Sahnelerde birbiri ardına engeller vardır. Akşamlardan, gündüzlerden çıkan soğuk adımların izleri altıgen kar kristalinde belirginleşen anlatı, Kars’ta geçen Türkiye’nin o yıllarının temel görülen siyasi çatışmaları, on iki yıl Almanya’da sürgün olan şair Ka’nın bakışından aktarılır. 1990’lı yılların manzarasını, siyasi roman niteliği gösteren, soğuk manzarasıyla sessizliğin huzursuzluğunu yaşayan ve derin kutuplaşmanın hissedildiği bir ortamda, kristalin yere düşerken ki tedirginliğini hatırlattı: KAR
Orhan Pamuk’un “Kar (2002)” adlı romanı, Türkiye’nin siyasi çalkantılarını ve temel gördüğü meselelerini, karakterler üzerinden, altıgen kar kristalinde belirginleşen, “Mantık, Hayal, Hafıza” başlıklarında, çeşitli yol ayrımlarında karakterleri tasvir eder. Rüyalar, İntihar ve iktidar, Rüya ve sokaklar… gibi Doğu’da huzursuz ve sessiz, ağır ağır geçen anlatıda, Kars’ta bir dönemin hatırası anlatılıyor. Kahvehanelerdeki işsizler, intihar eden kızlar, dönemin temel meseleleri-çeşitli siyasal gruplar, söylentiler… vb. Necip, Şair Ka’ya şöyle der (s.149): “…gözümün önüne beni korkutan bir manzara geliyor.
…Sokağın ortasında bana “dur” diyen bir şey var ama ben sokağın ucuna, bu dünyanın sonuna bakıyorum. Bir ağaç var orada, yapraksız, çıplak bir son ağaç.”
Necip ile Şair Ka’nın arasında geçen bu diyalog, kederli ve yoksul görülen, Şair Ka’ya göre, o zamanların tedirginliğinin sahnelerindeki geçişlerinde bu minyatür şehir Kars’tan Manzaralar… Protestolar, direnenler, oyunlar, sahneler…
Milliyetçiliğin çeşitli araçları, ideolojide sağ-sol ayrımları gibi temel meseleler ve ideolojik tartışmalar, 1990’lı yılların izlerinin “kimseye söylemeyeceğim” derken ki tedirginliğinin hissedilmesidir Kar eseri. Romanı okurken, bu tedirginliği uzun yıllar yaşamış ve hissetmiş yorgun insanların, bu minyatür şehirdeki manzarası, hangi karakterin ya da kahramanın ki karakterler demek daha doğru olabilir, haklı olduğuna dair bir izlence yoktur artık. Orhan Pamuk, yaşanmış ve hissedilmiş olan bu siyasi çalkantıların şiddetini hissettirmek istemiştir, edebiyatın yaşam alanını betimleyerek sinematografik bir bakış da sunmuştur. Orhan Pamuk, bana göre, edebiyatın sinemaya açılan görme biçimini yaratmıştır eserlerinde. Nitekim 2015 yapımı, yönetmenliğini Grant Gee’nin üstlendiği “Hatıraların Masumiyeti” adlı belgesel türüyle, Orhan Pamuk'un aynı adlı romanından uyarlanan “Masumiyet Müzesi” edebiyat ve sinemanın hatıratını yaşatır. Kemal ve Füsun’un 70’li yıllarda yaşadıkları trajik aşkla, aşkla iç içe geçmiş eşyaların hikâyesini anlatır. Hayalin sinema perdesine aktarımı, hayalin müzesinin edebiyatla olan bağını hatırlattı bana göre.
Edebiyat, sinema ve fotoğraf ilişkisi de bu açıdan önemlidir. Robert Bresson ekonomik buhran sonrası 1930’lı yıllarda yeni dalga Fransız sineması ekolüyle, sinema perdesinde fotoğraf sanatında yavaşlığa ve boşluğa yer olmadığını yorumlamıştır. Bu son derece çarpıcıdır. Nitekim Orhan Pamuk’un edebiyatla olan bağını, kelimelerin, tasvirin ve fotoğrafın büyüsünü, “Turuncu” adlı eserinde de daha açık ve net bir şekilde görebiliriz. Göçle gelen değişimler, akşamüstü gece tasviri sokakların… Fotoğraf merceğinden daha keskin duran, İstanbul’un Doğu’nun kaderini yaşadığı bir coğrafyada, bir kent bunalımıdır kenarda kalan. Kadınlar bu tekinsizliğin gece düşünde son derece siyah görünür mercekte. Karmaşa, dağınıklık ve tekinsizlik… Orhan Pamuk’un edebiyatla olan bağı, düşlerde sinematografik imgenin yarattığı büyülenme ya da şok etkisi olarak yorumlanabilir. Turuncu adlı eser, post empresyonizmin simgesel temsil ilişkisinde, imgenin parçalara ayrılması ve yeni açılımlar olarak yorumlanabilir. Tarlabaşı, Kasımpaşa, Feriköy gibi yerlerde geceleri çektiği fotoğraflar… Vincet Van Gogh, Paul Cezanne, Paul Gauguin resim sanatı temsilcilerinde tablodaki “sarımsıya kaçan “Turuncu rengi”, Sinematografik imgenin boşluk ve yavaşlığa yer bırakmadan, politik tezahürü gibidir. Fotoğraf bu açıdan, siyah zeminin kültürel renk temsillerinin dinamiğini, “turuncu rengini” keskinleştirir. Son derece keskin bir boşluk olarak yorumlanabilir bu geçişler. İmgelerin parçalara ayrılmasıdır. Dolayısıyla, Turuncu adlı eser, yeni öznelerin görülmesidir.
Rita Felski, “Edebiyat Ne İşe Yarar?” adlı eserinde, senaryo ve kurmaca metinler için dört temel öğeden bahseder: “Bilgi, Tanımlama, Büyülenme ve Şok” etkisi. Bu araç seti, Orhan Pamuk’un eserlerinde kurgunun dolayımlarını hatırlatır.
Orhan Pamuk’un eserlerini yakından takip eden biri olarak şunu diyebilirim: Sessiz Ev ve Kar, her ne kadar tepki ile karşılansa da, doğu-batı ikilemlerini yaşayan aydın profilini, ideolojik tartışmaların boyutunu, bu temel meselelerin manzaralarını ve karşıt kutuplarda yer alan insanları ve öfke duygusunu insanları dönemle bağlantısını ilişkilendirerek ve onları tanıyarak anlatır. Hikâyelerin ve edebiyat sanatının kesişimsel öykülerinin birleştirici gücüne inanıyorum. “Aydınlar, her yerden değil; ama çıkar” diyordu Jean Paul Sartre. Orhan Pamuk’un eserleri, doğu-batı histerisini ve “en keskin gerçeklikleri” estetik aktarımıyla, John Berger’in yorumladığı bir görme biçimi yaratıyor. Mutluluklar, kavgalar, hayaller, umutlar… Yeni yorum alanı. Yani: Anlama açılan perde.