Katıoğlu: Concierge Keşfettikçe Büyülendiğiniz Bir Deneyim

Merhaba Kerem Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

1978 yılında İstanbul Beykoz’da doğdum. Eğitimlerimi İstanbul’da tamamladıktan sonra 2000-2016 yılları arasında Çırağan Palace Kempinski otelinin ön büro departmanında çalıştım. Uzun yıllar Les Clefs d’Or üyesi olarak concierge mesleğini icra ettim. Daha sonraki senelerde farklı 5 yıldızlı otellerin Concierge Müdürlüğünü üstlendim. Bir dönem Les Clefs d’Or Türkiye Derneğinin Yönetim Kurulu üyesi ve Eğitim Komitesi Direktörü oldum. Bu süre içinde Concierge mesleğinin tanıtımı için onlarca firma ve binlerce katılımcıya eğitimler verdim. Dünyada ve Türkiye’de ilk defa, İstanbul Kültür Üniversitesi iş birliği ile müfredatlı olarak concierge dersini öğrenciler ile buluşturma şansına ulaştım. Halen “Concierge”, “Misafir Memnuniyeti”, “Uluslararası Otelcilik Standartları”, Yorum-Şikâyet Yönetimi” ve “Turizmde İletişim Sanatı üzerine eğitimler ve danışmanlık vermekteyim. Evli ve 3 çocuk babasıyım.

Kerem Katıoğlu, Consierge

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Ben Conciergeyim. Türkçede bu mesleğin karşılığı yok. Misafirlerine üst segment kalite ve hizmet vermeyi hedefleyen konaklama işletmelerinin olmazsa olmaz bölümü. Concierge dünyada 1800’lü yıllarda başlamış. 1920’li yıllarda Fransa ve Avrupa’da popüler olmuş. 1952 yılında uluslararası bir dernek olarak tüm dünyada bilinmiş ve tanınmış. 2000 yılından beri bu meslek ile iç içeyim. Türkiye’de concierge derneği 2003 yılında kuruldu. Derneğimizin eğitim komitesi direktörü olarak uzun yıllar farklı lüks hizmet veren işletmelere eğitimler verdim. Bu süreçte anladım ki tanıtımlarımız çok eksik. Les Clefs d’Or Türkiye Derneği ve İstanbul Kültür Üniversitesi iş birliği ile dünyada ve Türkiye’de ilk defa müfredatlı olarak “Concierge” dersi planladık ve öğrencilerimize bu mesleğin tüm inceliklerini anlatabilme fırsatı yakaladım. Ancak yeterli olmadığını hissettiğim için kitabını yazmak istedim ve hayalim gerçek oldu. Şimdi huzurlarınızda.

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Gerçeği söylemek gerekirse “hiç kimse”.

Türkiye'nin ilk ve tek Concierge kitabınız Alaska Yayınları'ndan çıktı tebrik ederiz. Çoğu okuyucumuzun ilk kez duyduğu bir meslek. Öncelikle okuyucularımıza bu meslekten bahseder misiniz? Ayrıca kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Yukarıda da tarihini açıklamaya çalıştığım gibi değişim dinamikleri gayet yüksek bir meslek. Misafirlerin hayal ettiği ya da yaşamak istediği tecrübeyi hayata geçirmek için çabalayan bir bölümdür concierge. Otellerde odanızı temizletmek istediğinizde kat hizmetlerini ararsınız. Restoranda kahvaltı ya da akşam yemeği servis edilir. Oda servisi misafirlere odalarında yeme içme imkânı sunan bir bölümdür. Ön büroda ise “resepsiyon” misafirlerin giriş, çıkış ve kayıt işlemleri gerçekleşir. Tabi ki sadece bunlar değil daha bir sürü işlem gerçekleşir ancak ben ilk akla gelenleri yazmaya çalıştım. Peki concierge ne yapar? Mesela bir misafir, kızının düğününde adetleri üzerine “Beyaz Fil” ihtiyacı var ise ya da otelde kalırken dalgıçlık yapmak isterse conciergeden bu taleplerini rica eder. Concierge de “memnuniyetle” diyerek işe koyulur, gerçekleştirir.

Okurlarımız bu kitabımızda concierge mesleğinin uluslararası hizmet standartlarını bulabileceklerdir. Peki ne demek oluyor bu? Yani dünyayı gezen bir turist New York’ta beş yıldızlı bir otelde kalırken aldığı concierge hizmetinin tüm standartlarını Tokyo’da ya da İstanbul’daki bir otelde de görmek ister. Bu uluslararası concierge standartlarını kitabımızda okuyucularımız ile buluşturma şansı yakaladım. Turizm otelcilik mesleğine gönül veren ya da bu meslekten geleceğini kazanmak isteyen kişilere dünya standartlarını ulaştırmak istedim.  

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Stefan Zweig olmazsa olmazım. Zor zamanlar geçirmiş ve arkasında muhteşem eserler bırakmış bir yazar. Japon edebiyatı inanılmaz keyifli. Cuniçiro Tanizaki, Ogai Mori vb. Klasik Avrupa’dan farklı yapıları var. Onların sayesinde ışıltının değil gölgelerin daha aranan bir özellik olduğunu anlayabiliyorsunuz. Ahmet Ümit ve Andy Weir heyecan için birebir.

Ben hep çok hayal kurdum. Zaten mesleğimde hayal aleminde yaşamak gibi. Yani önünüze gelen misafir sizden ne isteyecek bilemiyorsunuz. Tekneye mi binmek ister! Konser bileti mi ister, İstanbul’dan Kapadokya’daki balon için rezervasyon mu ister bilemezsiniz. En son Kıvanç Tatlıtuğ ile döner yemek isteyen misafirim gelmişti karşıma. İşte bu durumlarda kitapların yardımları dokunuyor size. Kitap okuyan insan hayal kurar, cevap süresi hızlanır ve o zor anlarda çok hızlı “doğru” kararlar verebilir. Concierge mesleğinin asıl temeli bunlardır ve kitap okumak sizi destekler.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Üzerinde çalıştığım bir kitap projem yok! 4 kitap projem var.

· Concierge 1 (Uluslararası Hizmet Standartları) Yayınlandı.

· Concierge 2 (Misafir kimdir? – Uluslararası Davranışsal Standartlar)

· Concierge 3 (Tanımlanmış Görevler ve Beklenmeyen Talepler)

· Concierge 4 (Yaşanmış Concierge Anıları)

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Concierge pek bilinen bir meslek değil ancak keşfettikçe büyülendiğiniz bir deneyim. Umarım mesleğimi birçok kişiye anlatarak yeni nesillere ilham olabilirim. Teşekkür ederim.

Hayalinin Peşinden Koşan Bir İnsanın Anlatacakları Var

Merhaba Mehmet Cüneyt Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhabalar efendim, tabii. Bazen asosyal bazen ise sosyal. Kısaca kendimi anlatmak gerekirse, insanlara karşı diyaloğum yine onlara bağlıdır. Örneğin bir insan benimle diyalog kurmaya çalışırsa son derece sosyal olduğumu söyleyebilirim, fakat bunun tersi olursa, asosyal olduğum söylenebilir. Hayalciyim, çok hayal kurarım. Olumsuz bir durumda bazen çabuk yelkenleri suya indirebilirim, yani umutsuzluğa düşebilirim. Birazda karamsarım diyebilirim fakat kolayca tekrardan umutlanabilirim. Duygusal mısınız diye sorarsanız, duygusalım evet bazen çok duygulandığım oluyor çoğu zaman ise sabırsız bir insanım. Bazı  zamanlarda her şey bir anda bitsin istiyorum, hiperaktifim çoğu insan da olduğu gibi bende de sinir var. Her duyguları en uç noktalarda yaşarım. Kısaca ben.

Yazar Mehmet Cüneyt Temizel

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Birçok neden sayabilirim; hiçbir şey yapmamak evde her gün aynı günleri yaşamaktansa, birşey yapmalıyım dedim kendi kendime. Ve ilk işim açık öğretim de okumak oldu. Kendimi bildim bileli okumayı çok seviyorum. Türkçe ders kitaplarında şiir, makale, hikâye, ve romanlarının özetini okumak bana acayip haz veriyordu. Yazma merakım ve isteğim o zamanlar başladı.

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

İlk başlarda öyle kendimce yazmaya başladım yazmak hoşuma gidiyordu. Sonra yakın çevreme yazdığım yazıları göstermeye başladım. İlkinde değil de sonraki yazdığım şiir ve denemelerimi beğendiler. E bu da haliyle bana özgüven verdi. Böylelikle yazmaya başladım ve artık bir hayalim vardı o da kitap çıkarmak... 6 aylık bir dergi macerası başlamıştı. 3 kişiden oluşan  bir dergimiz vardı. Ancak çeşitli nedenlerle 3. sayıda maceramız son buldu. Tam ümidi kestiğim zamanlarda Eda Özkan’ı tanıdım ve her zaman destek oldu. Bazen umutsuzluğa düşerken yerinde bana ikazlarda bulundu sonrasında onun aracılığıyla Hayrullah Ercik’i tanıdım. Hayrullah Ercik hocam kitap çıkarma ile ilgili konularda Eda Özkan ile birlikte bana ışık olduklarını söylersem bence bu abartılı bir söz olmaz. 1 seneyi aşkın yoğun uğraşlar sonucu Kalemsiz Şair adlı kitabı çıkardık ve ilk hayalim gerçekleşti...

Bedensel engelinizden dolayı klavyeye burnunuzla dokunarak kaleme aldığını Kalemsiz Şair isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı ve çıktığı ilk günden itibaren yoğun ilgi gördü. Tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Teşekkür ederim; bazen hüzün, bazen neşe hayatımdan birazda kendi hayatımdan esinlenerek yazdığımı söyleyebilirim. Hayalinin peşinden koşan bir insanın sizlere anlatacakları var bi göz atın derim ben.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Başucu kitabım kesinlikle Cemil Meriç'in Bu Ülke Eseri! Etkilendiğim yazarların başında yerlilerde Sabahattin Ali gelir çünkü bana özgün hikayeleri ilk o sevdirdi yabancılarda da Stefan Zweig küçük romanlarında tüm dünyayı sığdırdığını düşünüyorum. Sevdiğim bazı yazarlar, Yaşar kemal, Cengiz Aytmatov, Paulo Coelho ve Jostein Gaarder... Ve yeni yazarları keşfetmek niyetindeyim.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Yeni bir kitap çıkarma niyetim tâbii var, bunun için kendimi geliştirmek istiyorum. İpucu vermem gerekirse ilk kitap bana büyük bir tecrübe oldu. O yüzden daha iyisini yazmaya çalışacağım.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Belki klişe bir söz olacak ama, beni takipte kalın; ikinci kitapta görüşmek üzere esen kalın.

Nazmi Koçyiğit: Şiir Bütün Anlamını Sesle Tamamlar

Merhaba Nazmi Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Öncelikle bana bu fırsatı verdiğiniz için size çok teşekkür ediyorum. Edebiyata verdiğiniz önemi çok önemseyerek size başarılar diliyorum. Aslen 1963 Zara doğumluyum. Anadilim Kürtçedir Alevi inancına sahibim. Nisan 1980 den beri Almanya’da yaşıyorum. Erken emekliyim.

Şair Nazmi Koçyiğit

Sizce şiir nedir? Şiirde olmazsa olmaz dediğiniz öğeler var mı?

Bence şiir bir duygu taşıyıcısıdır. Rotası da göz, kulak, beyin ve kalbe gider. İnsanın gözünde bir yazı, kulağında bir yankı, bir ses, beyninde bir şimşek ve kalbinde merhamet, sevgi ya da mücadele direncidir, hayata bağlanmaktır. Şiirde olmazsa olmaz olan sesli okunup ve çok duygu yüklenilen bir tonla seslendirilmesidir. Şiir, bütün anlamını sesle tamamlar. Yazanlardan daha çok şiirleri kıvamından okuyanlara iş düşmektedir.

Şairlik sizin için ne ifade ediyor? Öykü, deneme tarzında yazılar da yazıyor musunuz?

Benim şiir tarzıma göre şairlik dert edinmektir. Endişelendiğim sorunları, haksızlıkları görmezden gelenlere göstermek, sorunları yaratanlara da karşı duruş sergilemektir. Öykü de ilgi alanıma giriyor tabii ki. Zaten kitabımın son bölümünde öykü ve birkaç yorum yazılarım da yer almaktadır.

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Aslında ben şiirleri okumayı ilkokuldan itibaren çok seviyordum ve bu böyle devam etti. Ta ki kültür derneklerinde faaliyetler yapmaya başlayınca kadar. Birçok değerli şairlerimizin şiirlerini okudukça kendim de şiir yazabilirim aslında diyerek başlamış oldum. Emekli de olunca zaman değerlendirme amacı beni şiir yazmayla buluşturdu. Yazıldığım bütün şiirlerimi önce eşime okuyordum. Yani en başta desteği eşimden aldım. Birde Denizi Boyraci dostum bana yardımcı oldu. Kendisine buradan ayrıca teşekkür ediyorum.

