Öykü: Gündüz Düşü

Edebiyat Gazetesi'nin on birinci sayısında yayımlanan Yazar Hüseyin Avni Cengiz'in Gündüz Düşü başlıklı öyküsünü sizlerle paylaşıyoruz.

“Nicedir zihnimde bir kasaba canlanıyor. Belki küçük bir ilçe belki il. Kasabanın merkezi büyük ‘T’ harfi gibi konumlanmış. Hafif bayırdan Arnavut kaldırımlara basa basa çıkıyorsunuz bayır yukarı. Yol, bir sağa bir de sola doğru genişliyor. ‘T’ harfi gibi konumlanmış dedim ya. Sağa ve sola doğru devam eden o yollar da bayır yukarı uzayıp gidiyor. Nemli ve soğukça bir hava var sürekli. Yağmur henüz kesilmiş ama caddelerde su göletleri falan yok. Güneş de yok gökyüzünde. Arnavut kaldırım bozulmuş. Bazı taşlar daha fazla gömülmüş bazısı yukarıda kalmış. Hani biraz dikkatli yürümesek her an ayağımız bir taşa takılıverecek sanki. Sağ taraftan geldiği belli olan bir atlıyla geçişiyoruz. Atın nalları ile taş zemininin buluşmasından ahenkli bir ritim müziği oluşuyor. Tıkı tık, tıkı tık, tıkı tık… 

Gündüz Düşü

Atın üstünde zayıf, çelimsiz biri. Temiz ve yeni lacivert bir elbise giymiş.  Fötr şapkasının altında dar bir alın, ince bıyıklar. Adam asabi, hep önündeki aynı noktaya bakıyor. Atıyla bayır aşağı ilerlerken ara sıra sağa sola bakınca da dünyaya yeni gelmiş gibi çok meraklı bakıyor. Doru atı da çok süslüymüş adamın. Geçişiyoruz ama hâlâ kulaklarımda nalların sesi… Yolun sağa uzayan yönünden bayır aşağı İspanyol paça pantolon giymiş uzun boylu, sarışın bir delikanlı geliyor. Bu genç, hafif kilolu olması nedeniyle yumurta topuk ayakkabısını kaldırıma değdirdikçe ayağı ta kasığından, dizinden topuğuna kadar titriyor ve ayakkabısı bir iki saniye zeminde kalmak istiyormuş gibi yürüyor. Hep yere bakıyor. Kollarını öyle sallıyor ki bitirim… Kaba saba sokak çeşmesinin yanından geçiyor. Su deposuna kocaman sarı bir musluk takılı. Yalağın iki tarafında beton oturaklar. Evet, bir de böyle bir çeşme var ama tam olarak yerini belirleyemiyorum bu çeşmenin. Oynayıp duruyor zihnimde.    

Bayır yukarı çıkınca sağa ya da sola sapmasak ve biraz daha yürüsek dikine, tabii yaya olarak, bakırcıların bulunduğu çarşıya giriyorsunuz. Çekiç sesleri geliyor hafiften. Yaklaştıkça artıyor çekiç sesleri. Kalaycıların ve demircilerin körük sesleri… Nalbantlar,  marangozlar, baharatçılar… Hepsi karma karışık dükkânların.

Düşünüyorum, bu kasaba neresi? Gezdiğim, yaşadığım şehir ve kasabaları düşünüyorum kaç zamandır. Hayalimde canlanan bu kasaba hangisine benziyor? Yaşadığım ya da bildiğim hangi kasabadır ki gündüz düşlerime giriyor böyle? Maalesef henüz bulamadım. Bir ara, galiba rüyamda gördüm bu kasabayı da onu hatırlıyorum diye kanaat getirdim. Ama hayır hayır öyle bir rüyanın ‘r’sini bile hatırlamıyorum. Ama o kasaba sürekli zihnimi meşgul ediyor nedense. Acaba o atlıyı, o İspanyol paçalı genci ve bakırcılar çarşısından gelen o sesleri ben mi ekledim o fotoğrafa? Ya da biraz hafızamı zorlayınca mı belirdi onlar, tam emin değilim.

