Ünlü bir şiir dizesi, “Coğrafya kaderdir.” der. Bizim ülkemizin kaderi de yoksulluktur. Her kesimden insanın bir yoksulluk hikâyesi bulunur. Bu yazıda yazarlarımızın, şairlerimizin yoksulluk hikâyelerini hatırlayacağız. Edebiyatımızın sözlü kültürde başlamasıyla birlikte ozanlar, âşıklar yoksulluklarını dile getirmeye başlamışlar. Bu hikâyelere Divan Edebiyatı’ndan başlayabiliriz.
Divan Edebiyatı için yüksek zümre edebiyatı olduğu iddiası çok yaygındır. Osmanlı Devleti’nde padişahların divanında yani huzurunda söylenen şiirlerden oluştuğu iddia edilir. Fakat bu görüşün birçok istisnası mevcuttur. Bu istisnaların en tanınmışlarından biri Fuzuli’dir. Fuzuli Irak’ta yaşamış ve ölmüş bir şairdir. Ömrü yoksulluk içinde geçti. Padişahın Nişancıbaşısı’na yazdığı ünlü mektubu Şikâyetname, İstanbul’da tanınmasını sağladı. Mektuptan anladığımıza göre Kanuni Sultan Süleyman Bağdat’ı fethettiğinde şiirlerini duymuş ve çok beğenmiş ve 9 kuruş maaş bağlanmasını buyurmuş. Fuzuli bu haberi duymuş fakat maaştan haber gelmemiş. Bir süre bekledikten sonra Bağdat’a gitmiş ve maaşların ödendiği vakıftan alacağını istemiş. Hâlbuki rüşvet veren bir kişiye Fuzuli’nin maaşı aktarılmış. Mektup şöyle başlıyor: “Selam verdim rüşvet değildir deyu almadılar.”
Fuzuli ne söylerse söylesin işe yaramamış. Nereye şikâyet edeceğini söylerse söylesin fayda etmemiş. Mektup şöyle bitiyor: “Gördüm ki sualime sualden gayrı nesne vermezler, kapıyı çarpıp çıktım.”
Fuzuli kısa ömrünü yoksulluk içinde geçirmiş, genç denebilecek bir yaşta, veba salgınında ölmüş. Bize güzel şiirlerini okumak düşüyor. Mekânı cennet olsun. Halk şiiri, halktan insanların şiiridir. Osmanlı Devleti döneminde nüfusun çoğunluğu köylerde yaşıyordu. Kentlerdeki çok az işçi de köylü de okuma yazma bilmiyordu. Okuma yazma bilmeyen şairlere Ümmi adı verilir. Yunus Emre gibi hem tekke eğitimi hem medrese eğitimi gören şairler azınlıktadır. Halk şiirinde yoksulluk içinde yaşayan âşıkların en tanınmışlarından biri Karacaoğlan’dır. Karacaoğlan’ın şiirlerinden ve onunla ilgili anlatılanlardan değişik hikâyeler ortaya çıkmaktadır. Rivayet diyebileceğimiz hikâyelere göre Karacaoğlan’ın babası askere gitmiş ve dönmemiş. Köyün ağası Karacaoğlan’ı büyütmüş. Âşık büyüyünce bir rivayete göre ağa bunu kızıyla evlendirmek istemiş. Âşık kabul etmemiş. Bir rivayete göre ise askere almaya kalkmışlar, kabul etmemiş. Sebep ne olursa olsun âşık sazını alıp köyden ayrılmış ve bir daha dönmemiş. Diyar diyar dolaşıp kısmetindeki kızı aramış. Bir türlü o kızı bulamamış. Gittiği her köyde, gördüğü güzellere şiirler söylemiş. Bir süre orada karnını doyurduktan sonra sıkılıp o köyden ayrılmış, başka köye gitmiş. Ömrü köy köy dolaşarak yoksulluk içinde geçmiş. Yaşlılığında bir kız, emmi deyince üzüntüsünü belirtmiş: “Bir kız bana emmi, dedi neyleyim.”