Geçmişten günümüze kaleme aldığınız yetmiş iki şiirinizin yer aldığı İnsan Denizi isimli şiir kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı. Kitabın ismi çok ilgi çekici. Neden İnsan Denizi? Kitabınızda şiir severleri ne tür şiirler bekliyor? İpucu verir misiniz?

Kitabın ismini Alaska Yayınları önerdi, kitabımda yer alan şiirlerimden biridir. Bütün insanlar çokluk anlamındaki tabir ettiğimiz Denizi oluşturdu. Şiirin sonunda “Koçyiğit insan denizinin gemisi hiç batmasın hemi” cümlesi yer alıyor. Burada insanların umutları yok olmasın, dünyaları batmasın gibi mesajlar vermekteyim. Yani deniz insanlardır. Dünyadaki çevre sorunları, savaşlar, göçmen sorunları, tabii ki Türkiye’deki iç sorunların yoğunlukla vurgulandığı şiirler okuyacaklar.

Başucu yazar, şair ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Çok değerli şairlerin şiirlerini okuyorum. Sabahattin Ali, Ahmed Arif, Yusuf Hayaloğlu, Adnan Yücel gibi isimler en çok etkilendiklerimdir. Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Vedat Türkali, Fakir Baykurt, Orhan Pamuk, Selahattin Demirtaş. Bu değerli şair ve yazarların eserlerini gözlerimle alıp kalbime yollayarak kendime bir tarz oluşturmuş oldum. Hümanist bir kişilik olarak sorunları fark eden ve bunların çözümlerinin de var olduğunu bilen fakat herkesin en başta yanlışa sarılmakta ısrarcı olduğunu gören biri olarak elden bir şeyin gelmediğini şiirlerimle anlatarak isyan etmeye karar verdim.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Şimdilik bir şey yok; zamanla bakarız ki bir öykü yollara düşmüş olabilir.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Değerli okuyuculara şunları söylemek istiyorum. Kitap okuyan her biriniz bu okuma alışkanlığını bir başkasına bulaştırın. Bulaştırın ki kötülük hiç kimseye bulaşmasın. Tüm insanların yaşanabilir bir dünyada kardeşçe yaşamak için olmazsa olmazı olan barışı sağlama çabaları içinde olmalarını diliyorum.

Yazarlar Hakkında Absürt Bilmeceler Komik mi?

İlginç kitap çalışmalarıyla dikkatleri çeken (yani dikkat çekmeye çabalayan) yazar Polat Onat, eski tuhaflıklarını gölgede bırakacak yepyeni bir kitapla ortaya çıktı: “Ünlü Yazarlarla İlgili Tuhaf Bilmeceler” Toplam 1340 yazarın tek tek geçit töreni yaptığı 172 sayfalık kitapta, edebiyat tarihinin en meşhur klasik yazarlarından, günümüzün genç şairlerine uzanan bir yelpazede birçok isim tuhaf esprilerin hedefi oluyor.

Yazarlar Hakkında Absürt Bilmeceler

Kitap beş bölümden oluşuyor:

I. BÖLÜM     Ünlü Yabancı Şair ve Yazarlar

II. BÖLÜM   Ünlü Yerli Şair ve Yazarlar 

III. BÖLÜM  Edebiyatımızın ‘En’leri 

IV. BÖLÜM   Günümüz Şairleri 

V. BÖLÜM    Günümüz Yazarları 

Edebiyat özelinde kitap okumayı sevenlerin aşina oldukları birçok yazar; isim ve soy isimlerinin ya da eserlerinin çağrışımlarıyla Polat Onat’ın radarına takılmış. Yeni bir tarz deneme iddiasındaki bu cüretkâr çalışma, Kent Kitap etiketiyle çıktı.

Borsada yüklü yatırımları olan Polonyalı kadın şair:

Wislawa SZYMBORSKA


Arkadaşlarınca “Ver lan!” diye azarlanan Fransız şair:

Paul VERLAINE


Hidroelektrik santral yanlısı Alman şair:

Hermann HESSE


Ülkesindeki Bulgarları kovma yanlısı Rus yazar:

Mihail BULGAKOV


En bölücü Alman yazar:

Heinrich BÖLL


Okurlarınca yuhalanıp sert tepkilere maruz kalan Çinli yazar:

Yu HUA


Sürekli artan pahalılıktan şikâyetçi Rus yazar:

Yevgeni ZAMYATİN


“Auer” marka şofben kullanan Alman yazar:

Arthur SCHOPENHAUER


Yeteneğin kalıtsal yolla edinileceğini savunan şairimiz:

Halit Fahri OZANSOY


Her duruma uyumlu, ikinci yeni şairimiz:

Turgut UYAR


Pranga eskitme ustası olarak bilinen şairimiz:

Ahmed ARİF


Her müsabakada yenen Divan şairimiz:

Şeyh GALİP


Gereksiz yere şiir yazan Divan şairimiz:

FUZÛLÎ


Bombayla kaşağının diyetini ödemiş, hikâye ustası yazarımız:

Ömer SEYFETTİN


Son derece mukaddesat sahibi yazarımız:

Hamdullah Suphi TANRIÖVER



Ulaş Pakir: Kitaplar Gizli Dünyalara Açılan Kapılardır

Merhaba Ulaş Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Öncelikle teşekkür ediyorum. Kendimden biraz bahsedersem, 2 çocuklu bir ailenin büyük olan çocuğuyum. Babam işçi emeklisi, annem ise ev hanımıdır. Yaşantımın bir kısmını Ardahan'da, uzunca bir kısmını da halen yaşamakta olduğum İstanbul' da geçirdim. Bu sebeple memleketim var. Geçmişimi unutmuyorum, günümüzden kopmamaya çalışıyorum. Evliyim 2 çocuğum var. Bir yandan onlarla ilgilenmeye bir yandan yazmaya ve kalabalık bir şehirde hayatımı devam ettirmeye çalışıyorum.

Yazar Ulaş Pakir

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazmaya ilkokul döneminden beri başladım. defterlerimin arka sayfalarına sürekli birşeyler karalardım; bazen bu bir şiir olurdu bazen arkadaşlarımın ilgisini çekecek fıkralar olurdu. özgün olmaya alışırdım. İçine kapanık biriyimdir. Yazdıklarımın beni ifade etmesine özen gösterirdim. Aslında yazmak benim için kendini ifade etmenin yazımsal boyutuydu. Söyleyemediklerimi yazı yolu ile anlatırdım şimdi bile öyledir. Yirmili yaşlarda kitap yazmaya karar verdim ama hep belli noktalarda bıraktım. Kimi zaman beğenmedim kimi zaman başka şeylerle uğraştım. Son 3-4 yılda kararımı verdim eğer yazacaksam bunlar yarım kalmayacaktı. Çünkü yazılıp kaybolan çok projem var. 'BİR DEĞİŞİMİN ANATOMİSİ' de pandemi döneminde evde kaldığım 10 günlük dönemde yazdım. Sonradan bazı rötuşlar yaparak kitaplaştırdım. Bundan başka bir tane bitmiş romanım ve çok güvendiğim şu an tasarlama aşamasında olduğum projem daha var.

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Herkese teşekkür ediyorum öncelikle eşim Burcu hep yanımda oldu. Bana cesaret verdi. Adil Korkmaz çok değerli bir arkadaşım sürekli kitap çıkarmam konusunda teşvik etti. Geochem firmasına ayrıca teşekkür ediyorum sanatın yanında olmaya ve gelişmesine her zaman katkıda bulunuyorlar. Erdinç Özdemir, Ertan Demirci ve iş arkadaşlarıma özellikle teşekkür ederim. Edebiyatseverlerin okuduktan sonra yaşama ve insanlara bakışını değiştirecek olan Bir Değişimin Anatomisi isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı. Tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Kitabımızda aslında toplumun bireyi olarak insanın yolculuğundan bahsediyoruz. toplumun bize dayadığı beklentiler ve bizim kendimizden beklentilerimiz...  Gerçek benlik ve ideal benlik arası çatışmalar gözler önüne sergileniyor. Kazanan kim olacak? Sosyolojik olarak bireyin yapı içindeki konumu psikolojik olarak özsel dışavurumlar var. Biliyorsunuz bir kişi olduğunda psikoloji iki kişi olduğunda sosyoloji oluyor. kitabımızda bunun bir harmanlanması var. Bu kitabı okuduğunuzda kendinize ve çevrenize bakışınız değişecek; neden mutsuz olduğunuzu nasıl mutlu olacağınızı öğreneceksiniz. Sizden beklenilenleri sizin beklentilerinizle karşılaştıracaksınız. Toplumsal rollerin altındaki gizemli perdeyi açıp gerçeği görmeye çalışacaksınız.  

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Kitap okumayı severim. Beni en çok etkileyen kitaplardan birisi, 'BİR İDAM MAHKUMUNUN SON GÜNÜ' dür. Victor HUGO bu kitapta duyguyu çok iyi vermiş. Kitabı okurken o anı yaşıyorum, idamı bekleyen kişi gibi hissediyorum. büyük usta bunu yazarken 26 yaşındaymış ve bu kadar içten ve gerçekçi olması büyüleyici... İdam cezasını protesto etmeyi amaçlamış başarılı da olmuştur. Bugün dünyanın birçok yerinde idam cezasının kalkmasında büyük etkisi vardır. Edebiyat yaşatır, sanat huzurdur.  

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet halihazırda bir kitabım bekliyor. Bu sefer bir çocuğun hayal dünyası ve karşılaştığı olaylar var. Karşımızda 80'lerin ekran çocuğu ve siyah-beyaz televizyon olacak. Sonunda renklere kavuşacak ama bakalım istediği gibi olacak mı?

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Sevgili okurlara tavsiyem kitap okumayı eksik etmesinler çünkü kitaplar gizli dünyalara açılan kapılardır. Orada her istediğinizi bulabilirsiniz; sevebilir, şaşırabilir, düşünebilir ve fark edebilirsiniz. Kitapların dili vardır sizinle konuşur. İyi bir dost mu arıyorsunuz? kitaplara bakın...

Öğrencilere Edebiyatı Sevdirmenin Yolları

Mezun olduğunda iyi bir okur olarak üniversiteye gitmiyorsa bütün suç öğrencide mi? Bu soruya gönül rahatlığıyla evet ya da hayır diyemeyiz. Öğrencide okuma kültürü oluşturmak sadece öğrencinin sorumluluğunda değil. Aileye ve öğretmenlere çok iş düşüyor. Ders kitaplarında  öğrencinin okuma anlama kavrama düzeyine uygun metinler seçmek Talim Terbiye Kurulu’nun görevi. Konu okuma kitabı seçmeye gelince  rehberlik aileye ve öğretmenlere düşüyor. Orhan Kemal’in, Yaşar Kemal’in toplumsal gerçekleri anlatan metinleri yetişkin okurlar için nitelikli metinlerdir. Fakat bu metinleri 5.sınıf öğrencisine verirsek ondan bu metinleri zevkle okumasını bekleyemeyiz. 

Öğrencilere Edebiyatı Sevdirmenin Yolları

Onun yaşına uygun kitaplar bulup tavsiye etmek, satın almak  ailenin bu konuda bilinçli olmasını gerektiriyor. Hadi kızım, hadi oğlum, bak bu kadar para verdim, kitap aldım, oku bakalım deyip televizyonun karşısına geçmek çocuğu cezalandırmak anlamına geliyor. Çocuktan istediğin davranışı sen yapıyor musun? Yapmıyorsan çocuk niye yapsın? Marketten alışveriş yaparken aldığımız ürünün markasına bakıyoruz, son kullanım tarihini kontrol ediyoruz, ürünle ilgili yakın çevremizle fikir alışverişinde bulunuyoruz. Halbuki aynı duyarlılığı kitaplara göstermiyoruz. Çocuğumuza aldığımız kitabın içeriği nedir, dil özenli kullanılmış mı, yazarı hakkında ne biliyoruz, bu konulara dikkat etmiyoruz. Yabancı bir eserse çeviriye önem verilmiş mi, bu kitabı okumasının çocuğumuza faydası ne olacak? İşin bir de maddi yönü var. Kitaplar eskisi kadar ucuz değil. Yüksek ücretler verilip içeriği yararsız kitaplar alınacağına çocuğun daha önemli ihtiyaçlarının giderilmesi sağlanabilir.

