum ortaya çıkmıştır. Değişimin izleri, Batılılaşmak ya da modern olmak bir zihniyet meselesiydi artık.  Hayli farklı bir geçiş dönemi olarak görünse de Tanzimat,  modernleşme dinamiklerinin “kültür, kimlik” gibi statik olmayan dönüşüm alanlarındaki “çağrışım” manzarasını şimdiki zamanlara geçişte bir iz mi yoksa canlanmanın tercümesi mi sorusunu sormayı gerektiriyor.

Siyaset Dili ve Edebiyatı

Türk siyasetinde iz bırakan liderler çıkmıştır, yaptıklarıyla anılmışlardır. Kimi iyi, kimi kötü... Yaşamda izlediğim, konuşmalarını dinlediğim, siyasetçiler bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Yaşım gereği seksen öncesinin kimi siyasetçilerini tanıyamadım. Merakım, bunlardan hangileri dilimizi siyasette aktardı. Halk edebiyatımızı ve halk kültürümüzü konuşmalarına taşıdı; hangisi meydan konuşmalarında bunlardan faydalandı? Araştırma içine girdim. 

Siyaset Dili ve Edebiyatı, Umut Özkan

Öncelikle Milli Kütüphanede gazeteleri taradım. Liderlerin grup ve bütçe konuşmalarına baktım. Liderlerin yaşamını anlatan kitaplara baktım. Kılıçdaroğlu’nun yaşamını anlatan Erdal Emre tarafından yazılmış “Öteki Kemal” kitabının sayfalarını çevirdim. Ayrıca TBMM tarafından yayımlanan liderlerin bütçe konuşmaları da başvurduğum kaynaklar içinde oldu. Özal’dan Demirel'e, Erdal İnönü’den Baykal'a, Murat Karayalçın'a ve Kılıçdaroğlu'na, Erbakan’a Devlet Bahçeli’ye... Ve Tayyip Erdoğan’a. Yunus’un süt dişleri olarak bilinen Türkçe, siyasetimizde yerini alırsa atasözlerimiz deyimlerimiz, ağızlarımız ve ana sütü gibi Candan Ana sütü gibi temiz türkülerimiz siyaset dili ve edebiyatında yerini almazsa kötü ve bozuk, anlaşılamayan bir dil ortaya çıkıyor. Bunun adına argo deniyor, bunda Hulki Aktunç’un argo sözlüğü karşımıza çıkıyor. Gelin, CHP eski lideri Deniz Baykal ile başlayalım. Yurt dışından dönen Baykal, Esenboğa Havalimanı’nda yanındaki yardımcısının kendisine ilettiği bir notta yazılanları görünce şaşırdı. “Yine mi?” diye tepki gösterdi. Hükümet, Cumhurbaşkanı’nın veto ettiği bir kanunu yeniden parlamentoya getirmek istiyordu. Ancak Mikrofonu eline aldı, gazetecilere hemen orada doğaçlama olarak “Söze bir Anadolu türküsünün dizeleriyle girmek istiyorum.” dedi.   

Makaram sarı bağlar kız, söyler gelin ağlar. Bu türküyü Diyarbakır’dan kaynak kişi Muzaffer Yönder’den Muzaffer Sarısözen derlemiş.

Baykal, partide bir tartışma çıkmaya başlarsa yine Anadolu folklorundan yardım alırdı. Anadolu’da yüzyıllardır imbikten süzülüp bugünlere gelen sözünü aktarırdı: “Kavgalı eve kız vermezler.” Buna bir ekleme yapar, “Kavgalı partiye oy vermezler.” diye bitirirdi. Partide aykırı bir ses belirdi mi bu sözü sık sık tekrar ederdi. Bolu’da bir deprem felaketi olmuştu. Baykal, deprem bölgesine ziyaretinden sonra açıklamalarda bulunuyordu. Yine bir halk edebiyatı kahramanını belediye başkanlarına örnek gösteriyordu: “Köroğlu gibi olun, zenginden alın fakire verin. Hem de Bolu’da, Köroğlu diyarında.” Partisinin genel merkezinin bahçesinde Muharrem ayında bir kazan kaynardı. Buna “kardeşlik aşuresi” denilirdi. Aşureyi partililerine kendisi ikram ederdi. Aşurenin inançsal geçmişi bir akademisyen tarafından anlatılırdı. O buluşmalarda odasında Şeyh Edebali’nin vasiyeti duvarda asılıydı. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” dörtlükleri bir halk kültürü ögesi olarak, Anadolu folkloru olarak görülüyordu. Baykal; siyasal yaşamında vasiyetin geçerli olmadığına, bu topraklarda insanın yaşatılmadığına çoğu kez şahit oldu. Baykal, partisinin grup toplantısında halk kültürünün parçası olan şu deyimi bir cümlenin içinde kullanıyordu: İşçilere yönelik saygısız ifadeler kullanılınca “Ne der kutsal kitabımız, işçinin hakkını alın teri kurumadan veriniz” Yine bir siyasetçinin konuşmaları için Halit Ziya Uşaklıgil’in “Aşk-ı Memnu romanına döndü.” ifadesini kullanmıştır Baykal, bir başka konuşmasında atasözlerini kullanmış “Taşıma su ile değirmen dönmez.” ifadesini kullanmıştır. “Ben kimseden değirmenime su taşımasını istemedim.” demiştir.

