Halil İnalcık, Tanzimat’ın, Osmanlı İmparatorluğu dâhilinde egemen Müslüman tebaa ve Hristiyan kavimler arasındaki ilişkilerin bir safhası olarak düşünüldüğünü belirtmiştir. Osmanlı İmparatorluğu, Batı uygarlığı adını verebileceğimiz “kültür” bütünüyle hiçbir zaman ilişkisini kesmediği yorumu getiriliyor. Osmanlı romanı, “Türk modernleşmesi” kaynağı olarak, edebiyat alanında yazarlar; en çok, “sokak, kadın ve toplumsal cinsiyet rolleri, üst sınıf erkeğin Batılılaşma karşısında aldığı tutumlarla” ilgili olarak hem dönemsel canlanma hem de değişimlerle toplumsal geçişi aktarmaya başlamışlardır.
Osmanlı kadınının toplum içerisindeki görünümünde 19. yüzyıldan itibaren değişmeler başlar. Her ne kadar değişim ve dönüşüm kökleri farklı kelimeler olsa da, Osmanlı toplumundaki “çağrışım” alanlarını aktarmak açısından edebiyatın kültürel işaretlerinden şimdiki zamana “canlanma” arayışının nereye denk düşeceğini izler ve izletir. Okur-yazar oranının artmasıyla kadının kimlik arayışı da hızlanır. Osmanlı seçkinleri arasında, modernleşme hareketinin ilk zamanlardan beri kadınların özgürlüğe kavuşmalarını konu alan yayınlar arasından başladığı yorumlanmakta ve aktarılmaktadır. Aktarmaya çalışacağım eserler, Osmanlı toplumunun “kimlik ve kültür” alanını anlamak açısından önem taşımaktadır. Bu eserler, Samipaşazade Sezai’nin “Küçük Şeyler” adlı hikâyesi, Şemseddin Sami’nin “Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ı” adlı romanında geçişin izleri konu olarak yer alacaktır. Geçişte bir iz mi yoksa canlanmanın tercümesi mi?
Samipaşazade Sezai, “Küçük Şeyler”
“Dünyada bir zerre yoktur ki güzel yazılmak şartıyla bir mevzu-i mühim addedilmesin”
Yazar küçük şeylerin, ayrıntıların önemini vurgular. Der ki: “Alem-i şemsin ahvalini tasvir etmekle bir hurdebini böceğin kalbini teşrih eylemek edebiyatça müsavidir.”
“Küçük şeyler” i anlatmaya neden olan duyarlılık nasıl tanımlanabilir? İlk hikâye örneği olma özelliği gösteren eserde, “kaygı, özlem, hayal kırıklığı, sıkıntı, aşk acısı içinde yaşayan âşık, esnaf, cariye, bekçi, oyuncu, mahalle kadınları, gençler, tiyatro seyircileri, sokak adamları” gibi kalabalık bir kadroyu anlatmıştır. Bu kitap, Servet-i Fünun yazarlarını da etkilemiştir. Samipaşazade Sezai’nin (1858-1936), 1890 yılında yayımlanan ve biri çeviri olan mukaddime ile birlikte sekiz metinden oluşan “Küçük Şeyler” adlı kitabı, edebiyat tarihinde “Batılı” anlamda öykü türünün ilk örneği olarak geçmektedir. Nihat Sami Banarlı, kitabın “realist Fransız edebiyatının” etkisi altında olduğunu belirtmiştir. Daha sonrası için “Hürriyet” çağrışımlarının ve seslerinin duyulmasına da yarayacaktı.
“Bu Büyük Adam Kimdir?” adlı hikâyesinde, anlatan, akşamüzeri, çoğu kere, Taşkasap’tan Beyazıt’a kadar yayan gidip gelir ve gezintiye çıkar. Akşam gezintilerinin ona tanıttığı bir adamdan bahseder:
“-Bu büyük adam kimdir?“ diye sordum. Bu soru sebepsiz değildi. Çünkü adamın her hal ve tavrını o günlerde Fransızca hocamızdan okuduğum “Büyük Adamların Hayatı” adlı kitabın tariflerine ve nitelemelerine tamamıyla uygun buluyordum. Kıyafeti (Kıyafet ilmi olarak bahseder) ve tavırları ile kitaptaki anlatıyı hatırlatan bu adam, onun Victor Hugo mu yoksa Rousseau mu olduğunu mu bile düşündürmeye başlar.