İyi bir kitap çocuğumuza birçok özellik  katar. Kelime dağarcığı gelişir, düşünce ufku genişler, insanları, çevresini, doğayı daha iyi tanır. Beden eğitimi de meslek seçimi de daha sağlıklı olur. Çocuğa okumayı sevdireceksek bunu zorla, not kaygısıyla değil ikna edici yöntemlerle yapmak zorundayız. Çocuk Edebiyatı konusunda Türkiye’de çok yol kat ettik. İlköğretimde önlerine koyabileceğimiz nitelikli kitaplar var. Gülten Dayıoğlu, Behiç Ak, Sevim Ak, Koray Avcı Çakman, Buket Çetin gibi başarılı yazarlarımız var. Küçük Prens, Küçük Kara Balık gibi çocuklarımızın sevebileceği metinler var. Bu kitaplara ulaşmak o kadar da zor değil.

Yetişkin okurların sürekli bahsettikleri kitap okurken kağıdın kokusunu hissetmeliyim gibi söylemlerin öğrencilerde herhangi bir karşılığı yok. Onlar metinleri cep telefonu, tablet gibi olanaklardan takip etmeyi tercih ediyorlar. Edebiyatı, teknolojiyi yasaklayarak değil kullanarak sevdirmek mümkün.

Edebiyat geleneğimizde çocuklara, gençlere edebiyatı sevdirecek güzel örnekler var. Bu örnekleri onlara aktararak dillerini, kültürlerini sevdirmemiz gerekiyor. Öğrencilere edebiyatı sevdirecek birkaç örneği sizlerle paylaşmak istiyorum:

Ağaca bir taş attım

Düşmedi taşım

Düşmedi taşım

Taşımı ağaç yedi

Taşımı isterim

Taşımı isterim

Orhan Veli Kanık


Affan Dedeye para saydım

O da sattı bana çocukluğumu

Ne ismim var artık ne yurdum

Bilmiyorum kim olduğumu

Cahit Sıtkı Tarancı


OH  yavrular

Seyrederken sizi her gün penceremden

Hatırıma neler gelir

Mazi o bir definedir

Vaktiyle biz

Ne sıkıntılar çekmişiz

Okumak öğrenmek için

Düşündüm de güldüm demin

Size ne mutlu çocuklar

Güzel kitaplarınız var

Öğretmenleriniz de iyi

Öğretiyorlar her şeyi

Tahta sıra hep mükemmel

Hiçbirisi yoktu evvel

Hasırlarda sürünürdük

Evlere hep cahil döndük

Okuyunuz

Okuyanlar çok şey bilir

Çok şey yapar

Muradına onlar erer

Okumalı oynamalı

Hiç işsiz oturmamalı

Bize göre bugün birer

Küçük bilginsiniz sizler

Tevfik Fikret

Yazar Güz: Matruşka

Erkek “anlattıklarını anlıyorum” dedi sarılarak kadına. Kadın düşündü “hayır anlamıyor, anlayamıyor, anlaşılmak bu kadar zor mu? Üstelik anlamadığını kabul etmek yerine, hala ısrarla reddediyor beni anlamadığını…” 

Yazar Güz: Matruşka

Hepimiz zaman zaman bu gibi diyalogları eşimizle, sevgilimizle, ebeveynlerimizle, çocuklarımızla yaşamışızdır. Anlaşılmak, fark edilmek, yürekten duyulmak bu kadar mı zor? Ne kadar kolay gibi geliyor oysaki! Anlat kendini karşı taraf dinlesin, o da anlatsın kendisini, bizde onu dinleyelim. Mis gibi bütün problemler çözülür gibi geliyor dışardan bakan gözle, öyle değil mi?  Gel gör ki, günlük hayatta işler hiç de öyle işlemiyor. 

Anlaşılmak, kendini anlatmak maalesef bazen kolay olmuyor.  Kendimize bile saklı kalan, farklı koşul ve dinamiklerde ortaya çıkmak üzere tetikte bekleyen matruşka misali açıldıkça içimizden çıkan hepsi birbirinden apayrı, fakat aynı bütünün bir parçası olan kimi karanlık, kimi aydınlık yanlarımızı kendimiz fark edip, anlayıp, kabule geçiyor muyuz?  Dışladığımız gölge yanlarımızı, kendimize bile itiraf etmekten korktuğumuz taraflarımızı bir başkası nasıl anlayıp, kapsayıp hoş görsün! 

Kimi zaman, farklı deneyim ve koşulda kendi kendimizi bile şaşırtırken, alamam sandığımız riskleri alır bulurken birden kendimizi, asla bırakamam sandıklarımızdan vazgeçerken, korktuğumuz zorlu durumlar başımıza geldiğinde bir kaplan edasında güçlenerek çıkarken içinden, “ben” diye tanımladığımız şeyin ne kadar değişken ne kadar dinamik ve esnek bir tanıma oturduğunu gerçekte fark etmemek mümkün mü?  Kendini tanıma yolculuğu öyle bir yolculuktur ki hayatın ilk nefesinde başlar, ömür boyu sürer; bazen incindiğimiz duraklarda, bazen kendimizi zirvede hissettiğimiz mevkilerde, bazen en sevdiğimizin cenaze töreninde, bazen çok sevilenden vazgeçilen anda, bazen en büyük hayalimiz gerçekleştiğinde, bazen en sırtımızdan hançerlendiğimizi hissettiğimiz anda… Öğrenerek, dönüşerek, değişerek, esneyerek, kapsayarak, azaldığımızı sandığımız anlarda ironik bir şekilde çoğalarak… İnsan kendisini tanıdıkça tüm diğer insan olma hallerini, başkalarının yaşam  yolculuklarını daha anlar tanır,  kapsar kıvama geliyor.  İşte, o noktada başlar tanış olma halleri. 

Bana sorarlarsa, biz bu hayata kendimizi tanımaya, kendi insan olma hallerimize şahitlik etmeye geldik. Ancak,  günlük hayatın koşuşturması içinde, illüzyonist uyaranlara kapılıp, ego, hırs, çocukluk şemalarımızın, alışkanlıklarımızın ve toplumsal yönlendirmelerin etkisiyle ihtiyaç, öncelik, zorunluluk sandıklarımızla oyalanarak, yaşam mücadelesi ve koşuşturması olarak tanımladığımız şeylerle ömrü tüketmekle meşgulken, en çok uzaklaştığımız kendi özümüz değil mi? Biz kendimize bu kadar uzak düşmüşken, âşık olduğumuz o kişi bize ne kadar yakın olabilir? Bu mümkün mü? 

İnsan olma hallerimize farkındalıkla daha yakından bakıp, her halimizi sevgiyle kucaklayıp, kendi içimizde tam ve bütün olmanın doyumuyla, özümüzü gerçekten gördüğümüz günlere, hallere neşe, sevgi, coşku ve aşkla varmak üzere…

Yazar Güz


Hüseyin Avni Cengiz: Dar Vakitler 1

"Bir ömür yeter mi ki bir ömrü yaşamaya.” demiştim tek mısralık bir şiirimde. Rahmetli annem, ölüm komasına girmeden birkaç gün önce sayıklamaya başlamıştı. Kendi kendine konuşuyordu. Kardeşim, annem ne konuşuyor diye farkına varmadan dinlemiş onu. Sadece bir cümlesini anlayabilmiş: “Ben bu ömür macerasından hiçbir şey anlamadım.”

Hüseyin Avni Cengiz: Dar Vakitler 1

Evet, hangimiz bir şey anlıyoruz ki bu maceradan! Geleneksel anlamıyla “dar vakit”, Güneş batmadan yaklaşık yarım saat önce başlayan ve güneş batana kadar geçen süredir. Hepimiz dar vakitlerdeyiz galiba. Elbette zaman göreceli bir kavram. Fakat edebiyatta, ömrümüzün gereğinden uzun olduğu hatta gereği kadar uzun olduğu hiç söylenmez. Daima ömrün kısalığına vurgu yapılır. Kimi bir nefese indirmiş hayatı kimi göz açıp kapamak kadar kısa olduğunu söylemiş ömrümüzün. Hiç düşünmüş müyüzdür acaba masallar neden “Bir var bir yokmuş.”la başlar. Evvel zaman içinde; kalbur saman içinde… 

”Geldi geçti ömrüm benim şol yel esip geçmiş gibi/Hele bana şöyle geldi şol göz yumup açmış gibi.” Yûnus, ömrümüzün bir rüzgârın esip geçmesi kadar kısa olduğunu söyler birinci dizede. Bu süreyi de uzun bulmuş olacak ki sevgili Yunus, göz açıp kapamak kadar kısadır, der sonraki mısraında.  Can Yücel bir şiirinde: ”Ömür dediğimiz nedir ki ?/Çay bardakta/Soğuyana dek geçen zaman/ Çayınız bardakta soğumadan/Tadıyla için hayatı” der. Şüphesiz Yunus’tan daha uzun bulur ömrümüzü. Düşünün çayın bardakta soğuması göz açıp kapama süresinden daha uzun değil midir?  “Siz geniş zamanlar umuyordunuz/Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek./Yılların telâşlarda bu kadar çabuk/Geçeceği aklınıza gelmezdi.” der Behçet Necatigil.  Konumuz bağlamında bu dizelere yer vermeseydim olmazdı elbette. “Ömür, temmuz güneşi karşısında kardır.” diyor Şeyh Sadi. Bu da ilginç bir benzetme. 

Ve “Ben bir günün, bir saniyenin bir ömür olduğunu öğrendim.” diyerek Yaşar Kemal konuya biraz farklı bir yaklaşım getirmiş oluyor. Yani ömrün kısalığına değil de her anın bir ömür kadar uzun ve önemli olduğuna vurgu yapmış gibi görünüyor. En güzel benzetmeyi galiba İranlı büyük şair Hafız yapmış. Eski zamanlarda kervanlar günlerce yolculuk yaptıktan sonra konaklama yerlerinde dinlenirmiş. Kervan tekrar yola çıkacağı zaman bir kervan görevlisi, “Haydi haydi haydi, kervan yola çıkıyor, yüklerinizi bağlayın develere!” diye bağırarak çan çalarmış.  E tabii insanlar da 5-10 dakika olsun dinlenmeye devam ederlermiş tembelliklerinden veya yorgunluklarından. İşte Hafız, ömrü, sevgiliye (yani en sevgili’ye) giden yolun konaklarında birazcık eğleşmeye benzetiyor. Ama ne diyor sonra:  Dinlenme bitti, yani ömür bitti; kervan tekrar yola düzüldü, sizse tembellik ediyorsunuz. Oysa bakın çanlar feryat edip duruyor. Biraz da Fars dilinin edebî gücünden olmalı; “Ceres feryâd” şeklinde öyle etkili söylüyor ki bunu adeta kalbimizi titretiyor Hafız.  Yani ömrün hangi çağında olursak olalım aslında mola bitti, kervan da yola düzüldü, bizse hemen kervana katılabilecek bir mesafede eğleşiyoruz. Lakin öyle pek de huzurla, keyifle, güvenle oyalanıyor değiliz burada. Çünkü çanlar feryat edip duruyor: Hemen katılmak zorundayız o kervana. İşte ömrün süresi… 

E öyleyse? 

* “Sevgiliye giden yolun konaklarında nasıl istirahat edebilir, nasıl zevk ve sefaya dalabilirim? Çan, yükleri bağlayın diye feryat edip durmakta.” Abdülbaki Gölpınarlı çevirisinden… 

Kadir Ersoy: Mikro Minyatür Müzesi

Yakınına kadar gidip seyredilmesi tavsiye olunur. Çünkü ne heybetli bir heykel olduğunu yakınına gittiğinizde daha iyi anlarsınız. Gözünüzde canlandırabilmeniz için bizim Galata Kulesi yüksekliğini düşünün derim. Dev yapıta ulaşıncaya kadar çeşitli ilginç heykellerden ve gayet güzel panaromaya sahip meydanlardan geçersiniz. Heykel bu ülkenin kurtuluşunda kadınlarının büyük rolünü simgeliyor. Alt katı ise savaş müzesi. Bu heykeli ziyaret ettikten sonra hemen yakınındaki “Lavrskaya caddesinden kıvrılırsanız yine dev gibi bir kiliseye rastlarsınız. Bu kilisenin içindeki bir odanın ismi ise “Mikro Minyatür Müzesi”. Benim size asıl anlatmak istediğim yer orası.