Yalnız bir ayrıntı var bu manzarada. Ortamın otantikliğini bozan bir durum var. Arnavut kaldırımlı bu zeminde bir rögar kapağı var. Yok diyorum bu tabloya rögar kapağı yakışmaz. Eğreti kalır. Silmeye çalışıyorum zihnimden. Ne mümkün. Bu sefer zihnimin sağ üst köşesinde siyah elips şeklinde bir karaltı döne döne buğulanıyor ama asla kaybolmuyor. Bir rögar kapağı işte. Bütün fotoğrafı Orta Çağ’dan çıkarıyor galiba bu dökümden yapılmış siyah kapak. Kapağın üstünde de daire şeklinde yazılmış yazılar var. Orası neresiyse oranın belediyesinin ve o kapağı döken fabrikanın adı falan yazıyordur orada.

“Anlattıklarım yeterli mi?” dedi Temuçin Bey. “Lütfen devam edin.” dedi psikolog Sibel Hanım ve ekledi: “Lütfen devam edin. Daha başka hangi ayrıntıyı görüyorsunuz bu kasabada. Mesela o bayırdan çıkınca, hani yol ikiye ayrılıyor ya yolların yönü belli mi?”

“Evet.” dedi Temuçin Bey. Yolu soldan devam edersem doğuya; sağdan devam edersem batıya yönelmiş olacağım.”

“Hııı.” dedi Sibel Hanım. “Demek ki siz kuzeyden güneye doğru yürüyorsunuz. Ve ana yoldan karşıya geçip güneye devam edecek olsan o dağınık Bakırcılar Çarşısı’na girmiş olacaksın, öyle mi?”

“Evet.” dedi Temuçin Bey. 

“Siz bayırı çıkınca ne tarafa devam etmeyi düşünüyorsunuz?”

“Bilmiyorum. Aslında sadece görüntü var hafızamda. Düşünce olarak yoğunlaşınca kendimi bayır yukarı çıkıyormuş gibi hissediyorum ama ne tarafa gideceğim konusunda bir fikrim yok.”

“Peki, rüzgâr ne yönden esiyor.” 

“Nereden bilebilirim ki bunu?”

“Ağaçlara bak, ağacın yaprakları ne yöne savruluyor?”

“Aaa çok dikkat çekici. Ağaç yok. Bu kasabada hiç ağaç yok.”  

“Peki, şimdi senden bir şey istiyorum. Gözlerini kapa ve o bakırcılar çarşısına gir. Bir nevi sanal tur gibi düşün. Duyduklarını ve gördüklerini söyle bana.” 

Temuçin Bey, gözlerini kapadı. Düşündü, düşündü…

“Çok üzgünüm.” dedi ve ekledi:

“Zannettiğim gibi değilmiş. Ne ses var ne de koku. Örneğin baharat kokusu ya da kömür kokusu falan. Çarşının ayrıntıları da yok mesela. Çok zorlasam kendimi, birkaç bakırcı, bakır dövüyor oluyor dükkânlarının önünde fakat ses yok. Başka bir dükkân da yok. Beni hemen eski yerime atıyor bilincim. Yine yolun başındayım. Bayırın altında. O rögar kapağı hiç gitmiyor gözümden.”

“Evet, modern bir ayrıntı o rögar kapağı. Lütfen devam edin.” dedi Sibel Hanım.

“Çok zorlasam kendimi işte o bahsettiğim atlıyla geçişiyoruz. Bir de o İspanyol paçalı genç… Başka bir ayrıntı yok.”