Bu büyük adamın yırtılmış yakasını düzelterek, çamurlar içindeki “fesini” giyerek, Aksaray’da karanlık sokaktaki ilim yuvası olan evine, o perişan haliyle girdiğini görmek gerçekten pek dokunaklıydı.
Erkeğin kılık kıyafeti hakkında bilgilendirmede bulunmaktadır. Hikâyenin sonunda yazar, şairlerin, bilginlerin en büyük eserlerinin ümitsizlik ve öfke durumlarında yazdıkları olduğunu belirtmiştir.
“-Victor Hugo’nun bir eseri, J.J. Rousseau’nun Emile’i öyle bir zamanda kaleme alınmamış mıydı?
“Niçin bu sokağın karanlığından bir bilgi güneşi doğmasın?” diyerek, yazar haykırır.
Bu hikâyede, anlatı hep sokakta geçer. Geniş mekân olarak metin İstanbul üzerine kuruludur. Hikâyede büyük adamın okuma yazma bilmeyip, gizliden cahilleri de suçladığı görülür. Ve tütüncüye mektup okutur. Bu hikâye, bir çocuğun hayal dünyasında şekillenir.
“Hiç” adlı hikâyesinde ise, yirmi yaşındaki bir gencin ömrünün mücadele ile geçmesi üzerine, annesi ile kız kardeşinin geçimi için gündüzleri simsarlık, mağazalarda satıcılık, matbaalarda işçilik eder, geceleri de tapu doldururdu. Annesine ilaç almak için fedakârlığı üstelenir. Yaya olarak yola çıkar. Arkadaş olduğu birkaç kişi onu, Hristiyan bir kızla tanıştırır. Soru sormaya başlar:
“…Etrafındakilerin haline vakıf oldukları için ettikleri zorlayıcı ricaya karşı bir kere kalkıp yine oturdu. Setresini iliklemek, fesini düzeltmek istediyse de eli titrediği için başaramadı. Hep bu hareketleri kadınlara has olan meraklı bakışlardan geçmişti. Bir dakika sonra hep birlikte konuşmaya başladılar. Kız ara sıra kendisine de hitap ederek birçok sorulara girişti. Paris’e gitmiş miydi? Londra’yı görmüş müydü? Operayı dinlememiş, vodvili alkışlamamış mıydı?”
Zavallı genç kahkahalar arasında hayal kırıklığıyla ayrılır.
“Meğer o eşitlikçi tebessüm, kendisine değil, bütün âleme, bütün eşyaya aitmiş.”
…
Şu kelimeyle sona ermez mi: “Hiç”.
“Düğün” adlı hikâyede, Dilsitan adlı on dört-on beş yaşlarında güzel bir odalığı (cariye) anlatır. Genç kız Behçet Bey ile evleneceğinden emindir. Ancak, Dilsitan, Behçet Bey’in, zengin bir ailenin kızı olan Sitare Hanım ile evleneceğini öğrenince bayılır. Dilsitan histeri krizleri geçirir ve göğsündeki ağrılardan şikâyet eder. Genç kız veremdir. Behçet Bey, düğün masraflarını karşılamak ve dedikoduları önlemek için Dilsitan’ı satılığa çıkarmaya kalkarsa da, “satılmak için vücuden mükemmel olması lazım gelen Dilsitan’ın bir ciğeri eksiktir. Artan öksürükleri herkesi ve özellikle Bey’i rahatsız ettiği için, kızı evin ücra köşesinde rutubetli bir odaya yatırırlar. Düğün gecesi üst katta Behçet ile Sitare’nin evlilikleri kutlanırken, alt katta Dilsitan can çekişmededir. Hikâyede yine kadınların kılık kıyafeti ile de bilgi verilmektedir:
“-Dilsitan Kalfa? Sen bizim gelin hanımı görmedin mi? Ben hanımla beraber komşunun düğününde gördüm. Ne güzel, ne güzel. Behçet Bey yaşmaklı görmüş, hep böyle bayılıyormuş.”
“Ocak”, özellikle Fatih Sultan Mehmet dönemi sonrasında, kadın ile erkeğin yaşam alanlarını birbirinden kesin bir biçimde ayıran hane anlayışına terk etmiştir. Erkeklere özgü olarak yapılandırılan “Selamlık” ve kadınların yaşam alanı olarak biçimlendirilen “Harem” olarak.
