İlçeye bir hafta boyunca yoğun kar yağmıştı. Sıcaklık sıfırın altına inmiş, saçaklarda kalın buz sarkıtları oluşmuştu. Şehir içi yollar karla kaplandığı için çocuklar ancak büyüklerce açılan yollardan yürüyerek okula gidebiliyorlardı. O sabah ilçenin devlet veteriner dairesinde yoğun bir çalışma vardı. Resmi araca bir yandan malzemeler yükleniyor bir yandan da lastiklere zincir takılıyordu. Sonunda hazırlık tamamlandı ve eski model araç yola koyuldu. Araçta bir veteriner hekim, bir teknisyen bir de şoför vardı. Aldıkları ihbar üzerine yakındaki bir köye hayvan aşılamasına gidiyorlardı. Araba bir süre ilçenin nispeten açık olan sokaklarında yol aldıktan sonra şehirlerarası yola girdi. Yol kar makineleri ile açılmış ve tuzlanmıştı. Bir süre de bu yolda giden araba kardan zar zor görülebilen köy tabelasından sağa saptı.
Başlangıçta açık olan köy yolu birden gözden kayboldu. Şoför işi gereği defalarca o köye gittiği için karla kaplanmış yolda kendinden emin bir şekilde ilerliyordu. Güneşin vurduğu kar örtüsü demiri bir renk almıştı. Gözle görülebilen uzaklıkta ne bir ağaç ne de bir yerleşim yeri vardı. Manzara gerçekten de görülmeye değerdi. Dışarıda hava çok soğuktu. Şiddetlenen rüzgâr eski arabanın kapı ve pencere pervazlarından içeriye giriyordu. Araba uzunca bir süre karla kaplı arazide yol aldı. Uyarılara rağmen şoför dönmeyi kabul etmiyor, ısrarla köye gidebileceğini söylüyordu. Hareketten beri neredeyse iki saat geçmişti. Birden ön sağ teker bir kar çukurunun içerisine girdi. Şoför bir süre gaz verip tekerleği kurtarmak istediyse de başarılı olamadı. Tekerlek daha çok kara ve çamura saplandı. İçeridekiler dışarıya çıkıp arabayı itekledilerse de bir sonuç alamadılar. Tekrar içeriye girip çaresiz bir şekilde beklemeye başladılar. O yıllarda cep telefonu olmadığı için kimseye haber veremiyorlardı. Hava iyice soğumaya başlamıştı.
Isınmak için araba çalışmak zorundaydı. Bir süre sonra arabanın yakıtı da bitti. İçeridekiler çaresizce yanlarına aldıkları battaniyelere sarındılar. Soğuk iyice artmış katlanılamaz bir hale gelmişti. Bir an için donup ölecekleri akıllarına geldi.
Tam umutlarını kaybetmek üzereydiler ki arkadan iki jandarmanın bir eşeği önlerinde sürüyerek kendilerine doğru geldiğini gördüler. Sevinçten ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Hemen arabadan indiler ve el sallamaya başladılar. Jandarmalar da onları fark etmişlerdi. Her iki taraf sevinçle kucaklaştılar. Jandarmaların söylediğine göre köy hemen önlerindeki tepenin arkasındaydı. Çalıntı eşeği köydeki sahibine götürüyorlardı. Arabayı orada bırakıp hep birlikte yola çıktılar. Neredeyse yarım metreye varan karlara bata çıka bir saatte köye ulaştılar. Köy yaklaşık otuz haneden oluşuyordu. Evlerin çatıları ve yollar karla kaplıydı. Dışarıda ne bir insan ne de bir hayvan görünüyordu. Doğruca köy odasına yöneldiler. Erlerden biri haber vermek için muhtarın evine yöneldi. Köy odasına girdiler. Kimse olmadığı için oda çok soğuktu. Odanın ortasında büyükçe bir odun sobası duruyordu. Yerde hasırdan örtüler seriliydi. Kare şeklindeki odanın etrafını halı minder ve yastıklardan oluşan sedirler kaplamıştı. Köşedeki büyükçe masanın üzerinde bir küçük tüp ve çay malzemeleri duruyordu.