“Zorla zihnini çarşıda başka bir dükkân yok mu? Mesela bir değirmen falan. Bir değirmen olmalı. O değirmeni bulmalısın. Ya da denize çok yakın bir yerde küçük bir binanın bir odasında masada oturan bir kadın var; onu görmeye çalış. Dikkat et sandalyede değil masada oturan bir kadın. Kadın bana benziyor; yalnız ben sarışınım o esmer. Çok değil benden daha esmer. Benim gözlerim renkli ama o bulman gereken kadının gözleri renkli değil. İş yeriniz ya da çevrenizde tanıdığınız kadınları düşünün. Kılık kıyafetine gereğinden fazla özenen kadınları. O tanıdığınız kadınlardan birine benzeyen biri yok mu? Odada bir de bir beyefendi olabilir, lütfen görmeye çalışın. Bu beyefendiyle o bahsettiğim kadın sadece iş icabı aynı odadalar, lütfen…”

“Yok, değirmen de yok masada oturan kadın da yok.”

“Bakın, o deniz kenarındaki küçük binanın bir odasında -bir sandalyeye değil de- masanın üstüne oturan o kadını görebilirseniz benim görevim biter; fakat değirmeni bulabilirseniz, daha doğrusu o değirmenin farkına varabilirseniz o fotoğraf canlı bir kasabaya dönüşecektir hayalinizde. O değirmen adeta bir zaman değirmenidir. Bütün anılarınız işte o zaman değirmeninde öğütülür ve istiflenir. O değirmenin ambarında anılarınız var. Onlara ulaşmalıyız, anlıyor musunuz? O kadını bulursanız ise… Neyse boş ver!”

“Anlaşıldı, siz bulamayacaksınız Temuçin Bey. Ayrıca çok mu rahatsız ediyor bu kasaba hayali sizi? Önemsemeseniz! Unutsanız! Normal günlük yaşamınıza dönseniz! Nasıl olur?” 

 “Aslında çok denedim size gelmeden. Kimseye bahsetmedim bu saçma gündüz düşümden. Kafamda çözümlemeye çalıştım. O çeşme… Çocukluğumuzda mahallemizde vardı öyle bir çeşme. DSİ’nin yaptığı kaba saba bir çeşme. Yol ayrımında olmamı sağa ya da sola yönelemediğime, kendimi toplumsal bir kesime ait hissetmediğime ya da bir tercih arifesinde oluşuma yordum. Rögar kapağını modern zamanlarda olduğumuza yordum. Çözümlediysem kurtulmam lazımdı ama kurtulamadım bu saçma hayalden. İşyerinin dışında sigara içtiğimiz bir yer var. Orada öylesine dedim işte. Gözümde bir kasaba hayali var; hiç kaybolmuyor diye. Kardeşiniz sağ olsun. Kafayı taktı bana. Mutlaka psikologa gitmeliymişim. Yok, hiç de iyi görünmüyormuşum. Kardeşiniz yönlendirdi beni size. Hatta ısrar etti size gelmem için. Sizle de görüşmüş. Buradayım işte.”

“Bir düşünün bu kasaba neyi çağrıştırıyor sizde?”

 Temuçin Bey bir müddet düşündü. “Saçma ama bir şey var aslında.” dedi   

“Lütfen devam edin!”

“Çocukluğumda, hasat dönemi köyümüze bir hurdacı veya çerçi gelirdi. Baba, oğul gelirlerdi bunlar. İlk hatırladığımda at arabasıyla gelmekteydiler. Yaşlı, kemikleri sayılan kır bir beygir çekerdi arabayı. Baba ve oğlu yavaş yavaş arabanın arkasından yürür, köyün içinden geçerlerdi. “Hurda, bakır alüminyum, demir alırım. Fasulye, nohut, mercimeğim vaaaar!” şeklinde söylenmeyle bağırma arasında bir ses tonuyla köyün içinden geçerlerdi. Sonra bunlar bir traktörle geldiler. Oğul Ahmet, traktörü kullanır; baba arkadan yürürdü. Biz çocuklar da takılırdık peşlerine. Hurda veya harman mahsulü verip bakliyat alan köylüleri ilgiyle seyrederdik. Sonra eski bir kamyonla geldiler bu baba-oğul; sonraki sene daha lüks bir kamyonla... Sonra ben köyden ayrıldım zaten.”

