Müziksiz bir hayat düşünülebilir mi? Müziksiz yaşam hatadır der Nietzsche. Müzik kavramı insanlık tarihiyle yaşıttır. İnsanoğlu ürettiği müzik türleriyle saraylara da konuk oldu, şehrin arka sokaklarına da. Kent kültürünü bizlere bin bir emekle üretilen “müzik” yansıttı. Kuşaktan kuşağa aktarılarak bugünlere kadar gelen müzik. Yaşam içinde kutsanmış ve kişileştirilmiş dinamik bir kültür ögesi oldu. Kimi zaman anonim bir türkü oldu, kimi zaman bir şairin dizelerinde şarkı oldu. Anadolu’da ise bir “âşık atışması” ile gönlümüze girdi. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun o güzelim dizeleriyle “Ana sütü gibi candan ve ana sütü gibi temiz” türkülerimizi hep başucumuzda sakladık. Sözlü kültürümüzün zaman içinde müziğimize yansıttığı birçok eser var. Bunlar Fazıl Say, Hikmet Şimşek ve Rengin Gökmen… gibi ustaların da katkılarıyla klasiklerimiz arasında yer aldı. Müziğin bu topraklardaki serüveni hep konuşuldu, tartışıldı. Ülkemizde müzikte kategorize edildi: Varsıllar “saray” müziği dinler ve onu sever denildi. Anadolu’da çalınıp söylenen halk müziği ise dar gelirlilerin, yoksulların dinlediği müzik olarak tanımlandı. Kentlilik ve şehirleşme süreçleri müzik sınıflandırmalarında etkili oldu. Bu yüzyılda bu değerlendirme doğru mu? Tartışılır…
Bu topraklarda müzik türleri içinde “benzeşmek” zaman zaman “aynılaşmak” bir zenginlik olarak görülmedi. Müzik ile elitist, seçkinci, halktan uzak kavramını açıklamaya çalışıyorlar. Caz dinler, sanat müziğinden hoşlanır, klasik müzik sever… Müzik tarihçilerinin araştırmasına bırakacağımız çok şey var, diyeyim geçeyim. Müzik evrensel anlayıştan uzaklaştıkça sığ, marjinal kalıyor. Geniş halk kitlelerinde karşılık bulmuyor. Müziği taş plaktan ya da radyodan dinlemek insanı o kadar dinlendiriyor ki, her şeyi unutuyorsunuz. Renkler ve zevkler tartışılmaz tabi. Taş plağın o çıtır çıtır sesi ile sanat müziğine kulak veriyorum. Ne avamı? Ne zengini? İnsan için yaşamın, aşkın, sevginin, estetiksel anlatımı…
Kimi zaman, akşamın ilerleyen saatlerinde radyo dinlerim. Babadan kalma antika olan. Evimizin demirbaşı. Kulağım müzikte. Bir kitap alıyorum elime. “Bir acı kahvenin 40 yıl hatırı var.” derler. Şimdiler de o da yalan oldu. Kahvem fincanımda; kitap dostumla konuşuyorum. Bir yandan da kulağım müzikte, radyoda ,“Şimdi sözleri Yaşar Nabi Nayır’a ait olan eserle, mikrofona, Ziya Taşkent geliyor anonsuyla kitap ile olan sohbetime kısa bir ara veriyorum. Kulağımı veriyorum, dinliyorum. Bu güzel eseri dinledikten sonra” İnsan için aşk, sevgi, vefa... Bu kavramlar evrenseldir. Yoksulu, zengini, orta gelirlisi için de böyledir. Müzik bunları “estetik” olarak yansıtan araçtır, hangi türden olursa olsun’’ yorumunu yapıyorum kendi kendime. Ardından radyomuzda “ Şair Orhan Seyfi Orhon’un Veda adlı şiirinden bestelenen şarkı” sonra “Bir bahar akşamı rastladım size” ile mikrofona Münir Nurettin Selçuk geliyor. Şimdilerde her şeyde ayrıştırma var. Edebiyatımızda, tiyatromuzda, müziğimizde bundan nasibini aldı. Bu yüzyılda güncelliğini kaybetmiş çalışmalarla, eğitim durumuna ya da