Masanın altında ise odunlar düzenli bir şekilde istif edilmişti. Duvarda bir Atatürk resmi ve birkaç manzara tablosu asılıydı. Bir süre sonra muhtar yanında bekçi ile odaya geldi. Muhtar konuklarına hoş geldin derken bekçi sobayı yakıp çay demlemeye koyuldu. Ortalık yavaş yavaş ısınmaya başlamıştı. Bu arada haberi alan köylüler de teker teker odaya gelmeye başlamıştı. Kısa zamanda köy odası insanlarla dolmuştu. Bir yandan çaylar içilirken bir yandan da aralarında koyu bir sohbet başlamıştı. Böylece saatler geçti ve kış olduğu için hava kararmaya başladı. İşleri ertesi güne kalmıştı. Yapacakları iş salgın hastalığa yakalananları tespit edip itlaf etmek, hastalıksız olanları ise aşılamaktı. Sobanın ısısından ve yorgunluktan olacak erkenden uykuları gelmiş, esnemeye başlamışlardı. Bir ara bekçi elinde bir tepsi yemek ile odaya girdi. Bu arada köylüler izin isteyip ayrıldılar. Yemeklerini yediler ve bekçinin serdiği yer yataklarına yatıp derin bir uykuya daldılar. Sessizlikte sadece sobada yanan odunun çıtırtısı duyuluyor, alevi odayı ışıl ışıl aydınlatıyordu.
Ertesi gün horoz sesleri ile uyandılar. Dünün yorgunluğundan eser kalmamıştı. Hemen bir çay demleyip muhtarın akşamleyin getirdiği gözleme ile kahvaltı yaptılar. Dışarıda güneşli bir hava vardı. Muhtar gece evin önündeki karları küretmişti. Traktörün çekip getirdiği arabaları evin önünde duruyordu. Önlüklerini giydiler, aşıları ve gerekli malzemeleri çantalarına koydular. Bu arada muhtar, bekçi ve birkaç köylü de gelmişti. Muhtarın rehberliğinde köyün içinde ilerlemeye başladılar. Bekçi zaten küçük olan köyde hayvanlara aşı yapılacağını kısa zamanda herkese duyurmuştu. Mevsim kış ve kar diz boyu olduğu için hayvanların tümü ahırlardaydı. Bir ahıra giriyorlar, sığırları muayene ediyorlar, hasta olmayan hayvanlara aşı yapıyorlar, hasta olanları ise itlaf edilmek üzere karantinaya alıyorlardı. Girdikleri bir ahırda iki inek, üç düve ve iki öküzün hasta olduğunu tespit ettiler. Hayvan sahibi kadın ile konuştuklarında daha önce yine köye gelen ekibe hayvanların aşılatılmadığını öğrendiler. Muhtarla konuşup hayvanların hepsinin itlaf edileceğini yani zehir enjekte edilip öldürüleceğini söylediler. Evin reisi hastaydı ve ildeki hastanede yatıyordu. Evde bir kadın ve bir de kızı vardı. Komşular ahırın yakınına çukur kazmaya başladılar. Hayvan sahibi anne kız başlarına geleceği anlamışlardı.
Çukurun başına oturup ölülerin arkasında yakılan ağıtlar gibi ellerini dizlerine vurarak ağlıyorlardı. Hasta hayvanlar zehir enjekte edilip öldürüldüler ve kazılan çukura atıldılar. Üstlerine kireç dökülüp çukur kapatıldı. Annenin feryatları daha da artmıştı. Bir yandan ağlıyor bir yandan da “ Hayvanlarım olmazsa ben ne yaparım. Hasta kocamın bize hiçbir yararı yok. Oysa hayvanlarım ailemin geçimini sağlıyordu. Keşke kocam ölseydi de hayvanlarıma bir şey olmasaydı.” diye bağırıyordu. O gün akşama doğru işlerini tamamladılar ve iş makineleri ile açılan yoldan salimen ilçeye döndüler. Geriye gözü yaşlı anayı ve kızını bırakmışlardı. Kadının ağıtı bir türlü kulaklarından gitmiyordu. Köylünün nazarında hayvanın insandan daha değerli olduğunun somut bir örneğini yaşamışlardı.