Toplum içinde hep söylerlerdi, bu Demirel halkın diliyle söyler, yazar, onlar gibi konuşur. Orta sınıfı kendisine bir şekilde bağlamıştır. Isparta ağzıyla konuşurdu. “Vaadı da biz mi yapmadıhh gardeşim?” “Yoğa yoh denmez.” Anadolu’ya seçim gezisine çıkan Süleyman Demirel, havaalanından meydana doğru ilerlerken ufak bir kasabada seçim otobüsünden yolda bekleyen insanları selamlamak için indi. Türk siyasi yaşamında fötr şapka ile anılan bir siyasetçiydi. “Baba bizi kurtar!” nidalarıyla yanına yaklaşan bir yurttaşın, fötr şapkasını ansızın elinden alıp kaçmasıyla ortalık karıştı. Biz neyle uğraşıyoruz adamlar neyle bee... O kızgınlıkla meydana geldi. Burası Erzincan Şehir Meydanı’ydı. Özal’dan hükümeti yeni devralmıştı. Yine meydan konuşmasını Türk Dili ve Edebiyatı’nın ustalığıyla süslemeye karar vermişti. “Geldiğimizde devletle milleti ‘saç saça, baş başa’ bulduk. Bu çocuğu ‘cami avlusunda’ bulur gibi kucağımızda bulduk” ve ekledi, “Anadolu’da genç bir evli, askere gider, geldiğinde evde bir çocuk görür ve sorar: ‘Bu çocuk kim?’ Karşılığında ‘Şuracıkta yoğurt yiyen çocuğa karışma aman bey.’ cevabını alır.  İşte Özal’ın bıraktığı enkazda bize bırakılan durum budur.” Meydan alkış seline döndü. Hemşerilerim, herkese bir cevabım vardır. Yüreğiniz yetiyorsa gelin.” Vazgeçilmez olan Isparta ağzı fıkralar, deyimler ve halk kültürüydü. Saddam Hüseyin’i uyaran bir konuşmasında şöyle diyordu: Sekiz aydır Kuveyt'ten çekil diye diye” dilimde tüy bitti” Aaa Saddam.

CHP lideri Kemal KıIıçdaroğlu, çocukluk döneminde halk hikâyeleri dinleyerek büyümüştü. Babası öyküleri anlattıkça sonrasında hangi kahraman, hangi konu geleceğini merakla beklediğini söyler: “Hele anlatımda hikâyeler “cenk”lere geldi mi heyecan ile halk hikâyesinin sonunu beklerdim.” Âşıkları, halk ozanlarını çok sevdiğini birçok kez belirtmiştir. Âşık Ali KızıItuğ’u hastanede ziyaret ettiğinde ondan türküler bile dinlemiştir. Ozan Âşık Mahzuni’nin “Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana dizeleri.” onun meydan konuşmalarının giriş bölümleri olmuştur hep. Çocukken dinlediği cenk hikâyelerinin kahramanlarından Abuzer Gaffari onun konuşmalarında ete kemiğe bürünür, Firavun’un karşısına çıkan bir Robin Hood olurdu. Babasının dilinden düşürmediği Yunus Emre’nin o sözü makam odasında büyük harflerle yazılıdır: “Sen doğru dur, eğri belasını bulur.” Kılıçdaroğlu, kimi folklorik ögeleri şu cümlelerle yansıtır: Sağ elin verdiğini sol el görmeyecek. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar. Onuncu köye gitmeye hazırız. Kılıçdaroğlu, hikâyesi olan şu halk kültürü motifini de kullanır: Süleyman sizsiniz, mühür sizin elinizde. Kemal Kılıçdaroğlu, Toroslar’da yaşayan Yörükleri ziyaretinde Mustafa Kemal Atatürk’ten de alıntı yapmıştır: Atatürk, gidip Toros Dağları’na bakınız, eğer bir Yörük çadırında duman tütüyorsa şunu iyi biliniz ki bu dünyada kimse bizi yenemez. Konya Şeb-i Arûs törenleri her siyasetçi için bir ilahiyat sınavı gibidir, özellikle Baykal ve Kılıçdaroğlu buraya hazırlıklı bir konuşma ile geliyorlar... Konuşmalarında tasavvuf edebiyatından, menkıbelerden halk kültüründe bilinmeyen örnekler verirlerdi... Uzun süre yankısı sürerdi...

