Gözlerimi açıyorum. Bir yanımda anneannem bir yanımda dedem var. Aralarında uyumuşum. İkisinin sıcaklığı içinde uyanıyorum. Balkondan bahçeye bakıyorum. Bahçenin sağında elma ağacı, sol başta ise incir ağacı var. Kafamı kaldırınca iki dayımın kafa kafaya verip yaptıkları beş katlı binayı görüyorum. En büyük teyzemin evi ise sağ yanımızda duruyor. Bir arada yaşadığımız bu yer eskiden Antakya ‘ya şimdi ise Defne ‘ye bağlı Temiz sokak. Çocukluğum bu sokakta ve sokağın sonundaki minik yokuştan bu saydığım evler arasında mekik dokuyarak geçmişti. Anneannem bahçesinde küçük bir bostanda sebzelerini yetiştirirdi. Bahçenin eve yakın tarafı ise çiçeklere ayrılmıştı.
Sardunyanın çiçeklerini kopardığımda hemencecik fark edip beni azarlaması gözümün önüne geldi bile. Anneannem zaman zaman, bize çocukluğunda kendisine anlatılmış olan, çok eski Antakya’nın yaşadığı deprem hikâyelerini de anlatırdı. Anneannem hiçbir büyük depremi yaşamamıştı fakat depremlerin yıkıcılığının izleri onun hafızasında toplumsal hafızadan beslenerek yaşama fırsatı bulmuştu. Deprem anlatıları aslında gelecekte yeniden yaşanma olasılığı yüksek olan felaketlerin tedbirini salık veren öğütlerdi. Anneannem evin önündeki avluda oturup çiçeklerini izlemeyi severdi. Akşamları güneşi yolcu etmek için şimdiki Uğur Mumcu Bulvarı olan Hanı Çayı’na kadar uzanan zeytin, elma, portakal, armut ağaçlarının olduğu bahçelerden ve geniş buğday tarlalarından yürürdük. Sonbaharda buğday başaklarının sarı tonları arasında kuzenlerimle oynadığımız saklambaçlar çocukluğumun en tatlı anılarıdır.
Gün batımında dereye taş atmak ve dedemin kendisi gibi fötr şapkalı arkadaşları ile sohbetini dinlemekti akşamüstü denilen zaman dilimi, sıklıkla benim dünyamda. Yaş aldıkça kendimi bu denli mutlu ve hafif hissettiğim sokağımın, mahallemin, şehrimin betona yenik düşmesini izledim.
Tarlalar, bostanlar, bahçeler birer ikişer yerini müteahhitlere yaptırılan apartmanlara bıraktı. İlk farkındalıklarımı edindiğim yerler birer birer elimden kayıp gitti. Depremden çok önce betonlaşma, masal kentimi kemirmeye başlamıştı. Gözlerimi açıyorum. Samandağ‘da Aknehir Köyü’nde büyükbabamların evindeyim. Uyuduğumuz oda Asi Nehri kıyılarına uzanan bahçeye bakan, büyük avluya açılıyor. Uyanıp avluya çıkıyorum. Yüzüme portakal ve mandalina kokuları hücum ediyor. Beklenmedik bir mutluluk hissi kaplıyor içimi. Avlunun köşesindeki muslukta yüzümü yıkıyorum. Musluktan akan su, tertemiz dağ suyu…
Sabah yürüyüşlerimize meyve ağaçları, sebze bostanları ve Asi’nin (Orontes) çağlayan suları eşlik ediyor. Dün gece yağan yağmurun sesiyle dedemin dua okuyan sesi birbirine karışmıştı. Bu sabah ise köyün sessizliği Asi’nin melodik sesi ile dinginlik ve huzur duygusunu tamamlıyor gibiydi. Aknehir köyünün tepelerinden birinde Saint Simon Manastırı, birinde ise Şeyh Grabi Türbesi bulunur. Saint Simon aslında Samandağ ilçesine adını veren Stilist bir rahiptir. Samandağ, Simon’un Dağı anlamından evrilmiştir. Babam manastırdaki havanın şifalı olduğunu söylerdi. Sanat tarihçisi akademisyen bir arkadaşımdan öğrendiğime göre manastırın yapıldığı yerde değişik dönemlere ve uygarlıklara ait olan şifa merkezleri buluntuları varmış orada. Zaten Saint Simon’da şifacı olarak biliniyor. İlginç olan babamın çocukluğunda bizim köyde yaşayan birçok şifacı kadının olduğuna dair anlatıların da olması. Saint Simon Manastırı yıllarca harabe halde bakım beklemişti. Babam çocukluğunda, arkadaşları ile manastırdaki mozaik taşları ile nasıl oynadıklarını, yurt dışından gelen araştırmacılarla nasıl iletişim kurduklarını anlatırdı. Köyün insanları zorda kaldıklarında ya da bir zorluğu geride bıraktıklarında Şeyh Grabi türbesinde adaklarını yapıp zengin fakir ayırmaksızın herkese hrisi dağıtırlardı.
