Profesör İlhan Başgöz, 1923’te Sivas’ın Gemerek ilçesinde doğdu. Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. Türk Folkloru ve Halk Edebiyatı dalında doktora yaptı. Tokat Lisesi’nde öğretmenken sol görüşlü fikirleri nedeniyle tutuklandı. 8,5 ay cezaevinde kaldı.
Başgöz’ün özgeçmişine baktığımızda kendisini şu sözlerle anlatır: 1949 yılında doktor ünvanı kazandım. İlmi yardımcı olarak fakültede kaldım. Üç solcu hocayı (Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav, Behice Boran) fakülteden atmak için kaynatılan cadı kazanı devrinde bende Tokat Lisesi edebiyat öğretmeniyken, Demokrat Parti’nin Mili Eğitim Bakanı Tevfik İleri görevime son verdi. Bir zaman işsiz kaldım. Sonra askerliğimi yaptım. 1952 yılında Türk Ceza Kanunu’nun 142. maddesini ihlalden Tevkif edildim. 8,5 ay mahpusta kaldım. Bana 2 yıl ceza verildi. Ve Türk Ceza Kanunu’nun aklımda kalmayan bir maddesi uyarınca cezanın tamamı kaldırıldı…
1960’ta ABD’ye gitti. California Üniversitesi’nde ve ardından Bloomington’daki Indiana Üniversitesi’nde Öğretim Üyeliği yaptı. Türk Halk Kültürü üzerine yaptığı araştırmalar ve yazdığı kitaplarıyla bu alanda en önemli Türkolog oldu. Hastalığı son 2 yılda ilerlemişti. Ambulans uçakla yurda getirildi ancak 14 Nisan 2021 günü Cumhuriyet ile yaşıt olan Başgöz yaşama gözlerini yumdu. Üniversiteye başladığımızda önümüzde örnek alacağımız bir anıt isim vardı, Hep onlar gibi bir halk bilimci olma özlemi içindeydik. Başgöz Hoca’nın çok sayıda araştırması, eseri ve derlemesi vardı. “Bu topraklar” denilince akla ilk gelen bilim insanıydı. İlhan Hoca'yı ilk kez Kültür Bakanlığının uluslararası bir konferansında tanıdım. Konferanstan sonra uzun boylu, kulağında bir kulaklık olan Başgöz mikrofona geldi. Kısa bir konuşma yaptı. Toplantıdan sonra verilen yemekte kısa bir sohbet imkânı buldum. Öğrencilerinden, folklorun genel sorunlarına kadar anlattı bana. Ayrılırken bir de kartvizitini verdi. İlhan Hoca ve bize kılavuzluk yapan diğer hocalarımız, üzerimizden emeklerini esirgemeyenler... Dost sohbetlerimizin ana konusu olmuştu artık. Hakkında yaşamıyla, çalışmalarıyla ilgili onlarca yazı yazdım dergilere, gazetelere... Haksızlığa uğramış bir aydındı. Sağdan, soldan kimler uğraşmadı ki, 98 yaşına geldiğini biliyordum. Gazetelerde yaşayan en büyük Türkolog, Halk Bilimci İlhan Hoca ile ilgili yazılar görüyordum. Hoca ile sosyal medyada arkadaştık. Zaman zaman yazılarımı beğenirdi. Sevinirdim. Ruhu şad olsun. Işıklarda uyusun. 28.12.1972 tarihli mektubun orjinal metnini sizlerle paylaşıyoruz:
Canım İlhan, Ağam Evliya,
Ulan mektubuna bir sevindim, bir sevindim ki dünyalar benim oldu. Sana İtalya’ dan bir telefon çakacak, belki sonra da oraya uçacaktım ama kursağımda kaldı, pasaport alamadım. Vermesinler be, canları sağ olsun. Ben de onlara ver yansın ediyorum. Onlar haksız. Bana pasaport vermemeleri için hiç bir sebepleri yok. Ben de ver yansın ediyorum. Dur bakalım ne olacak? Ben zaten siz oralarda olmasanız, hasretlik de cana tak etmese, Türkiye’den hiç ayrılmak istemem. Kuyunun dibindeki taş gibi burada oturup kalırım. Ne yapacağım gavur ellerinde… Eşek sıpaların hiçbirisi yüreğiyle, kanıyla bağlı değiller ki toprağa, anlasınlar senin derdini. Allah bin belalarını versin böylesi sıpa heriflerin. Eşek bile şu dünyadan bir şeyler çıkarır be. Şu bizimkiler sıpa olmuşlar da, gözlerini kör, kulaklarını sağır etmişler, şu dünyadan hiçbir şey anlamamaya da yemin etmişler, öyle dünyaya aval aval bakıp duruyorlar.