Kadir Ersoy: Mikro Minyatür Müzesi

Merakımdan bilet alıp bu müzeye girdim. İçeri girince şaşırdım. İçinde hiçbir şey olmayan boş bir oda.  Garip garip etrafıma bakınıyordum. Duvarlarında asılı ne olduğunu pek anlayamadığım, kapılardaki gözetleme deliklerine benzeyen minik bir şeyler vardı. İçerdeki bekçi kılıklı bayan bu tepkilere çok aşina olduğu için gülüyordu, bize doğru yanaştı ve

“Duvardaki o küçük şeylere yaklaşın ve gözünüzü dayayıp dikkatlice bakın “dedi. Yaklaşınca duvarda minik dürbün gibi kalın camdan yapılmış yuvarlak büyülteçleri fark ettim. Gözümü büyültece yaklaştırınca garip bir şeyler gördüm. Normal gözle duvarda bir sinek pisliği zannettiğim şeyin büyülteçle bakınca bir saç teli üzerine çizilmiş lale resmi olduğunu anladım. Belki büyülteç 125 defa büyütüyor da ondan seçebiliyorum bu görüntüyü, yoksa çıplak gözle, demin dediğim gibi, sanki duvarda bir sinek pisliği. Tabi hemen merakla diğer sinek pisliklerini çözebilmek için öteki büyülteçlere doğru yöneldim. Her büyülteç beni daha da şaşırtıyordu. Kiminden bakınca dünyanın en küçük saatini, en küçük kitabını gördüm. Küçük kelimesinin ne kadar küçüğü ifade ettiğini anlayabilmeniz için diğer gördüğüm şeylerden örnekler vereyim. Bir pirinç tanesi üzerine işlenmiş bir kadın portresi, bir toplu iğne başının üzerine çizilmiş meşhur bir ressamın eseri (örneğin Mona Lisa). Merakla gözümü büyülteçden çekip tekrar duvara baktığımda kesinlikle yine sadece sinek pisliği görüyor gibiydim. Nasıl bir sanatkar bunu çizebilir veya yapabilir?

Daha sonraki yıllarda her Kiev’e gidişimde kendim veya eğer bir arkadaşla gitmişsem onun da görmesi için bu minyatür müzesini ziyarete gittim. Ve bir keresinde şansım yaver gitti. Kapıdaki kadın görevliye bunları kim yapmış diye sorduğumda Nikolay Syadristy dedi ve eğer görmek istersek o gün üst katta olduğunu söyledi. Kaçırır mıyım, hemen fırladım üst kata çıktım ve bunları yaratan sanatkarla orada tanışma şerefine eriştim. Kendisi meğerse yıllar önce Türkiye’ye de gelmiş ve önemli makamlardaki kişilerle fotoğraflar çektirmiş. Duvara astığı bir gazete üzerinde gördüm, Adnan Menderes ile resmi var mesela. Bizim kısa pantolonla dolaştığımız zamanlardan herhalde. Bu ilginç sanatla ilgili biraz görüştük. Sohbetimizin sonuna doğru kendisine “Bu sanatı gençlere de öğretiyorsunuz değil mi?” diye bir soru yönelttim.

“Maalesef yeni nesil buna hiç ilgi göstermiyor, oğlum bile acele yoldan para kazanabileceği bir meslek arıyor” dedi. Gülümsedi. Ama buruk bir gülümseme idi.

“Yani bu sanat ben öte tarafa gittiğimde bitecek” diye ekledi. Bir tuhaf oldum. İçimden “ Bu haksızlık” diye geçirdim.Yolunuz düşerse bu dünya harikası eserleri mutlaka görün. Günümüzde bir tuvalin üzerine iki fırça sürüp pahalı sergilerde gösterime sunarak kendilerini “Sanatçı” zannedenlerin bunları görmesini ise özellikle isterim. Tabii anlarlarsa…

Kadir Ersoy

Edebiyat, Kültür ve Sanat: Üç Güç Bir Arada

Bir toplumun ruhunu yansıtan bu üç unsur, birlikte insan deneyiminin zenginliğini ve çeşitliliğini temsil eder. 

Edebiyat, Kültür ve Sanat: Üç Güç Bir Arada

Edebiyat: Kelimelerin ve hayal gücünün gücüyle, edebiyat bize geçmişten gelen hikayeleri, günümüzün gerçeklerini ve geleceğe dair umutları aktarır. Romanlar, şiirler, oyunlar ve diğer edebi eserler aracılığıyla, toplumların değerlerini, inançlarını ve geleneklerini keşfedebilir, farklı bakış açıları edinebilir ve kendimizi daha iyi anlayabiliriz.

Kültür: Bir toplumun ortak hafızası ve kimliği olan kültür, dil, gelenekler, sanat, inançlar ve değerler gibi unsurlardan oluşur. Edebiyat bu unsurların korunmasına ve gelecek nesillere aktarılmasına katkıda bulunur. Aynı zamanda, farklı kültürler arasındaki anlayış ve hoşgörüyü geliştirmek için de önemli bir araçtır.

Sanat: Görsel, işitsel ve performans sanatları da dahil olmak üzere sanat, duygularımızı ifade etmemize, dünyayı farklı bir şekilde görmemize ve estetik bir deneyim yaşamamıza olanak tanır. Edebiyat eserleri, resim, heykel, müzik, tiyatro ve dans gibi sanat dallarıyla etkileşime girerek daha derin anlamlar kazanabilir ve daha geniş bir kitleye ulaşabilir.

Üç Güç Birlikte:

Edebiyat, kültür ve sanat birlikte çalışarak:

Eleştirel Düşünmeyi Teşvik Eder: Bu üç unsur, karmaşık konular hakkında düşünmeye ve farklı bakış açılarını değerlendirmeye teşvik ederek daha bilinçli ve katılımcı bireyler yetiştirmeye yardımcı olur.

Yaratıcılığı Besler: Edebiyat eserleri, sanat eserleri ve kültürel deneyimler, hayal gücümüzü ve yaratıcılığımızı besleyerek kendimizi ifade etmemize ve yeni şeyler üretmemize olanak tanır.

Toplumsal Değişimi Teşvik Eder: Edebiyat eserleri ve sanat eserleri, sosyal adaletsizliklere ve eşitsizliğe karşı ses yükselterek ve yeni fikirler sunarak toplumsal değişimi teşvik edebilir.

İnsan Bağlarını Güçlendirir: Edebiyat, kültür ve sanat, ortak deneyimler ve duygular aracılığıyla insanlar arasında bağlar kurmaya ve güçlendirmeye yardımcı olur.

Mehmet Sayan

Mehmet Memdoğlu: Sevgi Dili

Sevgi, her insan için bir ihtiyaç olup, eksikliği; maddi ve manevi olumsuz sonuçlar doğuran bir duygudur ve ruhun temel ihtiyacı olarak kabul edilmektedir. Yaşadığımız çağda israf ettiğimiz değerlerden biridir “sevgi.” Popüler kültürün dayattığı tüketim ve dünyevileşme hırsı, gerçek sevgiye engel olmakta. İsmet Emre bir yazısında: “Gecikmiş sevgi bir gün, bir yerde, bir yerinde insanın mutlaka yara açar. O yara bazen kederli bir hatırlama, bazen geri dönüşsüz müzmin bir hastalık, bazen de artık ertelenmeye güç yetirilmeyen ölümün ta kendisi olur” diyor. Hayat dengemizi sevgi kültürü üzerine inşa etmek istiyorsak, sevdiğimiz insanlara sevgimizi açık bir dille ifade etmeliyiz.

Mehmet Memdoğlu: Sevgi Dili

-Kendimizi ne kadar seviyoruz? (Kastımız, bencillik ya da narsizim değildir)

Kimi, ne kadar ne zaman seveceğimizi bilemez olduk. Hak edeni hak ettiği kadar sevebilirsek, o zaman “sevgi” gerçek değerini bulur. Sevgi, kişinin karakterinde filizlenir, hayatına tatbikte can bulur, güzel ahlakıyla taçlanır.

-Aile fertlerimizi ne kadar seviyoruz?

Aile içerisinde en çok eşler birbirlerini sevmeli. Erkeğin kadını sevmesi ve bunu davranış ve sözleriyle eşine hissettirmesinin semeri, sevgiye doymuş mutlu bir anne ve bu mutlu annenin şekillendirdiği/şekil verdiği çocuklardır. Çocuklar, anne ve baba ilişkilerinde görüp, hissedip, tecrübe ettikleri sevgiyi kendileri için de ölçü alacaklardır. Ebeveynlerin çocuklarını sevgiyle büyütmesi, yağmurun susuz toprağa can verip şifa olduğu gibi çocukların kalbine huzur vererek, şifa olur.

-Sevdiklerimiz bizim için ne/neler ifade ediyor?

Sevdiklerimiz, dünya için huzur ve mutluluk, ahiretimiz için saadet sebebi olmalı. Sevmek ve sevilmek için yaratılmış olan insan, sadece yakınlarına değil, her insana sevgi ve tebessümle muamele etmeli.

-Bizim için sevgili kim ya da kimlerdir?

Sevgili, sevilendir. Bu demektir ki seven için aile bireylerinin tamamı sevgilidir. Diyebiliriz ki sevgili annedir, babadır, eştir, evlattır, kardeştir; dosttur, arkadaştır…

Her insan ayrı bir dünyadır. Sevgi dışında hiçbir güç insanın kalbini fethedemez, her türlü değişim ancak ve ancak sevginin mührü ile gerçekleşebilir. İnsanı keşfetmenin en tesirli yolu, muhatabının kalbine sevgi ilacıyla yapılan dokunuştur. Sevgi tohumlarının aydınlatamadığı bir dünya, sunî aydınlatma cihazlarıyla aydınlatılsa da hakikatte karanlıktır.

Özcesi, sevgi şifadır, insanı güzelleştirir. Sevgi için zaman ve mekân mefhumu yoktur ve sevginin dokunup da yeşertemediği ruh yoktur.

Sevgi israfı, kalbi yorar; evet. Buna rağmen, toplum olarak, temeli sevgi, duvarı merhamet, direği hakkaniyet, çatısı adalet olan bir medeniyet inşa etmemiz elzemdir.

Sevgiyle…

Orkun Cabi: Taksi Dolmuş

Okulum da Beşiktaş’ta idi. Her sabah yakalayabilirsem Beykoz’dan  gelip sırasıyla; Kanlıca, Anadoluhisarı, Kandilli, Bebek, Arnavutköy, Ortaköy  iskelelerine uğrayan 7:40 vapuru ile Beşiktaş’a giderdim. Vapur  Beşiktaş’tan sonra Eminönü’ye devam ederdi ama tabi benden sonra tufan, bu beni pek ilgilendirmezdi. Vapurdan inince Serencebey yokuşuna sarıp, bir de okula kadar yokuş yukarı koşmak zorunda kalırdım derse fazla geç kalmamak için. Kan ter içinde genelde 10 dakika geç girerdim sınıfa ama hocalar  halime acırdı herhalde, uzaklardan geldiğimi bildikleri için, yok yazmazlar, geç kağıdı istemezlerdi çoğu zaman.

Orkun Cabi: Taksi Dolmuş

Tabi bir çocuk için biraz meşakkatli bir yol olsa da asıl sorun vapuru kaçırınca idi. Beykoz’dan gelen otobüslere kalırdı işim. O otobüsler de çaka çaka dolu olunca , beyhude bir bekleyiş başlardı.  Bekleyip bekleyip dolu olduğu için durmadan geçen otobüslerin içindeki hamsi kasasına yüklenmiş balıklar gibi giden,  yüzleri  cama yapışan insanlarla göz göze gelirdim durakta. Acaba o otobüsün içinde burnum cama yapışarak gitmek mi, dışarda rahat nefes almak mı daha iyi sorusu geçerdi aklımdan, durmadan geçen otobüslerle beraber. Her geçen dakika biraz daha ümitler tükenirdi, okula zamanında varma bakımından. O noktada garip düşünceler alırdı beni, kendi kendimi rahatlatmak için tuhaf bahaneler üretmeye başlardı beynim. Birden çok kaderci olurdum. Bugün geç kalmak benim kaderim mi acaba gibi düşünceler dönmeye  başlardı kafamda.  Kaderimde geç kalmak yoksa, ben geç kalsam bile belki hoca da geç kalır, belki hoca gelmez, ilk ders boş geçer gibi kendimce geç kalmanın kader olduğuna inandıran düşünceler üretirdi beynim.

Bir de bazı sabahlar okula giderken hele o gün sınav varsa ve çalışmamışsam; ki tembel bir öğrenci olduğum için genelde de çalışmaz ve hazır hissetmezdim kendimi. İdama götürülen mahkum gibi başıma geleceği bildiğim halde cezamı çekeceğim yere doğru kendi ayaklarımla giderdim mecburen. Evden iskeleye yürüdüğüm yaklaşık bir kilometrelik yolun ortalarına doğru yanından geçtiğim çöp konteynırlarının üstünde gördüğüm kedilere bile özenirdim. Onların yerinde olmak isterdim. Çok gamsız ve rahat görünürlerdi. Ne güzel, ne sınav stresleri var ne okula yetişme dertleri var diye geçirirdim içimden. Kedilerle de göz göze gelince hep şunu  hissettirmişlerdir bana; kendilerini dünyanın merkezi gibi görüyorlar  ve etraflarındaki herşey kendileri ile ilgili, onlar Dünya’nın merkezi, herşey onların etrafında dönüyor sanki. Bir menfaat gelir mi beklentisi ya da bir tehlikeye maruz kalır mıyım dikkati ile kesiyorlar sürekli çevrelerini.