Bu dönemde devlet, kadınların giyim ve kuşamlarını önemli bir sorun haline getirmemekteydi. Ancak, Tanzimat dönemi ile birlikte, kadınlar, artık Batı’dan esinlenerek oluşturulan hukuk çerçevesinde tanımlanmaya başlandı. Bazı yorumculara göre, kültürel ve siyasal ayrışmalar, kadın haklarının çerçevesinin bazı çevrelerde hassasiyet yarattığını özellikle belirtmiştir. Bu bağlamda Küçük Şeyler adlı hikâye kitabında Müslüman ve Hristiyan kadını ayrımına gidilmiş, Müslüman kadının yaşamı ve giyimi hakkında kısa bilgiler betimlenmiştir. Hikâyenin üslubundan dolayı, yani şiirsel anlatım hayal kırıklıklarının ifade edilişi “edilgenliğin” önüne geçmiştir.
Şemseddin Sami, Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat
Eser ilk roman olma özelliği göstermektedir. Aşk ve modernleşme tarihimizin geçmişi iç içe geçmiş bir roman olmasıdır. Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat (1875), Şemseddin Sami’nin yirmi iki yaşında kaleme aldığı bu eser Türk edebiyatında ilk roman denemelerinden olması özelliğiyle Batılı roman tarzının bazı temel unsurlarını getirmesi bakımından edebiyat tarihimizde önemli bir yere sahiptir. Bu romanda gençlerin birbirleriyle istemeden evlendirilmelerinin doğuracağı kötü sonuçlar üzerinde duruyordu.
“-Ah biçare karılar! Bizi hiç insan sırasına koymazlar! Babalarımız, istedikleri adamlara bizi hediye verircesine verirler. O adamların tabiatını hiç sormazlar. Biz o adamlarla geçinecek miyiz? Bize ne derler, “işte seni filanca adama vereceğiz. Biz sükût ederiz. Ama gönlümüz ne der?”
“Yarın öbür gün beni mektepten alacaklar. Yaşmak, ferace, bilmem ne giydirecekler. O vakit nasıl görüşeceğiz?”
Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ta olaylar ağırlıklı olarak ev içinde geçmektedir ve anlatımlar buna bağlı olduğu için daha çok ev içi tasvirleri yapılan eserde dış çevreye ve tabiata çok az yer verilmiştir. Aşk daha çok insanın doğası yani şahsı ve hürriyeti ile bağdaşmaktadır. Ailenin gençler üzerindeki aşırı baskısı incelenmiştir. Bu eserde de, Rıfat Bey’in 11 yaşında Gülizar adında cariyesi vardır. Bu eserin de eski-yeni kutuplaşmaları ve bu kutuplaşmalar etrafındaki polemikleri de barındırmaktadır. Mektepli-mektepsiz ayrımı ve gelenekler içindeki yeri Saliha Hanım’ın bakışından anlatılır:
“-Mektepten nasıl çekileceğim? Nasıl yapacağım? Ben cahil kalacağım diyerek ağladım, sızladımsa da fayda vermedi. Pederim:
-“Ona merak etme kızım. Ağlama kuzum. Bu adettir. Kız on –on bir yaşını geçtiği gibi yaşmaksız, feracesiz sokağa çıkamaz. Biz âdetin haricinde nasıl hareket edebiliriz? Herkes sonra bize gülecek. Ama derslerini merak edeceksin. Senin derse sevdan olduğu vakitte kendi kendine de bildiğini iletebilirsin. Ben de sana bazı defa ders verebilirim. Ne yapalım? İşte hala kızlar için mahsus mekteplerimiz, kadın hocalarımız yok ki… Erkek mektebine on beş yaşında bir kız nasıl gidebilir, diyerek bana teselli vermek istediyse de benim asıl keder ettiğim şey Rıfat Bey’in müfarakati olduğundan, hiçbir vechile müteselli olamadım. Tenha bir yere çekildim. Ağlamaya başladım.”
Geleneksel yaşam ile modern yaşam arasında derin bir uçurum ortaya çıkmıştır. Değişimin izleri, Batılılaşmak ya da modern olmak bir zihniyet meselesiydi artık. Hayli farklı bir geçiş dönemi olarak görünse de Tanzimat, modernleşme dinamiklerinin “kültür, kimlik” gibi statik olmayan dönüşüm alanlarındaki “çağrışım” manzarasını şimdiki zamanlara geçişte bir iz mi yoksa canlanmanın tercümesi mi sorusunu sormayı gerektiriyor.