“Eee” dedi Sibel Hanım. “İşte bu baba oğlun memleketi sanki bu kasabaymış gibi bir his var içimde. Bu kasabada yaşıyor sanki o baba ve oğlu.”

“Babanız sağ mı?”

“Hayır,” dedi Temuçin Bey. “Babam da sağ değil annem de…”

Sibel Hanım, “Babanıza olan özleminiz belki de böyle yansıyor,” dedi ve ekledi:

“Belki zenginleşme özleminizi simgeliyor bu baba oğul, bilinmez ki. O at denince akla gelen ata benzemeyen at, bir bozulmayı, o İspanyol paçalı genç ise –lütfen bir hakaret olarak algılamayın-  taşralılığınızı simgeliyor olabilir. Dünya ile öte dünya arasında, sağ ile sol arasında, ev ile sokak arasında, cennetle cehennem arasında.. iki arada bir yerdesiniz bence.”

Sonra daha düşündü, düşündü, düşündü:

“Aslında ben evlilik uzmanıyım. Evli çiftlerin sorunları üzerinedir benim uzmanlığım. Sizin durumunuz beni aşıyor. Size başka bir psikolog bulalım. Ben kardeşimle haber yollarım size.” diyerek ani bir hamleyle ayağa kalktı, kapıyı açtı ve sekreteri Irgay Bey’i çağırdı. Irgay Bey, geliyorum, diyerek polikliniğin kapısına hamle etti. Temuçin Bey telaşla, “Bir konu daha var, lütfen sekreterinize söyleyin beş dakika sonra gelsin,” dedi. Sibel Hanım da öyle yaptı. Beş dakika sonra gel, deyip kapıyı kapattı. Temuçin Bey:

“Şu sizin sekreteriniz… Sekreteriniz, Selvili’de yani benim oturduğum mahallede mi oturuyor acaba?”

Sibel Hanım şaşırdı. “Evet, bir ay öncesine kadar öyleydi,” dedi. 

“Bakın bu odaya girerken o sizin sekreterinizi hasta zannetmiştim. Bu arada söyleyeyim, bu diyeceklerim düş falan değil. Emin olamamıştım ama şimdi sesini tekrar duyunca emin oldum. Bilmeniz gerekir diye düşünüyorum. Ben onu tanıyorum. Daha doğrusu bir polis yeğenim birkaç ay önce bana kısa bir video yolladı. Videodaki kişiyi tanıyıp tanımadığımı sordu. Bu kişinin benim oturduğum mahalleden ve benim mesleğimden biri olduğunu öğrenince benim arkadaşım olabileceğini düşündüğü için sorduğunu, bu kişiyi toplumun pek de hoş karşılamayacağı uygunsuz bir vaziyette yakaladıklarını, eğer tanıyorsam işlem yapmayacaklarını, söyledi. Ben de onu tanımadığımı fakat -meslek dayanışması gereği- ona bir şans vermelerini rica ettiğimi söyledim. Sağ olsun polis yeğenim, kanuna rağmen kanunu uygulamadı. Ama benim mesleğimden değilmiş demek ki! Sekretermiş. Yani videodaki kişi, yani yeğenimin tanıyıp tanımadığımı sorduğu kişi -şimdi eminim ki- sizin sekreterinizdi.”

“Neeee..? Nasıl yani bir kadınla,. falan mı?” dedi Sibel Hanım. “Maalesef kadın değilmiş,” dedi Temuçin Bey.

Sibel Hanım’ın şaşkınlığı artmıştı:

“Ne demek istiyorsunuz?” 