Birgün yine vapuru kaçırıp otobüs durağından beklerken, durakta durmadan geçen  birkaç otobüsten sonra vakit de epey daralınca ve artık okula yetişme ümitlerimin kaderi zorlama limitine dayandığı anlarda başvurduğum son çareye başvurmak zorunda kalmıştım. Son çare aniden dolmuş şeklini alan o zamanların Tofaş Şahin marka taksileri idi. Üsküdar’a boş dönmemek için, müşteri bırakan taksiler, durağa yanaşıp dolmuş yaparlardı. Ön koltuğa iki kişi, arkaya da üç kişi alıp Üsküdar’da bırakırlardı yolcuları. Taksi parasını beşe bölmek gibi bir şey oluyordu yolcular için bu.

O sabah otobüsten biraz daha pahalı olan dolmuşa aniden binmeye kara verdim. Ben arkaya oturdum, yanıma da bir kız ile bir erkek, sanırım sevgili olan iki kişi bindi. Öne de iki adam yan yana sığmak zorunda kaldı taksicinin yanındaki tek koltuğa. Başlangıçta herşey normaldi. Herkes paralarını ödedi. Yolculuğumuz sakin başladı. Nerden bilebilirdik ki biraz sonra polisiye bir filmin içine dalacağımızı. Kanlıca’dan çıkıp sahil yolundan körfezi geçip ikinci köprünün altından da geçtikten sonra bir düzlük vardır. O düzlüğü de geçince Anadolu Hisarı İskelesi’ne gelirsiniz. Tam Anadolu Hisarı İskelesi’nin oraya geldik ki yolda bir motorsikletli polis denetim yapıyor. Şahin dediğimiz sarı polislerden. Beyaz motorsikletini yolun kenarına park etmiş. Gözlerinde güneş gözlüğü. Bizim taksici ile göz göze geldiler. Taksici önce yavru kediye benzer triplere girdi. Bir küçüldü, şirin bir surat ifadesi,  masum bir insan edası ile polise dostça ve sevecen bir şekilde gülümsedi. Fakat Şerif Taytıs  bu jesti maalesef yemedi. Sadece kaş göz ifadesi ile çek kenara manasında bir hareket yaptı. Ve o anda olanlar oldu. Hiç beklemediğimiz bir anda kedi yavrusuna dönen taksici eliyle tamam işaretiyle karışık selam verir gibi yapıp, direktife uyar gibi sağa yanaşırken aniden karar değiştirip çok seri bir patinajla Ayrton Senna’ya bağlayıp gaza bastı. Arabayı kullanış şekli Aryton Senna fakat görüntü kedi yavrusundan Joe Dalton’a dönmüştü. Adeta yarı insan yarı araba şeklini almıştı. Koltukta oturmuyordu sanki, belden aşağısı koltuk şeklini alarak, matriks gibi araba ile organik bir bağ kurmuş, üstü taksici Joe Dalton’a dönüşmüştü. Bu verdiği ani karar ve sürüş modu değişikliği ile birlikte panik halde beyni nasıl bir zeka sıçraması yaptıysa, ruhundan çıkan bir politikacı da bize derdini anlatmaya başladı aynı anda.

‘’Bu adam bana taktı arkadaş’’ dedi birden polis için.

‘’Geçen gün de durdurdu beni, bir hafta bağladı arabamı. Herkes yapıyor tek ben miyim? Çoluk çocuk bir hafta ne yiyecek?’’ demesiyle birlikte hepimiz hipnotize olmuş gibi taksicinin tarafına geçtik. Hadi ben 14 yaşında aklı bir karış havada sınava girmektense keşke kedi olsaydım diyen bir ergendim, ama diğerleri de ilginç bir şekilde taksiciden yana oldu. Kimse de ‘’kardeşim napıyorsun?’’ demedi. Şimdi olsa bilinçli toplum hakkını arardı belki ama o zamanlar garibanın yanında olan bir toplum anlayışı vardı. Bir de boğaz bölgesi yalılar hariç daha geleneksel Anadolu insanı profili ağırlıklı idi o vakitler. Biz bir şekilde tepki göstermeyerek onaylamış olduk taksici Joe’yu. Tabi bu anlattıklarım saniyeler içinde oldu. Ne olup bittiğini anlar anlamaz, gaza basan taksicinin erketesine dönüştük hepimiz. Ben hemen arkaya baktım. Şerif Taytıs motoruna doğru ağır ve emin adımlarla yürüdü ve beyaz kaskını kafasına geçirdi. Kaskı kafasına geçirmesi ile Sıvı Terminatör’e dönüşmesi bir oldu. Artık düşman daha da kuvvetli idi. Motorunun üstünden deri pantolonlu çizmeli bacağını attı, yana hafif yatık motoru düzeltip topuğu ile motorun ayağını geriye attıktan sonra yarım daire çizerek şık bir hareketle yola koyuldu. Aramızda yaklaşık 400 metre kadar mesafe vardı.

Erkete ben ‘’ Geliyor Abi !‘’ dedim.

Taksici kendini daha da acındırmak ister gibi ‘’ Taktı bana taktı’’ dedi.

O sırada biz virajı döndük. Ben hala arkaya bakıyordum. Bir yandan manyak gibi giden Ayrton Senna’nın ön cam simülasyonunu seyrediyor, bir yandan da dönüp arkadan yaklaşan Sıvı Terminatör’ü takip edip taksiciye mesafe bildiriyordum. İlk virajda polis görünmeyince bir an mutlu olmuştum fakat mutluluğum kısa sürdü, birkaç saniye sonra Sıvı Terminatör de virajı dönüp tekrar görününce bizden daha hızlı olduğunu net anlamıştım. Fakat Taksici farklı bir mod açmıştı. Trafik tıkanmıştı ama biz karşı şeride geçip solluyorduk duran arabaları. Artık sadece Taksici ile birlikte kanun kaçağı olmakla kalmamıştık, ekmeğinin derdindeki bu güzel abimiz için canımızı da tehlikeye atmaya vardık. Bilgisayar oyunu gibi gidiyorduk. Arkadan, bir görünen bir kaybolan ama her virajda biraz daha yaklaşan polis motoru, ön camda da bu oyunu gerçekten mükemmel oynayan taksici Joe Dalton. Taksici bir yandan ah vahlarla bizim motivasyonumuzu canlı tutmaya çalışıyordu. Hepimiz  ‘’Bas Abi geliyor’’ ve mesafe bildiren yorumlarla artık tamamen taksiciden yana olmuştuk. Hatta sevgililer de ilişkilerinde aradıkları yeni heyecanı bulmuş gibi çok mutlu görünüyorlardı.

Küçüksu Kandilli arası virajlı yollardan sonra Kuleli önündeki son düzlüğe önde girdik. Çengelköy’de trafik biraz sıkışabilirdi fakat nasıl olduysa biz bir şekilde Beylerbeyi’ni de geçip Birinci Köprü’nün altındaki tünelden Kuzguncuk tarafına attık kendimizi. Tam bir viraj farkla motordan öndeyken, motorun arkadan  görünmediği bir anda, sola Kuzguncuk içine girip bir sol ve bir sağa yaparak paralel bir ara sokakta sotelendik. Sağ tarafımızdaki iki apartmanın bahçesindeki alçak ağaçların arasından görünen sahil yolundan  Sıvı Terminatör’ün motoruyla geçişini nefesimizi tutarak izledik. Hep Amerikan filmlerinde mi izleyecektik polisi atlatma sahnelerini. Bu sabah biz de bunu başarmıştık. Monoton hayatlarını yaşarken kaderin birleştirdiği farklı yaşlardaki bir grup vatandaş olarak emekçi taksici abimiz ile birlikte polisi atlatmayı başarmıştık. Bir hafta eve ekmek götürememekten kurtarmıştık özverili bir şekilde abimizi. Vedalaşmamız bile bu birlikteliğe yakışır şekilde oluyordu. Taksici abimiz bizden hem özür diliyor hem teşekkür ediyor hem de helallik istiyordu. Biz de ona ‘’Peki şimdi ne yapacaksın Abi’’ diyerek daima yanında olduğumuzu belirtiyorduk. ‘’Burdan sonra biz yolumuzu buluruz dedik’’, ‘’olsun önemli değil’’ dedik. ‘’Sen ne yapacaksın?’’ sorumuza da O: ‘’Nakkaştepe’nin oralardan yukarı çıkarım, Üsküdar’a gider arabayı teslim ederim. Onun da mesaisi biter zaten  birazdan’’ diyerek maceranın bitmeyen kısmı ile ilgili kafamızdaki soru işaretlerini, tecrübesini ve öngörüsünü bir kez daha bize ispat edercesine  cevapladı.  Daha sonra da ‘’Allah Kerim’’ gibi  birşeyler mırıldanarak yine içinden çıkan tevekkel politikacı ruhu ile oyunun kazananının biz olduğumuzu, bu saatten sonra artık yakalansa bile bizlerin fedakar insanlar olarak hatırlanacağımızı ve kendimizi mağrur hissedebileceğimiz inancını bize aşıladıktan sonra, artık ayrılabilirdik. Sevgililer gayet mutlu görünüyorlardı. Diğer iki delikanlı vatandaş abilerimiz de oldukça gururlu gibiydiler. Ben de okula geç kalmayı garantilemenin verdiği vurdumduymazlıkla artık hiç stresli değildim. Hem de okulda arkadaşlarıma ilk teneffüste anlatabileceğim eğlenceli bir anım vardı. İşin garibi kimse verdiği parayı bile geri istememişti. Üzerinden neredeyse 35 yıl geçmiş. İnsanlar mı değişti? O zaman mı normaldik, şimdi mi normalleştik? Hangisi daha iyi? Karar veremiyorum.

Kalın sağlıcakla

Mervenur Uç: Günbegün

Mervenur Uç: Günbegün

Kızıl şafakların söktüğü gün,

Savrulsun saçlar gönlüme. 

Dersen, ömrün sadece bir gün,

Ya çölde serap olurum,

Ya da hapsolmuş sürgün. 


Çıkarsam günbegün meftun, 

Sorarsan olurum özün. 

Dersen, saklanma özgürsün, 

Korkma, o gün bugün.

Şeyma Esma Yaşar: Çıkmaz Yol

Şeyma Esma Yaşar: Çıkmaz Yol

İkiz gibisiniz

İkinizde önemlisiniz

Biriniz en sevdiğim biri en güzel anılarım 

Sevgi mi anıyı bastırır? 

Yoksa anı mı sevgiyi söndürür? 

Karar veremiyorum! 

Kalbim bu çıkmaz yolda doğruyu bulamıyor. 

Soru işaretleri kafamı döndürüyor. 

Artık durmak istiyorum. 

Ama yolum hep çıkmaz sokağa giriyor. 

Sinan Hüseyin: Tanık

Sinan Hüseyin: Tanık

zamanın geçmediği günler çoğalmıştı.

aynı sınır,

aynı şehir,

aynı kaldırım,

aynı ağaç gölgelerinde.


ve etrafımda şarkılar,

ölümler, ahlar, hikayeler

durmadan başa dönüyordu.


başa dönüyordum,

gittiğim her yolun sonundan.


ömrüm,

söylenmemiş bir cümlenin ardından kalan

ağrının toplamı olarak kaldı.


ve tanıktım hep,

bu yüzyılın dayanılmaz,

katlanılmaz taraflarına.


sinan hüseyin

Mustafa Şahin: Çöl ve Kar

Neden susturamaz insan içindekini ve neden bitmez insanın kendisiyle olan bu amansız kavgası Şehirde hiç bilmediğim bir sokakta sorularla tartışmaktan yorulduğum vakit kendimi bir kıraathane önünde buldum. İnsan kendinden ve içindekilerden kaçmak için yine insanlara koşar mıydı? Bitmeyen sorular…

Mustafa Şahin: Çöl ve Kar

Selam vererek içeri girdim ve kıraathanenin en kuytu köşesindeki masaya oturdum. İnsanlara yakın olup, yine onlardan uzak durmak. Amacım sadece yeniden nefes alabilmekti belki de… Ellerimle çay işareti yapabildim. Konuşmak? Bir kor daha atmaktı cenk meydanına.

“Ben geleceğin kara gözlü zalimlerindenim!” diye mırıldanıyordu çayı bana uzatırken.  Diğer masadaki çayı verirken “Benim aşkım bin bir köşeli ah bin bir köşeli.”