Halk şiirinde adını anamayacağımız kadar çok âşık, yoksul bir hayat sürmüşler. Âşık Ömer, Kayıkçı Kul Mustafa, Dertli, Pir Sultan Abdal, Köroğlu, Dadaloğlu… Hangisinin hikâyesine bakarsak bakalım içinden yoksulluk çıkar. Yoksulluk kavramı kişinin bireysel yaşamının, tercihlerinin bir sonucu olduğu gibi aynı zamanda toplumsal bir olgudur. Toplumun gelişmişlik düzeyinin bir göstergesidir.
Tanzimat Dönemi’nde yazı kültürümüz Batı Edebiyatı’nın etkisiyle gelişmeye başladı. Bu dönem yazarlarımız, şairlerimiz devletin çöküş döneminde de olsalar halk şairlerinden daha rahat koşullarda yaşadılar. Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa gibi aydınlar çok zengin olmamakla birlikte belli bir gelir düzeyini tutturdular. Ahmet Haşim Düyun-u Umûmiye’de memurdu. Tevfik Fikret Galatasaray Lisesi’nin Edebiyat Öğretmeni idi. Yahya Kemal Beyatlı büyükelçiydi milletvekili oldu.
Yoksul kaldılar diyemeyiz. Bu kuşağın maddi bakımdan en şanssız kişisi Türkçülük akımının kurucularından Ömer Seyfettin’dir diyebiliriz. Öldüğünde cenazesini kimse sahiplenmeyince Tıp öğrencileri cesedi üzerinde anatomi dersi yaptılar. Fotoğrafı gazetede çıkınca kimsesizler mezarlığına gömülmekten kurtuldu. Cumhuriyet Dönemi’nde Atatürk’ün sanatçılara verdiği değeri biliyoruz. Devletin sanat politikası sayesinde yazarlar, şairler maddi imkânlara kavuştular. Sanat eğitiminin gelişmesiyle birlikte Halk Evleri’nde, Köy Enstitüleri’nde şairlere, âşıklara değer verildi. Sanatlarını değişik mekânlarda icra ederek göreceli olarak rahata kavuştular. Âşık Veysel, Ruhi Su gibi müzik insanları Köy Enstitüleri’nde dersler verdiler. Bu dönemde yine yoksulluk çeken şairlere yazarlara rastlıyoruz. Genç yaşında vefat eden Orhan Veli Kanık yoksulluğunu şöyle dile getiriyor:
Bugün kılıksızım fakat
Borçlarımı ödedikten sonra ihtimal bir kat da
Yeni esvabım olacak
Bununla beraber sen yine beni sevmeyeceksin
Ünlü şairimiz Necip Fazıl Kısakürek, “Kaldırımlar, kimsesizlerin annesi” diyor. Dönemin Başbakanı Adnan Menderes’e yazdığı mektuplarda yoksulluğunu dile getirmiş. Başbakan ise ona örtülü ödenekten para göndermiş. Yassıada Mahkemeleri’nde verilen paraların hesabı sorulmuş.
Türk Edebiyatı’nın zirvelerinden Nazım Hikmet, hayata paşa torunu olarak başlamış. Yaşı ilerleyince ideolojik tercihlerinden dolayı birçok kez hapse atılmış. Hapiste yoksulluk içinde yaşamıştır. Şiirinde romantizmi eleştiriyor ve diyor ki: “Ne halt edek, dostların karnı açtı, kıydık menekşe parasına.” Bursa Cezaevi’nde dokuma tezgâhı işine girer ve İstanbul’daki karısı Piraye’ye para gönderir.