ekonomik, sosyal konuma göre müzik kategorilerini belirliyorlar. Ülkemizin birçok ilinde, ilçesinde Edebiyat Öğretmenliği yaptım. Fakülte yıllarımdan bilirim. Anadolu’dan gelen birçok arkadaşım öyle yüksek gelir sahibi falan değillerdi. TRT’de pazar günleri Şef Hikmet Şimşek yönetimindeki klasik müzik konserlerini birlikte kaçırmazdık. Şef Şimşek’in yönetimindeki orkestradan Adnan Saygun’un Yunus Emre Orotoryasını dinlemek ayrıcalıktı. Bunun yanında da Antep’ten getirdikleri “barak” yerel seslerini dinlerdik…
Ülkemizde halk müziği tarihi de özel bir uzmanlık konusu. Muzaffer Sarısözen ile başlayan, sonrasında devam eden, bugünlere kadar gelen “derleme tarihi” var. O günler aklıma geldikçe gözümün önüne bir fotoğraf gelir: Bu siyah beyaz görüntüde; bir faytonda Macar müzikolog, derlemeci Bela Bartok ve Ahmet Adnan Saygun hemen görülür. Omuzlarında makaralı bir teyp vardır. Türküler için Anadolu yollarındadırlar. Ustalardan bizlere miras kalan repertuvarda sayısız sanat müziği eseri vardır. Halk müziği yapıtları ise sözüyle, hikâyesiyle, enstrümanıyla, derleyicisiyle…
Eğitimle kazandırılması gereken her davranış “seçkinci, elitist” gibi sözcüklerle boğuluyor. Mozart’ın Türk Marşı ya da Ravel’in bolerosu, Vivaldi’nin Dört Mevsimi üzerine dinleyicinin beğenisi bu tür müzikle erken tanışmamasıyla ilgili bir olgu.
"Bayburt Bayburt olalı böyle ceza görmedi’’ diye bir klasik müzik hikâyesi uydurursan, günümüze taşırsan bir müziği kuşaklar tanımadan yok edersin. Radyoda tasavvuf müziği var, kulağıma o kadar hoş geliyor ki “Bu nedir?” Baktım sözler Pir Sultan’ın “Güzel Âşık”. Usta malıysa ürün her zaman alıcı buluyor. Halk müziği tarihi bu toprakların tarihidir. Nasıl unutulur? Atatürk’ün 1924 yılından itibaren başlayarak Anadolu’ya halk müziği derlemeleri için heyetler gönderdiği ve bu heyetlerde kimlerin olduğu isim isim bellidir, TRT kayıtlarında bulunmaktadır. 1936 yılında Macar besteci Bela Bartok’u halk müziği derlemeleri için Türkiye’ye davet ettiğini, Adnan Saygun’un, Ulvi Cemal Erkin, Halil Bedii Yönetken, Muzaffer Sarısözen gibi müzik adamlarının yıllarca Anadolu’yu karış karış gezdiğini… Hepsinden önce Yaşar Kemal’i okusalar anlarlar,’’ Yaşar Kemal’in gür sesinden “Mezarımı derinde kazın.” Ya da İnce Memed Ağıtını dinleseler Zülfü Livaneli’den… İşte okul olan TRT orada. Cumhuriyet’in ilk kuruluş döneminde “Âşık Veysel’i Ankara’ya sokmadılar.” Tartışması yıllardır yapılır. Bu dönem üzerinden halk müziği eleştirisi de yapılır. Âşık Veysel’e bu dönem içinde haksızlıklar yapılmadı diyemeyiz. Ahmet Kutsi Tecer anılarında : "Yaşar Kemal’i aradım, bakan ile görüş Âşık Veysel dağlardan aşağı indiğinde sazını kırıyorlar. Jandarma sazına el koyuyor…
Bu topraklarda iyi ile kötünün mücadelesi hiç bitmedi. Takvimlerimizin yaprakları bu karanlık hikâyelerle doludur. Bırakın insanlar neyi dinlerse dinlesin. Aşkı, sevgiyi, dostluğu, barışı; türkülerden, şarkılardan, konçertolardan, aryalardan dinlesin. Bunu elitist, avam gibi içi boş yaldızlı sözcüklerle boğmayın, küçültmeyin, değersizleştirmeyin. Müzik her insanın gıdasıdır, unutmayın.