Kıraathanenin dört köşesine çaylarını Köşe şiiriyle vermişti Çaycı Akın. Derdini hafifletmenin yolunu her çayı uzatışında bir dize okuyarak bulurmuş…

Önce tuhaf gelmişti bu olay ama kendimi bundan alıkoyamıyordum.  Hayranlıkla birinin daha çay istemesini bekliyordum ve gelecek dizeyi duymak için kulağımı Akın’a, kalbimi şiire ve aklımı da hangi dize olacak bu sefer diye düşünmeye bırakmıştım…

Gözümle saydığım otuz kişi vardı içeride ama bir Çaycı Akın bir de ben vardım şiirle ilgilenen… Taş sesleri, pul sesleri, “Koz düüüş!” ve benim sessizliğim. Ve nahif bir sesle okunan bir dize daha: “Sen geldin ve benim deli köşemde durdun!” …

Sırf bu yüzden belki de on tane çay içmişimdir, saymadım.  Çaycı Akın bunu fark etmiş olacak ki yanımdaki sandalyeye oturdu: “Yağmur dinmedi, dinsin de istemedik...”

Dizenin hemen ardından “Çöl ve kar arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları söyleyebilir misin?” diye sorunca bir an şaşırdım… Hiç beklemediğim anda hiç beklemediğim bir soruydu… Düşündüğüm sorular değişmişti ilk çayı aldığımda duyduğum dizeyle birlikte…Belki “bir dize de sen oku” der diye aklımdan dizeler geçirip bu olur bu olmaz diye eliyordum. Bulamamıştım da söyleyeceğim dizeyi…

Aklımdan coğrafi bilgilerimi yoklayıp tam bir cevap hazırlamışken bu sefer daha uzun bir şiir geldi Çaycı Akın’dan: “Felsefe okudumsa, iktisat okudumsa gece yarıları / Boğazım kurumuş içim bir kalabalık / Sıcacık mısralar okudumsa Yunus' dan / Senin için okudum gece yarıları…”  Bir yandan “Buldum. Atilla İlhan!” derken sorduğu sorunun cevabını bulamayışımı fark ettim…

Mahcup bir şekilde bilmiyorum diyebildim sadece. Ama içimden yine muhabbete uygun dize arayışları….

“Çöl ve kar nereyi örteceklerini bilmez. Bunu kısa bir düşünmeyle tasdik edebilirsin değil mi?” diye sorunca kafamı evet anlamında salladım. Devam etti: “Nerenin buradan sonra çöl olacağını ve nereye kar yağacağını bilimle belki tahmin edersin ama kalbin… Kalp tahmine bakmaz, istatistikle işi de yoktur. Kalbin mantığı da yoktur. Kalbini çöle döndürme ve kalbini serinletecek bir kar yağdır kendine…”

Kalbimi yokladım… Aynı ritimde atıp aynı şeyleri sayıklıyordu…Bildiğim sorulardan farklı sorular oluştu artık. Kalbim çöl müydü? Bunca sorularla boğuşmak kalbimi çöl mü yapardı yoksa bulduğumda mutlu olacağımı düşündüğüm o cevaplar kar gibi inip serinletir miydi kalbimdeki o yangını… Aklım: “Güzel konuştu da benzerlik ve farklılık ne? onu demedi! Söylemek istediğini söylemek için sordu galiba…”

Kulaklarımda “Akın bize üç çaaay... Yok yok, sen üç kahve getir. Saçma saçma mırıldanmazsın en azından…”

O an burayı az önce konuştuğumuz, nasibinde ne olduğunu bilmediğimiz yer olarak düşündüm. Çöl kaplı yerlerin o insanların kalplerinin olduğunu, onlar konuştukça kurulan her cümlenin kum fırtınası olduğunu hissettim…Oysa Çaycı Akın’ın okuduğu dizeler yeryüzüne inen kar gibiydi…ben de usul usul inen o kara kollarını açmış, yüzünü kara çevirmiş birisi gibiydim…

Kahveleri verdikten sonra tekrar masaya gelirken elinde bir çay daha. Bu demektir ki bir kar tanesi daha inecek yeryüzüne, bir dizelik daha nefes alacağım: “Ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende.” Dizeyi duyduktan sonra yarım kalan hayalim değil nefesimdi. Hissetmiştim ama ölmemiştim.

Kahveye hışımla bir delikanlı girdi “Akın abiiii koş koş. Çocuğun fenalaşmış… Ama bu her zamanki gibi değilmiş, yenge hanım öyle söyledi.”

Çocuğun fenalaşmış cümlesinden sonra herkes oyununa devam etti cümlenin devamını bile dinlemeden…  Çaycı Akın da cümle bitmeden çıkmıştı kapıdan. Zira cümlenin sonu da onun için bir soruydu. O koşuş... Çocuğu susuzluktan ölmesin diye çaresizce ama umutla tepeden tepeye koşturan anne koşuşu... Baba olsaydı o mutlaka Çaycı Akın olurdu.

Kulağım artık içerideki konuşmalara, kalbim Çaycı Akın’ın durumuna, aklım acaba ne oldu sorusuna takılıp kaldı. Okey oynayan amcalardan biri aynı masadaki başka bir amcaya seslendi: “Akın da çok çekti. Çocuğu olsun diye çok dua etti.  Çok zaman sonra bir kızı oldu. Bebekken geçirdiği hastalıktan dolayı normal bir çocuk gibi gelişememiş. Sıkıntılar hep sıkıntıyı getirdi ama Akın yine de pes etmedi, hep şükretti. Kızı arada nöbet geçirir. Ben olsam çoktan kafama…” cümlenin burasına gelince yanındakiler “Sus!” dedi.

Nasıl dayanmıştı sahi Çaycı Akın bunca şeye? Kalbimdeki kıvılcımı yangın sanmıştım, yanılmışım. Asıl büyük tufan Çaycı Akın’ın kalbindeymiş. Ondan sıçrayan bir kıvılcım mıydı bizim yangın sandığımız? Ama öyleyse de hem yakıp hem kar nasıl olabiliyordu Akın’ın yaşadıkları ve söyledikleri? 

Dalgın dalgın dışarı bakarken çöl ve kar arasındaki farkı buldum… “Çöl olan yerde insan olmaz ama kar her yere yağdığı gibi insanın olduğu yerde de vardır. Ve insan kara muhtaçtır.” diye aklımdan geçirdim…Yeni bir denklem oluşmuştu artık zihnimde: Çöl, kar ve insan…

Çaydan son yudumumu alırken pencereden dışarıda kum fırtınası olduğunu gördüm… ve istemsizce ağzımdan şu dize dökülüverdi:

“Ben konuşmasını bilmem Lili…”

Mustafa ŞAHİN

Hülya Cabi: Kadından Elini Çek

Hülya Cabi, Kadından Elini Çek

Kızını dövmeyen dizini döver demiş atasözü

Sanki başka söz yokmuş gibi görmez başkasını gözü

Neylesin iliklerine işlemiş zorbalık, mayası özü

Artık yeter, kadından elini çek


Kiminin kulağında, yüzünde, burnunda el izin,

Neyse ki estetik operasyonlarla bu izleri gidebildin,

Ya derinliklerde yürekteki yok edişin

Artık yeter, kadından elini çek


Saçı dert, giyimi dert, çalışması dert oldu sana,

Sanki pamuklara sardında yaptıkları şimdi battı sana

Bırak kadını kalıptan kalıba koymasana

Artık yeter, kadından elini çek


Çocukluktan başlar cinsiyette eşitsizlik,

Sen kızsın bir adım geri dur diyen anneyle, dengesizlik

Sana yazılmış kaderde bulaşık çamaşır, yemek, temizlik

Artık yeter, kadından elini çek


Başına bir hal gelse, ilk önce hem cinsin der kimbilir ne yapmıştır

Ateş olmayan yerden duman çımaz atasözüne tapmıştır

Kadının kadından başka düşmanı olmaz aklını satmıştır

Artık yeter kadından elini çek


Kadının yüreği güzel sözle beslenir,

Kolunu,bacağını kırsan iyileşir,

Dil yarasının ilacı icat edilmemiştir

Atık yeter kadından elini çek


Eteğinin boyu, saçının açıklığı kapalılığından sana ne

Beynine bak, orta noktayı bulmayı dene

Ama yok ezeceksin öyle öğrendin bir kere

Artık yeter kadından elini çek


Mutsuzdur, bitmiştir evliliği, boşanacaktır, desteğine muhtaçtır,

Evladından önce, elin derdine yanarsın, olayı kapatırsın,

Destek olmak yerine, köstekliğinle yuvayı kurtardığını sanırsın

Artık yeter kadından elini çek


Her haberde bir kadın cinayeti nasıl oluyor sanırsın

Kadın güçsüzleştirilip, yok edilirken şimdi sevenleri kefenine sarılsın

Her koşulda yanındayız denseydi, kaç kadın yaşardı biliyor musun

Artık yeter kadından elini çek


Kim aldatılmadı, kim dayanak yemedi ki deme artık

Böyle diye diye kaç kayıpla bir yılı daha kapattık

Hani biz kadına kalkan elleri kıracaktık

Artık yeter kadından elini çek


Saçının, eteğinin boyu hep derttir


Hülya Cabi

Habil Yaşar Yazdı: Ölüm Çağrısı

Her canlının kaderinde yazılı olan ve onu bozmanın mümkünsüz olduğu nokta. Yaratılmışların her biri, yaratıldığı andan itibaren ona doğru gidiyor, yolun diğer tarafında ölüm bekliyor herkesi. Ondan kurtulmak mümkün olmadığı gibi, onu düşünmemek de mümkün değildir.

Habil Yaşar, Ölüm Çağrısı

"Ölüm" denilen bir sonun varlığını bilerek onun varlığını bir an bile düşünmeyen bir canlı, bir birey bulamazsınız. Sonuçta bir insan nasıl olur da bu kara gücün varlığının farkına varıp da ona kayıtsız kalır, onu ömür boyu acıya çevirip  kendine eziyet etmez, ister az, ister çok, ister üzücü, ister neşeli olsa da yaşamak ister, sadece yaşamak. Ölüm kapımızı çaldığında, bir saniye bile yüzlerce yıl kadar kıymetli, hiçbir ölçüye gelmeyecek kadar tatlı ve ulaşılmazdır.

Bu karşıtlığın sırrı nedir merak ediyorum, neden ölümün bize her an, her saniye yaklaştığını hissederek yaşamak, yaratmak, kısacası bize verilen bu hayatın hiç sonunu istemeyerek yaşamak ilgisi, yaşamak arzusu? İnsan bir kez doğar ve bu gün bir daha tekrarlanmayacak. Bugün yeri doldurulamaz. Geriye kalan her şey tekrarlanacak. Doğum günleri, bayramlar, işler, özetler, aynı sevinç, aynı acılar. Ama tek bir şey tekrarlanmayacak, sadece bir şey: doğum günü. Bugün bize hayatta verilen en büyük, en tatlı hediye. Acı ve üzgün olmasına rağmen  kim doyabilir ki, ondan...

Bu güzellikten bahsederken bir kavramın hayal edilip, gözlerimizin önünde bir nebze canlanması bile yaratılışın kalbini sarsıyor, vücudunu kan, terle dolduruyor ve onu heyecanlandırıyor. Bu kavram ölümdür. Ölmeden önce ecel çalar kapımızı , ecel çanının sesi gelir kulaklarımıza. O bizlerden, kendimizden bağlı olmayarak, öyle zamanda bizi yakamızdan yakalayabilir ki, ne bileyim, en sevdiğimiz çağımızda, neşemizi burnumuzdan getirip bizi perişan edebilir.Ruhumuzun derinliklerine işleyip umudumuzu yok edebilir. Ecel... Kaçınılmayacak tek kavram. İster doğuda olun, ister batıda, ister dünyada olun, ister Mars'ta, yakalayacak o sizi,  mutlaka yakalayacak ve yakaladığı zaman hayatınıza son verecek, bu son sizin ölümünüz olacaktır. O ölüm ki, sen onu düşünürdün, korkuyordun ondan...

Ama yakaladı seni, buldu. Sana verilen ömür payı bozuldu. Bu günün yarınları gelmeyecek, gölgen bile seni takip etmeyecek bir daha, sana en yakın olan, hayatının mekanizması olan kalp bile senden vazgeçecek, atmayacak bir daha ve sen sanki  yokmuş gibi olacaksın. Bu konuda endişelenmenize gerek yok çünkü bu yokluk size zarar vermeyecek. Çünkü sen bir hiç olacaksın, dünyadaki en küçük moleküller ve iyonlar olacak ama sen, sadece sen olmayacaksın. İşte budur ölüm, işte budur ecel!

İnsanı yakan, üzen de budur. İnsan bunu kendi içinde sindiremez, bu konuda konuşmak istemez. Bazı nedenlerden dolayı kıskanıyor yaratılışın bu tür yıkımını. Düşünende ki, ölümünüzden, evet, tam olarak senin ölümünden sonra hayat devam edecek, güneş her sabah dünyayı selamlayacak, yıldızlar pırıl pırıl parlayacak, dalgalar denizlerde kükreyecek, kuşlar ötecek, kısacası doğa, zarafetiyle insanları, genel olarak tüm canlıları büyüleyecek, nasıl kıskanmazsınız bu güzelliği? İşte budur insanın zayıflığını gösteren! Bunun kanıtı ölümdür. Ama tekrar ediyorum, ölümün var olduğunu bilerek yaşamak istiyoruz ve yaşayarak ta her an ona doğru ilerlediğimizi anlıyoruz.