Murat Karayalçın, Ankara eski Belediye Başkanıdır, konuşmalarına Tasavvuf Edebiyatımızdan bir alıntıyla Hacı Bayram Veli’yi anarak başlardı. Çünkü Ankara’nın Tasavvuf Edebiyatı sembollerinden bir tanesi Hacı Bayram Veliydi. Ondan bir dize aktarırdı. Âşıklık ve ozanlık geleneği vazgeçilmeziydi. Hatta Âşık Mahzuni bir dönem danışmanlığını da yapmıştır. MHP lideri Bahçeli’nin siyasetimize kattığı bir sözcük var. Rakiplerine meydan okumanın yeni adı “alayına birden” Bahçeli, kimi konuşmalarında Jön Türkler’in konuşan üreten yazarlarını sayıyor. Kimi zaman Mehmet Emin Yurdakul’dan Tunalı Hilmi’ye kadar uzanan uzunca bir yazar grubunu sayıyor, beslediğimiz kaynaklar diyor... Ama mitolojide Bahaeddin Ögel’in kitapları tek kaynak oluyor... Kimi zaman şair Bahtiyar Vahap Zade’yi kimi zaman Yunus Emre...

Özal; Yunus Emre’den, Mevlana’dan alıntılar ile konuşmalarına yer vermiştir. Özal’ın sık sık Mevlana’nın Mesnevi’sinden “Ne olursan gel, ister puta tapan...” dizeleriyle başlayan alıntılar yaptığına şahit olmuşuzdur. Kimi zaman ise “ Dün dünde kaldı Cancağızım artık yeni şeyler söylemek lazım” dizeleri görülür... Malatya ağzı içinde bulunan “ boyna”, devamlı karşılığıdır. Bu sözcüğü kullanırdı. Necmettin Erbakan siyasette kendine özgü konuşma şekli olan bir siyasetçi olarak biliniyor. Anadolu’ya seslendiğinde “Ey kasketli sana sesleniyorum” diye başlıyor. Aklını kullan sonra... Anadoluda uyarılar büyükler tarafında sert yapılır... Mizah unsurları vucut diliyle dile gelir... Bütçe konuşmalarıyla birlikte hesaplar gelir atasözleri gelir ve mizahla birlikte gülüşmeler başlar. Üfff tüfff deme... Sonra demedin deme... Siyasette meşhur tatlıyı, kadayıf tatlısını kullanabilen, onun üstünün kızarması ve altının kızarmasını siyaset içinde tartışabilen bir siyasetçi. Bu da halk kültürümüzün bir parçasıdır.

