Televizyonda konuşan uzman, “Mevsimler; küresel ısınma ve iklim değişikliğiyle birlikte değişime uğruyor, böyle giderse coğrafyamız sadece yazı ve kışı yaşayacak.” diyordu. Edebiyatımızda mevsimler yerinde duruyor; şiirde, öyküde, romanda bir betimleme tekniği olarak yaşıyor. Doğanın mevsimleri kişileştiren, zaman zaman onları kutsayan yazınımıza bir sözü yok ama insanoğluna söyleyeceği çok şeyi var. Kurdu, kuşu, böceği, dereyi, ırmağı kimler yok ettiyse onlara sözü var. Aziz Nesin dizelerinde ne güzel dile getirir: “Ey hayvan oğlu hayvan, insan ol insan.”
Edebiyatta güz, imgesel olarak kırgınlık, üzüntü, ümitsizliği çağrıştırır. Bazen de ümitsiz bir aşk olur birden. Mevsimlere anlamlar yüklendiğinde sonbahar mevsimi ayları şöyle anlatılır hep: Eylül hüzün ayıdır, ekim ayı üşütür, kasım sonbaharda hüznün bir yana bırakıldığı, sevginin ve aşkın ayı olarak bilinir. Ama bahar, mevsimlerin en güzelidir. Kışın bile gönlüne baharı misafir ettiysen güzün bile bahar yaşanır. Her mevsimde cemre düşer gönül dağının zirvesine ama bir de bundan sonra Necati Cumalı'nın Susuz Yaz’ı ile Ahmet Muhip Dranas'ın Kar şiirini sık sık okuyup iklim krizine hazırlıklı olalım, diyenler var. Bir kelebeğin rüyası gibi genç yaşta kaybettiğimiz Muzaffer Tayyip Uslu, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Şimdilik adlı kitabında Behçet Necatigil’e ithafen yazdığı İstanbul'a Hasret adlı şiirin dizelerinde güz mevsimini şöyle anlatır:
“İstanbul'un bir başka hatırası / Sigara dumanı dolu kahve / Güven olmaz erkenden gitmeli eve / Kararsızdır eylül güneşinin seması / Sonbahardır yağmur yağacak elbet / Baksana, kuşlar yuva derdinde / Sen ekmek parası peşinde / Ah dayanılmaz bir hâle geldi gurbet”
Ünlü atasözümüz “İnsan yaza çıkar ama güzün yediği ayazı unutmaz” diyerek seslenir bizlere… Haksızlıkları, sevgisizlikleri, hoşnutsuzluğumuzu da zaman zaman güz ile anlatmışız. Bir de yaşamda, “güz vurgunu yemek” deyimi vardır. Halil Cibran ise İş Bankası Yayınları’ndan çıkan Kırık Kanatlar adlı kitabında kaleme aldığı Ölüm Tahtının Önünde adlı yazısında şöyle der:
“Bahar geçip gitti, ardından yaz ve sonbahar geldi... Düğün akşamları ve balayı dedikleri ay geçti ve savaşlardan kalan kent... Sonbahar günleri de geçti, rüzgâr ağaçların dallarını da çıplak bıraktı. Toprağı kaplayan yaseminlere karışan sararmış yaprakları da dalgaların denizlerdeki köpüklerle oynaması gibi uçurdu. Kış yaklaşıyordu inleyerek, ağlayarak... Ben o zaman Beyrut’taydım, beni kimi zaman yıldızlara yükselten kimi zaman da kalbimi toprağın bağrına gömmek için alaşağı eden bir başka arkadaşım yoktu...”
Yaşar Kemal, Ağrı Dağı Efsanesi’nde güneş ile baharın birbirlerini tamamladığını belirtir:
“Sonbahar bütün kokuları keskinleştiren kokusuyla kokuyordu. Bir çürük, bir eski dağ elması kokusuna benziyordu her koku. Yanık otlar, kavrulmuş, güçlü çiçekler kısa küt haşırdaşıyorlardı...”
Turgut Uyar “Acımak” adlı şiirinde ne diyor, kulak verelim:
“...Tavrım bir şeyi bulup coşmaktır / Sonbahar geldi hüzün, / Kış geldi kara hüzün, / Ey en akıllı kişisi dünyanın! / Bazen yaz ortasında gündüzün, / Sevgim acıyor kimi sevsem, kim beni sevse / Eylül toparlandı gitti işte, / Ekim filan da gider bu gidişle, / Tarihe gömülen koca koca atlar / Tarihe gömülür o kadar.”
Bakın, şair Nabi'nin hepimizin duygularına tercüman olan şu dizelerine:
“Biz neşâtın da gâmın da rüzgârın görmüşüz / Çok da mağrur olma kim meyhane-i ikbalde / Biz hezârân mest-i mağrurun humârın görmüşüz.”
Nabi’nin bu dizelerini bugünkü Türkçe ile aktarırsak şöyle diyebiliriz:
“Biz bu yaşamın baharını da gördük, güzünü de… Üzerimizden neşe rüzgârları da geçmiştir; üzüntü, keder fırtınaları da...”
Burada Divan edebiyatımızın temel taşlarından olan Nabi’de bile bir imge olarak sonbahar, üzüntü, keder, kötü anılar hâlinde karşımıza çıkıyor. Bahar ise neşenin, mutluluğun, başarının kaynağı olarak görülüyor.
Nazım Hikmet ise 19.8.1936 tarihinde Orhan Selim müstear adıyla Akşam Gazetesi’nde kaleme aldığı “Eylül Geliyor’’ başlıklı yazısında “Eylül geliyor.” diye uyarıyor yurttaşları ve eylül ile birlikte doğada olan değişimleri sıralıyor:
“Akşamüzerleri serinliği ile gitgide artan rüzgâr, gitgide taneleri artan ve büyüyen yağmurlar da gelecek. Güneş, bol sarı ışığını boz bulutların arkasına çekecek. Deniz kıyılarının ince kumlarını serin rüzgârlar gibi okşayan suları hatırlayıp ‘Ne yazık kış geliyor.’ diyeceğiz.”
Şair Nazım Hikmet yazısına devam ediyor ve eylül ile birlikte günlerin hızını belirtmek için günlerin “tıpkı bir tekerlek gibi hızla geçtiğini göreceğiz”diyor. Gerçekten de güz ile birlikte günler kısalmakta ve geceler uzamaktadır… Nazım Hikmet eylülü betimlerken “Gökyüzü kurşun renkli ıslak. Gökyüzü üşüten rüzgârıyladır eylül gelince” diyerek bir kişileştirme yapar ve “Sanki ona bir köşe başında rastlamışız gibi ürkeceğiz. Hayatın durdurulamaz başsız ve sonsuz akışında her hadise gibi sanki onu birdenbire bulacağız.” der. Eylülü bir insan gibi karşılayan büyük usta Nazım Hikmet güz mevsimini anlatırken şunları da hatırlatır:
“Eylülü hazırlayan, onu yaklaştıran mini mini dakikaları, biraz daha iri saatleri, aklı karalı günleri; pazarlı cumalı haftaları hesaplamadığımız içindir ki eylülle yüz yüze geldiğimiz vakit afallıyoruz.”
Eylüle genelde hazırlıksız yakalanıyoruz diyerek ekliyor Nazım Usta: “Eylül geliyor, sandıkta paltosu olan da yüz üstü yağmurluğunu satan da onu beklenilmeyen bir misafir gibi karşılayacaktır…”
Gelin, mevsim güz de olsa, ağaçlar yapraklarını da dökse gönül dağımızın zirvesinde son cemreyi umut olarak hep saklayalım.