Bu bir soruyu gündeme getiriyor. Ne için yaşıyoruz? Bu gerçeği anladıktan sonra neden yaşamak istiyoruz? Çünkü yaşama arzusu, ölüm nefretinden daha büyük, daha güçlüdür. Öyleyse, yaşasın yaşama arzusuyla yaşayanların varlığı! 

Hayat mı İnsanlara Zorba, İnsanlar mı Hayata Zorba?

Pratik bir yaşam  en az bilgi kadar değerlidir. Kimin neler ile nasıl  olduğunu kestirmek kolay değildir. Her şeyi  sadece bilerek değerli  kılamayız, teori ve pratik arasındaki  denge hayatımıza  yön  veren etmenlerdir. Bunun farkında  olmak  yaşamlarımızı farklı kılar. Bu farklılık  özgürlük arayışını doğurur. Özgürlük arayışı nasıl   bir duygu? Kim özgür,  kim tutsak nasıl  bilebiliriz? Bazen biz kendimize mi  tutsağız ? Başkasını  kurtarırken kendimizi mi kurtarıp  özgürleşiyoruz? Pratik ile teori arasındaki  dengeden bahsedecek olursak Zorba ve Patronun hayatlarına bakmalıyız. Pratiğin, hareketin bizi nasıl özgürleştirdiğini bize Zorba gösterirken. Patron 'da Bir insanin hayatını   yaşamamış hissi etkileyicidir. Parası  var okumuş,  yazıyor,  bilgili fakat  Zorbayla tanışınca yaşama faklı bir açıdan bakma ve hayatı  yaşama  imkanı  buluyor. Birisi pratiğin  nasıl özgürleştirdiğini yaşamda bize gösterirken. Öteki de bilgili ama hareket etmeyen birçok  şeyi sadece teoride  bilendir ve kendi içinde tutsak birisidir. Bu böyle bir yolculuk hikayesi. A noktasından B noktasına yapılan her hareket biçimini yolculuk olarak adlandırabiliriz. Kitabımızda üç önemli karşılaşma var diyebiliriz. İlki mühendisin zorba ile karşılaşması. Bu karşılaşma aynı zamanda iki farklı yaklaşımın iki farklı yaşama biçiminin çarpışması. İşaretleri topladığımızda bu karşılaşmaya bir isim bulmakta zorlandığımı belirtmek istiyorum. 

Hayat mı İnsanlara Zorba, İnsanlar mı Hayata Zorba?

Teori ve pratik, ahlak ve haz, tecrübe ve toyluk, yasa ve kargaşa, plan ve doğaçlama: Bu  iki karakterin karşılaşmasına verilebilecek bazı adlar olabilir. Belki biri belki birkaçı belki de hepsi. Her serüven kendi adını hak eder. Her okuyucunun serüveni de hem biraz aynıdır hem de farklı. Karar sizin. Eserimizde, Yaşama farklı açılardan  bakan yaşamı  yaşamaya  çalışan  karakterliden yaşam dersleri alırken  şu  soruların  sorulması açıklayıcı olacaktır. Bir şeylerin önemli ya da önemsiz olduğuna kimler karar veriyor bu normları kimler belirliyor? Sanatın yaşantımızda yeri nedir anlatamadıklarımızı sanat yoluyla daha mı anlamlı ve rahat anlatıyoruz? Yazılı  kanunlar, eserler ya da tarih hep doğruları mı anlatır, Peki, yazılmayanların tarihini ne kadar biliyoruz? Bu sorulara kahramanlarımızın bakış  açısıyla cevap verirsek eserimize dair değerli  bilgiler edinmiş olacağız. Eserde, Zorbanın  bize  sıkça bahsettiği şeylerden  birisi taşın, ağacın, denizin güzelliğini dikkatsizliğimiz den  dolayı kaçırıyoruz. Ona dikkat etmediğimizde güzellik bile kendini göstermeyecektir. Onda sevilecek, güzel olanı bulmak da bir yaşama sanatıdır. Zorbanın  inanca   olan yaklaşımı:  tanrı  ve şeytanı  bir tutmasıyla özetlenebilir. İkisine karşı  olan başkaldırı Zorba için yaşamda  özgürleştirici bir işlev  görüyor. Çünkü  ikisinin  senden bir talebi var. Ve bu iki talepte seni kısıtlıyor. İyinin ve kötünün Ötesini  kendi  düşünce  ve çabamızla  bulmalıyız  bize bunlar doğru  ve yanlıştır denildiği     için  değil, doğru ya da yanlışı kendi özgür  irademizle bulunca anlamlıdır. Doğru denen belki doğrudur belki de değildir.. Önemli olan bunun bizim tarafımızdan sorgulanmasıdır. Zorba karakterinde bunu görebiliyoruz. Mühendisin  Zorbadan en etkilendiği  nokta budur  diyebiliriz. Zorbanın  yaşamın anlamında sanatı, insanı, inancı ve iyiyi bir potada nasıl erittiğini ve ondan yaşanmaya değer bir bütünü nasıl oluşturduğunu okuyoruz romanımızda. Mühendisin  o ana kadar ayrıştırıcı görme  perspektifi ve Zorbanın yaşamı  birleştirici perspektifi çatışma içinde. İkisinin  de açlığını  duyduğu şeyler var. Belki birisi yapabileceği  ayrımın  peşinde diğeri ise birleştirmenin.. 

Zorbanın Madamla olan ilişkisi; Madam bir hayat kadını  genel anlamda  toplumun normlarına  göre onunla olamazsın, horlarsın  fakat Zorba Ön yargılardan çok  kendisi tanıyıp  karar verebiliyor. Madamın insancıl  yönüyle ilişki  kuruyor. Madam birçok  kültürden  insan tanımış oda   ölümden korkuyor yaşlanmaktan korkuyor yaşlanan vücudunu  örtmeye çalışıyor. Onun açlığı ise kendini birilerine bağlamadır. Zorba'nın madamdan ve kadınlardan bahsederken Sürekli insanız  oda insan söylemi anlamlıdır ve bize  o dönemde  kadınlara yaklaşıma dair  mesajlar veriyor. Eserde, Bir diğer önemli husus Zorba ve mühendisin  ölümsüzlük arayışı; Ölümsüzlük konusunda insan doğasını yönlendirmede en büyük etmen korku. İnsanın  en büyük motivasyonu korku. Bizi bir araya getiren korkudur, bir arada kalmanın  kuralı  ötekiyle anlaşması yasalara uymasıdır. Bu  uyumun nedeni  ise bu korkulardır. Tehlikelerle baş edemeyiz korkusu  hep var. Özgürlüğümüzü de kısıtlayan  bu korkulardır. Korku yenildikçe ölümsüzlük  gerçekleşir. Romanımızda, Zorbanın   yazıya  yaklaşımı sıkça  eleştiriseldir. Bilindiği üzere çağlar boyu yazı  bir güruh tarafından yazıldı. Çünkü yazılı  tarihi, egemenler dikte edip yazdırmış. Yazılı  tüm kanunları  egemenler baştakiler  yazmış ve bunlar önümüze  konuluyor. Birilerinin koyduğu normlardır. Hayatı yaşayanlar  yazıya  zaman bulup yazmıyor. Tarihî yazan pratikte zamanı  olmayıp hayatı  yaşayamayan Sadece edindiği bilgiye dayalı yazanlardır düşüncesi ön  planda. Oysa Zorba yaşamda  kendi normlarını  kendi koyan birisidir. Mühendisimizin (patron) toplum içerisinde bir statüsü var, parası olan, okumuş bir karakter. Buna rağmen açlığı sahip olduklarıyla ilgili değil... Burada aslında toplumun mühendislikle şekillenmeyeceği açıktır  ne kadar yön  vermeye çalış sakta bu zordur Çünkü  'toplum doğası ' ayrıdır. Sonuç  olarak bariz görülen Zorba ve Patron Ölüm ve yaşam Şeytan  ve tanrı Mutluk ve hüzün çelişkilerinin  hayatın  kendisi  olduğunu  görüyoruz eserimizde. Kiliselerin camilerin ve Dinin  toplumlarda etkileri çok  benzerdir. Eserde Talan kültürü üzücüdür. Ama Birileri talan ediyorsa Ötekiler  sebeptir. 'Bütün ezilenlerin hikâyesinin sebebi ezenler' Yağmalama  talan kültürü nerden geliyor? Aç  gözcülülüğün temel nedeni; aç bırakılıp hayatı  elinden alınan başkasının hayatının  değerini  kolay kolay anlamaz sebep açları  aç  bırakanlardır da  diyebiliriz. Hiçbirimizin açlığı sahip olduklarımızla ilgili değil. Zorba ve mühendis farklı bir açlığı paylaşıyor olsalar da yolları dostluk ile kesişiyor. Yazarın  hayatına dair bunları söyleyebiliriz. Nikos Kazancakis, 18 Şubat 1883 yılında Kandiye'de  dünyaya gelmiştir. 20. yüzyılın en önemli Yunan felsefecisidir ve eserleri yabancı dillere en çok çevrilmiş Yunan yazarlardandır. Ününe 1964 yılında gösterime girmiş olan Michael Cacoyannis'in yönetmiş olduğu Zorba adlı sinema filmi ile kavuşmuştur. Film aynı ismi taşıyan kitabından uyarlanmıştır. 

1902 yılında Atina Üniversitesinde hukuk okumuş. Mezun olduktan sonra 1907 yılında felsefe üstüne çalışmak için Paris'e gitmiştir. 1922 yılından ölümüne kadar birçok ülkeyi dolaşarak gezi yazıları biçiminde  eserler vermiştir. Berlin'de bulunduğu dönemlerden itibaren komünizm ile tanıştı ve sağlam bir Lenin hayranı oldu. Nikos Kazancakis, 1945 yılında Yunanistan'da komünist olmayan küçük bir sol partinin başkanı olmuş ve Yunan hükümetinde bakan olarak görev almıştır. Bir yıl sonra ise bu görevinden istifa etmiştir. Yunan Yazarlar Topluluğu tarafından 1946 yılına Angelos Sikelianos ile birlikte Nobel Edebiyat ödülü için kurula tavsiye edilmiş, 1957 yılında bu ödülü, bir oy fark ile Albert Camus'a kaptırmıştır. Albert Camus ödülü aldıktan sonra Nikos Kazancakis'in kendisinden daha fazla hak ettiğini söylemiştir. 1956 yılında Viyana'da Uluslararası Barış ödülünü almıştır. Nikos Kazancakis, 1957 yılının sonlarına doğru, lösemi hastalığına yakalanmış olmasına rağmen Çin ve Japonya'ya son bir gezi turuna çıkmıştır. Dönüş yolunda ise iyice hastalanmış, Almanya'nın Freiburg kentinde 26 Ekim de vefat etmiştir. 

Deniz Boyraci

Toprak Bora Cebeci: Çok Gezen mi Daha Çok Yaşar Yoksa Çok Okuyan mı?

Merhaba Toprak Bora Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Çocukluğumdan beri varoluş kaygısına sımsıkı sarılmış bir insanım. Tabi o zamanlar daha felsefe eğitimi almamış olduğumdan işin teorisini bilmiyorum. Ayrıca varoluş saplantısı yanında bugün kimilerinin de kullanmayı çok sevdiği varoluş sancısını getiriyor.  Yani bir anlamda tutunmak istemekle beraber nihayetinde de tutunabilmiş olma fikrine dair uzaklık. 

Toprak Bora Cebeci

Kendimi şu ya da bu şekilde tanımlamaktan hep korkmuşumdur. Bir sınıra hapsolmak ve kaderimin artık çizilmiş olması fikri bende kaçma arzusu yaratır. Zaten varoluşçuluğun geleneği başından reddetme eğilimi de bence biraz buradan gelir. Hayatı yazılmış bir senaryoyu oynuyor olmaktansa doğaçlama bir tiyatro gibi görmeyi severim. Kafam hep karışıktır. Üzerinde tam anlamıyla emin olduğum tek bir konu yok diyebilirim. Bir tarafta vergiler, kavgalar, trafik levhaları, geç yatan maaşlar, büyük resimler, diğer yanda; sözler, notalar ve anlamlar. Ben kendimi ikinci kısmın bir neferi olarak görüyorum. Bir taraftan Turgenyev’in Bazarov’u gibi dünya üzerindeki tüm çabaların nafile olduğunun farkındayım ama diğer bir taraftan da atlamış olduğum anlam uçurumunda beni son anda yakalamış ancak elimden değil de kulağımdan tutan biri, bir şeyler var. Kısaca kendimden bu şekilde bahsedebildim. Ayrıca kahveyi, viskiyi, Beşiktaş’ı ve kedileri çok severim.