“Basıldığı kişi bir kadın olsaydı sözünü bile etmezdim, anlayın ve gerisini sormayın işte. Aslında kimsenin tercihleri beni ilgilendirmediği için bunu da söylemezdim ama meslek dayanışması adına mesleğimize yakışmayan tercihleri olan birine iyilik yapmanın ağırlığını taşıyamadığımın farkına vardım. Asıl beni rahatsız eden durum da bu galiba.”

“Tüh, tüh! Tam bir rezillik! Irgay, kardeşimin eşidir aynı zamanda, tam adı da Irgay Giray’dır, soyadlarını bilirsin zaten.” “Bilmiyordum.” dedi Temuçin Bey.

“Vay alçak bunu da mı yaptı bana!” diye mırıldandı Sibel Hanım. Bu arada kapı çaldı.  Irgay Bey kapıyı açtı. Sibel Hanım bir yapmacık gülümseme maskesi takmış gibi öfkesini ve şaşkınlığını hiç belli etmeden:

“Irgay Bey…”

“Bir şey daha var söylemem gereken,” dedi Temuçin Bey:

“Irgay Bey, bir beş dakika daha müsaade eder misin?”

Irgay Bey kapıyı kapatırken dik dik baktı Temuçin Bey’e.

“Nedir?”

“Polis yeğenimin söylediğine göre Irgay Bey’i karısı ihbar etmiş. Yani kardeşiniz…”

“Şaka yapıyor olmalısınız… Madem ifşaya başladık; benim de size söylemem gereken bir konu var. Malum ben karı-koca ilişkileri üzerine uzmanım. Eşlerin kendi sorunlarını kendilerinin çözmelerine yardım ederim. Kardeşim, sizin için bana eşinizle problem yaşadığınızı fakat bunu dillendirmeye cesaretinizin olmadığını, durumu belli etmeden bir de benim gözden geçirmem gerektiğini söyleyerek konuya girdi. Kendisiyle ilgili yanlış anlaşılmaya müsait bir duruma tanık olup olmadığınızı merak ediyor aslında. Bir de eşinizle sizin aranızın iyi olup olmadığını...”

“Şeytan! Peki neden?”

“Orasını da siz tahmin edin artık. Bu konuda daha fazla sormamanızı da rica edeceğim sizden.”

Temuçin Bey şaşkın şaşkın baktı Sibel Hanım’a ama bir şey diyemedi.

Bu arada kapı çaldı.  Irgay Bey kapıyı açtı yine.

“Irgay Bey…”

“Bir şey daha var söylemem gereken,” dedi Temuçin Bey:

“Irgaycığım, bir beş dakika daha… Lütfen…”

“Nedir?”

“Galiba o zihnimdeki fotoğrafın kaynağını buldum. Yeğenimin bana yolladığı o videoda Irgay Bey’in görüntüsünden sonra video, pencereden sokağı gösteriyor ve bitiveriyordu. Dolayısıyla video bittikten sonra o sokağın görüntüsü kalıyordu ekranda. Galiba sürekli gözümde canlanan görüntü, o görüntü... Sekreterinizi tanıyıp tanımadığımı kontrol için defalarca izledim o kısa videoyu, sonra da sildim. Flaş etkisi yapmış olmalı bende.

“Irgay, benim sekreterim değil. Bugünlük yardımıma gelmişti. Kardeşim ikna etti onu da beni de. Benim sekreterim bayandır. Laf aramızda, sekreterimin tanıdığı bir falcı varmış. Kardeşim sekreterimi alarak falcıya gitti bugün. Sizi ve kocası Irgay’ı da buraya yolladı demek ki şeytan…”

Bu arada kapı çaldı.  Irgay Bey kapıyı açtı yine.

“Irgay Bey, lütfen Temuçin Beyin muayene parasını iade edelim,” dedi.

1932-2024 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447