Hep yürüdüğü ve zaten ona ait olan yolda adım adım ilerlerken soluduğu buz gibi hava ciğerlerini yakmıştı. Kimsesizliğinin temsili olan üşümüş parmakları kıpkırmızı bir şekilde sızlıyordu artık. Görüşü bulanıklaşsa dahi yavaşlığını bozmadan adımlamaya devam ediyor, ev diye gireceği dört duvarına her ne kadar sıcacık hisler beslese de şimdi altında yürüdüğü gök kubbenin onun yuvası olduğuna dair inancı kalbinde daima daha ağır basıyordu.
Etrafında acele ile yürüyenler sanki bu sokaklara ve caddelere ait olmadıklarını biliyor ve yine aynı aceleci insanlar onun evinde böylesine izinsiz yürüdükleri için bir özür mahiyetinde ivedilikle gidecekleri yere ulaşmaya çalışıyorlardı. Bazen gülümserdi insanlar onun da mütebessim çehresini görüp, bazılarının başı yerde olurdu. Çoğu kez değişirdi duygular, renkli irisler gri kaldırım taşlarına inmişken. O griliğin ufak damlalarla koyulaştığını da görmüştü; zihinlerinden akan sözlerle hepten bacaklarına dolanan bir çalıya dönüştüğünü de… Yine de kimse tozlu sokakları benimsemezdi elbette onun gibi. Herkesin gitmek istediği bir evi, kavuşacağı bir ailesi vardı. Birkaç sözle tanımladıkları bu derin manaların sahibi kelimeler hayatlarında öylesine müthiş bir yer tutuyordu ki… Tüm şiirler, romanlar, filmler, şarkılar o aile tanımının farklı bir içeriğini ele olarak var oluyor; insanlar nezdinde eser ancak bu kavrama sarılırsa değer ve saygı görüyordu. Peki ya o? Öyleyse değersiz olmaya mahkûm muydu? Kimsesiz değildi ama herkesin kimsesi olmak da seçmediği insanlar arasında bir yerde bulunmak da ve bunu bu denli anlam biçilmiş bir kelime ile daha da ihtişamlı hâle getirmek de mantıklı gelmiyordu.
Düşünceleri ile bir an için gülümsedi. Normallere karşı cesur kalan fikirlerini kime söylese koca bir tepkiyle karşılaşacağını ve biraz daha “iyi niyetli” olanların kendisine türlü öğütler vereceğini biliyordu.
Halbuki illaki etten kemikten bir isim mi olmalıydı aile denen bu şey? Kalbinde yeşermiş sevgi ve bunun minvalinde yaşadığı o heyecan daha yakın sayılmaz mıydı? Onu dinleyen zihni ve hiçbir şeyi saklamadan en çırılçıplak hâliyle daima karşısına dikildiği vicdanı da yine daha içten ve samimi geliyordu. Terk edilmek, sonsuzluk, sevgi, bağışlamak duygularının atfedildiği tüm o kişiliklerden hangisi bunlar kadar gerçekçi ve söz verdiği noktada dürüst olabilirdi.
Kaldırımın kenarına yaklaşırken yayalar için yanması gereken yeşil ışığı beklemeye koyuldu. Birkaç kişi onunla beklerken çoğu yavaş yavaş yola adımlıyor, sabırsız halleri her an bir tehlike habercisi gibi iş görüyordu. Beklemeyi dâhi bilmeyen bunca topluluk nasıl olurdu da içinde bir yere sahip olmak için çaba gösterdikleri aile lâfına bu denli bağlı olabilirdi? Belki de beklemeye değer anlar... Hayatının güvenliği için beklemek manasız mıydı yani? Kendi hayatının ehemmiyeti... Sen olmadan da var olacak kişiler topluluğunun bütünlüğünün aynı kalacağını düşünerek atılacak bir adım kadar basit bir hareketin senin yokluğunla sonuçlanması neticesinde bunca yaygara kopardığın bağların ne anlamı vardı o halde? Halbuki fikirlerin o adımına rağmen ebediyetle bütünleşir, tüm o zihin ve ruh bütünde gerçekten mühim bir yerinin olduğunu gösterirdi.
Derin bir soluk aldı ve yeşil ışık gözlerinde parlarken kalabalığın hızına ayak uydurup karşıya geçti. Pastaneden gelen nefis koku dahi gün içindeki tüm can sıkıntılarını alıp götürebilirdi onun için. Koklamak hissi için hiçbir farkındalığı olmayan bunca güruha karşın o, sonrasında kendisine verilen hoş duyguların kıymetini öylesine sahipleniyordu ki bedeninde onun için koşulsuzca olan ve çevrelerinde de olmasına izin verildiği tüm şahaneliklere karşı sonsuz bir minnet duyuyordu. Kendini asla olamayacağı kadar ait hissediyordu.
Karşıdan telefonla konuşarak gelen adama ilişti gözleri. Kendine katılırdı bir noktada. Elbette, kişinin kendisine olduğundan kimse daha yakın olamaz ile başlayan cümlesi ama diyerek devam ederdi muhtemelen. Madem bir aile gerekiyordu hayatımıza, o halde bunu doğru tanımlamak gerekmez miydi? Peki anlamına göre mi, kelimeye göre mi? Yine de bir insan olmak zorunda mıydı? Şimdi altında yürüdüğü gök ve içinde dolaştığı sokakları da aile edinemez miydi? Her bahar açan çiçekleri, tuzlu kokusuyla bazen ciğer yaksa da gözlere büyük bir şenlik veren denizi, yumuşacık ve bin bereketli toprağı... Ne olursa olsun gitmeyen yağmur da aileye dâhil edilemez miydi? Şükür ve minnetin sonucu duyulan aşk, tüm o şefkat başlıklarını önünde diz çöktürmez miydi zaten? Ocak ayı yazla geçmiş miydi bu memlekette hiç? Türlü besinleri yanında şifa dahi veren bunca bitki daha hürmet edilesi değil miydi?
Dudaklar düz bir çizgi hâlini alırken belli belirsiz başını iki yana salladı. Yetmiyordu sanırım insanlara. Ruha bağımlı olarak yaşarlardı bağımsız hayatlarında ve aynı özgürlüğün ilk tanımı da bunca prangalandıkları ailelerinden kaçmak için gösterdikleri çaba olurdu. Bir süre sonra eskisinin yokluğu aranıyor olacaktı ki -benlik ve hatta bencillik duygusunun o ilk kırılan zincirden sonra yavaş yavaş güçlendiği nokta da denebilirdi buna- herkes kendine ait yeni bir tanesini kurmak için uğraşırdı. Yıkıp inşa etmek üzerine kurulu düzenleri çoğu kez komik gelirdi onun için.
Aile... Sorun ne aileydi ne de kişiler. İnsanlar yalnızca aidiyet duygularının gitmesinden korkardı ve yine öyle korkaklardı ki etraflarına bakmak için, gözlerinin ilk gördüklerini sahiplenip hayatları için bir rehber bellerlerdi. Sonra zaten açılmış yoldan hiçbir çabaları olmadan yürür giderlerdi. Halbuki o hiç yürünmemiş çimenlerin yumuşaklığını hissediyor, solunmamış havanın tazeliğini teneffüs ediyordu. Ne zinciri vardı ne de kelepçesi. Kalbi, güzel sesli kuşlar kadar özgürdü ve ancak değişim kadar aitti.