Bak arkadaş, sen eline neyi alırsan iyi yaparsın ya, şu masal işini iyi etmişsin. Biz dünyada çok yalnız bırakılmış, anlaşılmamış, şu eşekler yüzünden, bir milletiz. Ne yaparsak, nerede, ne için olursa olsun adımız geçerse kârdır. Yani kötülükle demek istemiyorum, anlarsın ya, iyilikle… Bu yüzyılda Anadolu toprakları üstünde böylesine unutulmuş olmak, dünyanın dışına düşsek utanç verici bir şey Evliyam. Bu bizim omuzlarımızı çökertiyor. Suç bizim değil ama bu sorumluluktan biz de kurtulamayız. İnsan kardeşlerimizin ellerini daha çok tutmaya gayret etmeliyiz. Sevgimizi, sıcaklığımızı insanlara daha çok daha çok anlata bilmeliyiz. Bizim toprağımızın sevgi dolu, büyük dost, muhabbet geleneği var. Bu yüzyıla bu sevgi, dostluk muhabbet geleneğimizden bir şeyler aktarabiliriz. Onun için Koman milletinin toptan masallara, tekerlemelere sarılmaları beni sonsuz kıvanca boğdu. Ha gayret ala gözlülerim, ha gayret bre. Şimdi arkadaş şu masalcı Yaşar amcadan da bir miktar bir şeyler isterseniz masal üstüne, can baş üstüne deyip derhal da derhal kolları sıvarım.
Şimdi arkadaş şu yengemiz Hatun bir iki Taçbaş, bir iki geyik de bize yollasa da görsek ne olur yani.
Bak Evliya Allah senin o ela gözlerini kör etmesin, Türkiye’den bir eksiğin olur da neden bana yazmazsın be mendebur adam?
Şimdi arkadaş bugünden tezi yok seni Cumhuriyet’e abone ediyoruz. Öyle para mara sözü etme. Sen biliyorsun ki azıcık mangır tutuyoruz. Türk okuyucuları sağ olsunlar. Aslan gibi okuyorlar kardeşini, biz de mangırsız kalmıyoruz. Bak oğlum gazete, kitap, dergi ne istersen gönderirim. Sen de benden sana gerek olanları istemezsen şu vebalim boynuna olsun. Anlıyorum ne büyük vebal altına giriyorum.
Milliyet’e bir roman sattım. Koskocaman bir roman ki yalnız cildi 700 sayfayı aşkın. Adı da Demirciler Çarşısı Cinayeti… İyi oldu… Bak ben kül yutmam. İyi oldu dedimse azıcık iyidir.
Thilda hepinizi öpüyor. Beraat etti karı ki keyfine diyecek yok. Can 7,5 yıl içeri girdi. Benim cezamı aynı temyiz bozdu. Yalnız oğlanın mahkemesi var. Gelin de içerde. Bunada çok şükür. Can’a çok üzülüyorum. Bugünlerde gider hapiste onu görürüm. Şu kitaptan dolayı mahkumiyette bir rezalet. Ben Yargıtay’da bunun rezalet olduğunu çok çok sert konuştum. Adana’dan yeni döndüm. Sevdalık üstüne çalışıyorum. Bol bol yazıyorum, sövüyorum.
Hepinizi candan kucaklar, hepinizi öperim… Be Evliyalar Evliyası ne yapayım yani, attığım taş dediğim kuşu vurmadı ki, senin şu ışıklı yüzünü, kara gözlerini göreyim… Aldırma, pasaportu almaya uğraşacağım… Hadi selamlar, canım Evliyalar Evliyası… Taşbaşcım deyim sana… Olmaz olmaz, sen gerçek bir evliyasın… Sağlıcakla kal…