Adak zamanı çocuklar için bayramdı. Çocuklar türbenin etrafındaki ağaçların arasında bahur dumanları, kokuları eşliğinde özgürce koşuşturup, oyunlar oynardı çocuklardan biri de bendim. Adak bitip bulaşıklar yıkandıktan sonra babamla dağ kekiği toplamaya çıkardık. Babam bu dağlardaki otların yıllarca toplanıp ilaç yapımında kullanıldığını anlatırdı. Geçen yıllardan birinde türbe ziyaretimiz sonrasında mezarda adı yazan kişiyi araştırmaya karar verdim. İspanya’dan Anadolu’ya gelmiş olduğunu öğrendiğim bu gezgin bilge, onu burada yaşayıp ölmeye ikna eden değerli bir şey bulmuş olmalıydı. Antakya ve Defne taraflarına taşınmış olanlar deprem sonrası köydeki tarlalarına çekildiler. Aknehir gibi Samandağ’ın birçok köyü, distopyadan kaçan çocuklarına, hiç gocunmadan, kucak açtı.
Gözlerimi açıyorum.7 Şubat 2023.Antakya ‘ya giriş yapar yapmaz yıkımın boyutları karşılıyor bizi. Enkazlardan kapanmış olan yollardan Defne Turunçlu Mahallesi’ndeki evimize ulaşmaya çalışıyoruz. Geri dönmek zorunda kaldığımız kavşaktaki enkazın başında beyaz kazaklı orta yaşlarda bir adam haykırıyor: ‘’ Allah’ım bize lütfen yardım et!’’. Yıkılan her binanın başında bir ateş yakılmış. Yakılan ateşlerin başında pijamalarıyla perişan insanlar ve enkazların arasından evlerine, sevdiklerine ulaşmaya çalışan arabalılar, çiseleyen yağmur…
Distopyanın içindeyiz. Beyaz kazaklı adama yardım edebiliriz ama internet çekmiyor. İnsanları buraya nasıl çağıracağız? Telefon edelim ama operatörler iptal! Yoldaki tüm sahipsiz hikâyelere şahitlik ederek çaresizce kendi kaderlerine terk ediyoruz. Armutlu ‘dan geçemiyoruz. Antakya gibi artık Armutlu da yok. Açık yollardan ilerlemeye çalışırken Uğur Mumcu Bulvarı’nda buluyoruz kendimizi. Çocukluğumun oyun alanına dikilmiş olan o tüm binalar, içindeki insanlarımızı da yutarak yok olmuş. Fransız yapımı eski köprümüz sağlamdı. Eski köprümüz restorasyon sonrası artık içselleştiremeyeceğim kadar bana yabancılaşmış olsa da yerinde duruyordu. Yenisi ise zarar görmüştü. Evet, bizim mahalleye ulaşmayı başardık. Annem, babam ve erkek kardeşim arabayla güvenli açık bir alana gitmişler. Nasıl oluyorsa telefon kısa süreliğine çekiyor da onlara ulaşabiliyoruz. İçimize su serpiliyor. Bizimkiler heyecanlanıyorlar. Daha henüz gece yaşadıklarını anlatmadan, yolculuktan gelen çocuklarına kahvaltı hazırlama telaşına düşüyorlar. Kendileri yaşadıkları şoku atlatamamışken bize çay içirmek istiyorlar. Olanları inkâr edercesine küçük sevinçlerine tutunuyorlar. Antakya, Defne, Samandağ, Kırıkhan…
Bağlantısı olan herkes birbirine ulaşmaya çalışıyor. Operatörlerin çalıştığı seyrek anlarda arama ve mesaj sesleri birbirine karışıyordu. Bizim arka sokakta ilkokul arkadaşım Ulaş ve ailesi enkaz altındalar henüz ve akşamın zifiri karanlığında Tülay Abla’nın kardeşi için yaktığı ağıtlar yüreğimizde onarılmaz yaralar açıyor. Bu şehre ne olmuştu? Benim çocukluğumun masal kentine ne olmuştu? Güzelim benim niye böyle bir başına yalnız bıraktılar seni! “Doğunun kraliçesi”, masal kentimiz Antakya’nın sesini duyan yok mu?
Deprem, çocukluğuma ait kayıtları yıktı. Fakat depremden çok önce başlayan bir yıkımdı bu aslında. Atalarımızın uyuduğu, bize ev olan topraklarımızda hırslarımız uğruna ağaçlarımızı keserken, daha yüksek daha büyük binalarda yaşamak dürtüsüyle tarlalarımızı betona boğarken distopya kentine dönüşmeye başlamıştık. Dünya beni yorduğunda dönüp içine sığındığım anılarımın kaleleri artık yok. Dahası o kayıtları paylaştığımız dostlarımız, arkadaşlarımız, sevdiklerimiz eksildi. Depremden bir gün sonra yollara düştüğümüzde arabada uyuya kaldığımda bir rüya gördüm. Rüyamda insanlar vardı, bir sürü insan… Hepsi mutlu, çığlık çığlığa eğleniyorlar, derelerde yüzüp şakalaşıyorlardı. İçlerinden biri bana dönüp ‘’ Biz bu topraklarda çok mutlu yaşadık, size ne oldu böyle?’’ dedi. Anlık bir farkındalıkla bu insanların dedelerimiz, ninelerimiz, atalarımız olduğunu anladım. Onların sevgileri, neşeleri, mutlu anıları, sevinçleri, bereketli sofraları topraklarımızın hafızasında yaşıyordu. Onların hatıraları bize yardım edebilir mi? Çocukluğumun masal kentini geri istemek yalnızca nahif bir iyimserlik hali mi?