Erdal İnönü, halk kültürünün içinde büyümemiş bir fizik profesörüydü. Batıda okumuş. “Bugün evde temizlik var sinemaya gideyim ben en iyisi” diyebilen, “canım sıkıldı parkta bir gezinti yapayım” diyecek kadar özgürlüğüne düşkün, Kültür Müsteşarı Emre Kongar yakın dostu. Dil ve Kültür konusunda bilgi alışverişinde bulunuyorlar. Liderlik dönemleri koalisyon hükümetlerinin Başbakan yardımcılığı dönemine denk gelir. Hacı Bektaş-ı Veli törenlerine çok iyi hazırlanır. Halk edebiyatı alıntıları dikkat çekerdi. İki üç gün konuşulurdu. Hacı Bektaş’ta yaptığı konuşmasında tasavvuf edebiyatını ve folklorumuzu birleştirirdi. Yesevi ocağından “Güvercin donuyla barış barış” diyerek Anadolu’ya gelen “Hünkâr” hitabıyla konuşmasına başlar. Yine bir âşık atışmasında da Murat Çobanoğlu’yla Şeref Taşlıova’ya dönemin Kültür Bakanı Fikri Sağlar’la birlikte “Sevgi” ayağını verdiği bilinir. Bülent Ecevit; şair, yazar, aynı zamanda bir siyasetçi lider. Konuşmalarında halk edebiyatına ve folklorumuza genelde yer verirdi. Meydan konuşmalarında ve televizyon programlarında Karacaoğlan’dan Dadaloğlu’na kadar uzanan dizeler görürsünüz. Kimi zaman Yunus Emre’den, kimi zaman Hacı Bektaş-ı Veli’den, kimi zaman Mevlana’dan izler bulunur. Âşık Veysel ve Pir Sultan şiirleri onun vazgeçilmeziydi: “Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece.” Şiirlerinde, konuşmalarında halk edebiyatı motiflerini görürüz. “Pülümürün yaşsız kadını” şiiri buna örnektir. Yine Türkiye’nin yetiştirdiği halk edebiyatçılarından İlhan Başgöz, Ecevit’in yakın dostudur. Başbakanlığı döneminde Başgöz’ü ders verdiği Van’da ziyaret etmiş, bazı etkinliklere de katılmıştır. Folklor ve halk edebiyatı çalışmalarında Başgöz’ün bilgisine başvurmuştur. Zaman zaman âşıkları makamında kabul etmiş. Onları sazı ve sözleriyle dinlemiş, ozanları çağının tanığı olarak gördüklerini belirtmiştir. “Yüzyılları, bu günlere taşıyanlar” diye hitap etmiştir.  Bir başka siyasetçi Osman Bölükbaşı, anılarına bakıldığında halkın diliyle konuşan bir siyasetçi olarak toplum karşısına çıkar. Eski tabirle “ajans”larda halk tarafından izlenen ilk sıradaki siyasetçiydi. Konuşmasına başladığı zaman Anadolu kahvehanelerinde bir hareketlik ve sevgi gösterisi başlıyordu. Mitinglerinde konuşmaları sürekli alkış ve tezahüratlarla kesilen bir siyasetçidir. Konuşmasını halk hikâyeleriyle, masallarla ve türkülerle süslerdi. Konuşmaları bir oya dönüşmemiştir. Ama geniş halk kitlerinde karşılık bulmuştur. Bu yüzden milletvekili olduğu il, Meclis kararıyla ilçe yapılmıştır. Bu yüzden Ulucanlar ’da yatmış, milletvekilliği düşürülmüştür. Ama bu konuşmaları yine Anadolu’dan, halkın içinden bir ifadeyle “başağı bol, denesi az” olarak değerlendirilmiştir.

Ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, şiir okuyabilen bir insan. Bizim siyaset kültürümüz içinde şiiri sadelik içinde okuyabilen Bülent Ecevit ve Erdoğan. Tayyip Erdoğan konuşmalarında daha çok şair Mehmet Akif’e yer veriyor... Meydan nutuklarında gittiği ilin şiirinden, sözlü geleneğinden aktarım yapar ya da türkülerinden örnekler verir, kendisi okur. Bölgenin ünlü bir yazarından bir paragrafı okur ya da yorumlar... Diksiyonu ve anlatımı birbirini tamamlıyor... Şair Necip Fazıl, konuşma metinlerinde vardır. Karadeniz ağzını iyi bilen liderlerdendir. Rize’de yaptığı mitinglerde bunu görmek mümkündür.

Şimdilerde halk kültürü siyasette az kullanılıyor. Kavga, kamplaştırma devam ediyor. O yüzden siyaset, folklorumuzdan uzaklaştıkça halkta karşılık bulmuyor.

Edebiyat Gazetesi’nin Sekizinci Sayısı Yayında

Genel Yayın Yönetmenliğini Yücel Aydın’ın yaptığı Edebiyat Gazetesi’nin manşetinde Cansu Işık’ın “Tanzimat Edebiyatı Geçişte Bir İz mi Yoksa Canlanmanın Tercümesi mi?” başlıklı yazısı yer alıyor. Söyleşi bölümünde, yazar Kadir Ersoy ile mizah türünde eserler hakkında konuşuldu. 

Edebiyat Gazetesi

Editörlüğünü Veysel Altunbay’ın üstlendiği Edebiyat Gazetesi’nin eylül sayısında Edebiyatımızda Atasözleri isimli yazısıyla Fırat Kasap, Siyaset Dili ve Edebiyatı isimli yazısıyla Umut Özkan, Like Kuşları isimli yazısıyla Hüseyin Avni Cengiz, Arka Bahçe isimli yazısıyla İsmail Hilal, Dolunay Çiçeği isimli şiiriyle Harun Tınas, Aşkın Özlemi isimli şiiriyle Mehmet Sayan, Homo Deus-Yarının Kısa Bir Tarihi isimli kitap değerlendirme yazısıyla Deniz Boyraci yer aldı.  Çıktı alınıp okunabilen Edebiyat Gazetesi’ni edebiyatseverler çevrimiçi olarak Magzter, Google Play Kitaplar ve edebiyatgazetesi.com üzerinden de ücretsiz okuyabilirler. Gazeteyi cihazınıza indirip okumak için tıklayınız.

1932-2024 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447