Nazım Hikmet’in cezaevinde sanat eğitimi verdiği Orhan Kemal de yoksullukla mücadele etmiş bir yazardır. Babası ilk dönem milletvekillerimizden Abdulkadir Kemali’dir. Milletvekilliğinden emekli olduktan sonra asıl memleketi Libya’ya yerleşmiş. Giderken oğlundan Türkiye’deki mallarına sahip çıkmasını istemiş. Genç yaştaki Orhan Kemal mallara sahip çıkamamış ve yoksul kalmış. Pamuk tarlalarında ırgatlık, fabrikalarda işçilik, amelelik, ne iş varsa yapmış. Bu işlerde gözlemlediği kent yoksullarını, köy yoksullarını, hikâyelerinde, romanlarında birer kahraman hâline getirmiş. Yazdıklarını işçilere okuduğunda az bile yazmışsın demişler. Bir dönem evlilik zamanı gelmiş fakat Orhan Kemal’de para yok. Akrabalarını bir araya toplamış, “Ya benim düğünümü yaparsınız ya da intihar ederim!” demiş. Akrabaları toplanıp düğününü yapmışlar. Baba Evi, Bereketli Topraklar Üzerinde, Hanımın Çiftliği, Cemile ve diğer eserleri edebiyatımızın baş tacı olan eserlerdir. Yazarımızı hiçbir zaman unutmayalım, unutturmayalım.
Yoksulluktan gelen bir başka yazarımız Yaşar Kemal’dir. Çocukluğunda ailesi kan davasından kaçıp Adana’ya gelmişler. Düşmanları onları Adana’da bulmuş. Yaşar Kemal’in babasını gözünün önünde öldürmüşler. Korkudan dili tutulmuş. Bir yıl konuşamamış. Daha sonra evin geçimi üstüne kaldığında değişik işlere girip çıkmış. Cumhuriyet Gazetesi’nde röportaj yazarı olduktan sonra maddi rahata kavuşmaya başlamış. Eşkıya İnce Memed’i anlattığı romanı Tahsin Yücel tarafından Nobel Edebiyat ödülüne aday gösterildi. Anadolu’nun her yöresindeki yoksulların( Ağrı’dan Ege’ye kadar) hikâyelerini eserlerinde işledi. Her zaman yazdıklarıyla, söyledikleriyle kent yoksullarının, köy yoksullarının çıkarlarını savundu. İnce Memed, Ağrı Dağı Efsanesi, Demirciler Çarşısı Cinayeti, Yer Demir Gök Bakır, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana ve daha birçok kitabı raflarda okunmayı bekliyor.
Yoksulluk deyince akla gelen bir halk şairimiz de Neşet Ertaş’tır. Ünlü âşık Muharrem Ertaş’ın oğludur. Küçük yaşta kardeşleriyle birlikte öksüz kalmış, üvey ana elinde büyümüş. Babasıyla birlikte köy köy dolaşmış; babası saz çalmış o da köçeklik etmiş. Babasını usta bilip ondan saz çalıp türkü söylemeyi öğrenmiş. Düğünlerde saz çalmış, geçimini sağlamış. Almanya’ya gidene kadar Türkiye’de yoksul günler geçirmiş. Hastalandıktan sonra tedavi için Almanya’ya gidip işçi olarak yerleşmiş. Bayram Bilge Tokel’in yanına gidip davet etmesi üzerine Türkiye’ye dönmüş. Âşık yoksulluğu şöyle dile getiriyor:
Zengin isen ya bey derler ya paşa
Fakir isen ya Abdal derler ya Çingen hâşâ…
Yakın dönem edebiyatımıza damga vurmuş iki şairimizin, Ece Ayhan ve Enver Gökçe’nin huzurevinde öldüklerini çok az kişi bilir. Dileğimiz hiçbir şairimizin, yazarımızın huzurevinde ölmemesidir. Rahat bir hayat sürmeleridir. Sanatçısına sahip çıkmayan bir toplum çağdaş toplumlar arasında yerini alamaz. Toplum olarak, devlet olarak sanatçımıza sahip çıkmak zorundayız. Onlar bize ayna tutan, bizi bize tanıtan insanlardır. Onlara sanatlarını rahatça icra edebilecekleri maddi imkânlar sunalım. Onları açlıkla sınamayalım. Onları gözbebeğimiz gibi koruyalım. Farklı görüşlerine saygı duyalım.
Yazımı Enver Gökçe’nin şu şiiriyle bitiriyorum:
“Telden demirden geçsen, mahpusu delsen ne fayda…”