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazma yolculuğum yazmayı öğrenmeden önce nineciğime yazmış olduğum düz, çapraz ve yan çizgilerden oluşan bir mektupla başladı. O zamanlar ne demek istiyordum, hatırlamıyorum. Ancak o zamandan beri bir şeyler demek istiyorum. Lise çağımın sonlarına kadar onlarca şey yazdım ve onlarca şarkı besteledim. O zamanlar yazmayı ve söylemeyi bir çeşit “anlam dünyasının günlüğünü tutmak” olarak gördüğümü söyleyebilirim. Profesyonel anlamda yazma yolculuğum üniversite yıllarında şekillendi. Yazma ve söylemeye dair içsel güleryüzümü kaybettikçe yazma eylemi içimde daha çok bir taşma eylemine dönüştü. Hissettiklerim ve yaşadıklarım arasındaki mutlak çelişki beni ikiye bölünmeye zorladı. Bir yanda bu şakalı melankoliyi sıkıcı olmayacak bir şekilde sunmaya çalışan sosyal ben, diğer tarafta ise anlamla zihnim arasına hiçbir aracı koymaksızın yalnızca yazan, söyleyen olarak somurtkan ben. Yazarak sosyal yaşantımda kaçtığım her şeyin gözünün içine bakıyorum. Sorgulamaya korktuğum şeyleri sorguluyorum. Gerçekten bir anlam inşa ediyorum ya da yıkıyorum ve okuru da bunun bir parçası olmaya davet ediyorum.

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Burada dört temel dayanak noktamdan söz etmek zorundayım. İlki kardeşim Muhammet Cebeci. O olmasaydı ne sanat ne edebiyat alanında anason kokan düşüncelerin ötesine geçmem mümkün olmazdı. Elinden geleni hiçbir zaman ardına koymadı ki yine benim nakavt olmuş olduğum bir dönemimde sahneye çıkıp Yerdeki Hesap’ın yayımlanmasını sağlayan kişi Muhammet’tir.

Bir diğer dayanak noktam çok sevgili dostum Ahmet Altay. Bitmeyen enerji. Bana her zaman benden daha çok inanmıştır. Hiçbir zaman çareleri tükenmez, pes etmez ve durmak bilmez. Kendisi bu yazım sürecinde uzun geceler boyu süren sohbetlerimizde aslında ne anlatmak istediğimi anlamamı sağlamıştır.

Bir diğer dayanak noktam sahneyi birlikte paylaştığım dostum Kerem Akarsu. Kendisinin bir kitap yayımlamam fikrine benden daha çok heyecanlandığını söylemeliyim. Nitekim Yerdeki Hesap’ın kapağını da Kerem Akarsu tasarlamıştır. Ayrıca aldığım dönütler doğrultusunda kitapta benim anlatmak istediğimi en iyi yakalayan kişidir. Elbette kitabın anlamı benim tekelimde değildir fakat yine de kendisine bu zehri zerk etmiş olmaktan dolayı bir özrü borç bilirim.

Son dayanak noktam dünyanın en tatlı kadını, eski dostum Duygu Öncel. Sinema sektöründe olduğundan kurgu açısından oldukça yapıcı eleştirilerde bulundu. Kitabın nihayetinde içime bu kadar sinmiş olması Duygu sayesindedir. Bütün taslaklarımı ilk olarak o okuyup incelemiş, metin ve kurgu bakımından eleştirisine bizzat mesai yapmıştır. Ayrıca kendisiyle Yerdeki Hesap’ı beyaz perdeye taşımakla ilgili projelerimiz var. Bu dört insan olmasaydı Yerdeki Hesap olmazdı.

Yerdeki Hesap isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı. Tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Sanırım ilk kitabım olması dolayısıyla kendimi kanıtlama dürtüsünden olsa gerek, kitabı imgelere ve felsefi derinliğe boğdum. Ama bunun okuma temposunu engellemesine izin vermedim. Yani tıpkı Matrix’i izleyip “Yahu ne güzel bir aksiyon filmiydi,” diyebilmek gibi kitabı doğrudan kendi kurgusu doğrultusunda okumak da mümkün. Yerdeki Hesap ismi kitabın içindeki bölümlerin birinden geliyor. Bu noktaya gelindiğinde okur artık farklı bilinç düzeylerinde doğanın bir parçası olmak bakımından tüm canlıların bir hesabı olduğunu gösteriyor. Ayrıca perspektifinize göre tüm bu hesaplar bir felaketle ya da bir arınmayla sonuçlanmış olabiliyor. Yani Yerdeki Hesap’ın okuru aktif olarak birlikte düşünmeye davet eden yer yer sarsıcı yer yer sarıcı bir roman olduğunu söyleyebilirim.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Bu tabii ki sonsuza kadar uzanan bir liste. Yine de başucu kitabım Martin Eden’dir. Gerek yaşantı gerekse içerik bakımından bağlanmaya en çok yaklaştığım biricik karakter. Ayrıca Jack London’ın bütün karakterlerinin Martin Eden bedeninde toplanmış olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bugün yaşıyor olsaydı Dostoyevski’nin şahsi mesaj ve maillerini dahi okumak ve ders çıkarmak isterdim. Psikoloji ve felsefeye eğilimi olan birinin görmezden gelmesi imkânsız olan bir yazar. “Öteki” isimli kitabı başucu kitaplarımdandır. Özel bir örnek olarak Salinger’in Çavdar Tarlasında Çocuklar’ını örnek olarak verebilirim. Bu kitabın içindeki tek bir cümle bana her zaman her şeyin özeti gibi gelir.

“Böyle şeyler için havanızda olmanız gerekir” İşte bir yazar olarak en çok imrendiğim şey budur. Büyük mühür cümlelerdense olabilecek en basit bir cümle içine paketlenip konmuş yaşamın anlamı. Son olarak yerli bir örnek vermek gerekirse Orhan Pamuk ve Kara Kitap’ı da başucu listeme alırım. Kara Kitap dizayn bakımından benim yapmak istediğim şeye çok yakın. Bir kurguyu bazı düşüncelerle kesintiye uğratmak. Tıpkı yaşantımızın bazı düşüncelerle sık sık kesintiye uğraması gibi.Yazarlar bazen havalı bir arkadaş bazense bir ebeveyn gibidirler. Bu bence Dostoyevski ve Tolstoy arasındaki kritik ayrımdır ayrıca. Bunlar sizin kayıtsız kalmanızı engeller. Sizi şekillendirir ve eğitir.

“Çok gezen mi bilir yoksa çok okuyan mı,” şeklinde sorulan tipik münazara sorusuna aşinasınızdır. Ben bunu şu şekilde düzeltmeyi öneriyorum. Çok gezen mi daha çok yaşar yoksa çok okuyan mı?

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Şu anda üzerinde çalıştığım üç kurgu roman ve iki felsefi teori kitabı var. Bunların ne zaman biteceğini ve hangi sırayla yayımlanacağını tahmin etmek şu anda benim için çok zor. İsmini Kış Kitabı koymayı planladığım bir kurgu romanda anlamlı bir ilerleme kat etmiş bulunmaktayım. Bu kitapta kışın getirdiği soğuk ve mantığın getirdiği soğuk farkındalık üzerinden doğanın sessizleşmesi ve böceklerin derinlere kaçmasıyla zihnimizdeki düşüncelerin daha belirgin hale gelmesini tema olarak belirledim. Yerdeki Hesap’a göre temposu oldukça düşük, okuru genel anlamda hayat üzerine ve özel olarak da kendi hayatı ve seçimleri üzerine düşünmeye itecek bir kurgu.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Yazmak benim için başımı okurun kucağına yaslayıp mızmızlanmak aslında. Bazı fikirlerim var, meraklarım var ve okurdan alacağım dönütlerle bunların üzerinden tekrar tekrar geçmek istiyorum. İçinde yaşadığımız dönemde yeni bir yazar olarak ses getirmek ve ustaların karşısında sahneye çıkmak oldukça zor. Ama ses getirmeden önce yapılması gereken şey sesini bulmaktır. Ben de sesini arayan bir yazar olarak okurlarımdan dönütler bekliyorum. Sizleri, düşüncelerinizi, hayatlarınızı merak ediyorum. Esenlikler!

Elif Ünal Yıldız: Özeleştiri Yapmayan Kendini Geliştiremez

Merhaba Elif Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

1986 yılında İstanbul’da dünyaya geldim. Ailem ile birlikte Ankara’da ikamet etmekteyim. Evli ve bir çocuk annesiyim. Kamu yönetimi mezunuyum ve bir süre özel sektörde yöneticilik yaptım. Farklı perspektifleri ve derin bakış açılarını okuyucularla buluşturma arzusuyla fisildayankalemler.org online gazetesini kurdum. Fısıldayan kalemlerin hem genel yönetmeni hem de yazarıyım. Uzman eğitmen kadrosu eşliğinde ve Fısıldayan Kalemler bünyesinde yazarlık Atölyemizin roman kategorisindeki eğitmeniyim. Ayrıca Alaska Yayınları!nın hem Yayın koordinatörü hem de yazarıyım. Umuda Yolculuk eserimin ikinci baskısını Alaska yayınlarından çıkarmanın mutluluğunu yaşamaktayım ve şuan üzerinde yoğunlaşmış olduğum ikinci eserimin hazırlıkları içinde bir çalışma sürdürmekteyim.

Elif Ünal Yıldız

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazma sürecim bir anda başlamadı. Çocukluğumdan yana süren “yazmak” bir tutku benim için. Her zaman en iyisi için uğraşmak, öz eleştiride bulunmak, kitap okumayı sevmek ve en önemlisi hobi olarak görmekten ziyade ihtiyaç olarak benimsemek diyebilirim.

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Ailemin desteğini hissettim ama şöyle bir durum var; Bütün benliğinle yazmayı tercih ediyorsan, arzularının peşinden gidiyorsan ve yine diyorum öz eleştiriye açık olabiliyorsan ilerlemenin önünde kimse duramaz. Böyle bir durumda başkalarının da desteğine ihtiyacın olmaz. “Özeleştiri yapmayan kimse kendini geliştiremez” ve yine kendi sözümle bu soruyu noktalamak istiyorum. “Kendi benliğinin kabul ettiği düşünceyi, ruhun reddetmiyorsa özgürsün demektir.”

Yağmur’un umuda yolculuğunun yanı sıra Deniz Yıldız’ın müvekkilleriyle davaları ve yeni tanıştığı insanların hikâyelerinin de okuyucuya akıcı bir dille sunulduğu Umuda Yolculuk isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı. Tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Ana olayların yanında yan olaylara da yer verdiğim, akıcı bir dil kullanmaya özen gösterdiğim bu eserimde sadece Diyarbakır’dan çocuk yaşta evlendirildiği için Ankara’ya kaçan bir Yağmur yok. Yağmur’un umuda yolculuğun hikayesi var. Cevval Ceza Avukatı arkadaşı Deniz’in müvekkilleri ile yaşadığı olaylar var. Cinayet var. Ben bir polisiye Roman yazarıyım ve bu eserimde tamamen Polisiyeyi ele almadım. Gerçek yaşanmış bir hikayeyi kurguyla harmanlayarak okuyucuya sundum. Kitabın içeriğinde polisiyeye de birazcık dokundum. Beğeneceğinizi umuyor, keyifli okumalar diliyorum.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Stefan ZWEİG’ in bütün eserleri diyebilirim. Her yazarın anlatım tarzı, olaylara bakış açısı ve konuyu ele alış tarzı farklıdır. Okurken eserlerinde kendimi bulduğum bir yazardır. Onun dışında fisildayankalemler.org yazar kadromuzda bulunan arkadaşlarımın eserlerini okuyorum.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Okuyucuların okurken şaşıracakları ve keyif alacakları bir eser çıkarmak niyetindeyim. Bir polisiye roman ile karşılarında olacağım. Eserime başladım ve ilerleyen dönemlerde okuyucularıma duyuracağım.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Son zamanlarda benimde rahatsız olduğum bir konuya değinmek ve affınıza sığınarak sizlerle paylaşmak istiyorum. Maalesef kitap hediye etme furyası sürüyor. Sorun kitap hediye etmek değil bir sene boyunca emek verdiğin eserinin ikinci el online satış platformlarında satışa sunulmasıdır. Ne acı öyle değil mi? Edebiyat ve yazara verilen saygının göstergesidir bu. Lütfen arkadaşlar Edebiyat ve yazara biraz değer veriyorsanız, emek verilerek oluşturulan kitapları korsan ve ikinci el online satış sitelerinden almak yerine kitabın satışa sunulduğu orijinal sitelerden alarak katkıda bulunun. Şimdi şu şekilde bir cevapla da karşılaşabilirim. Kitaplara uygulanan fahiş fiyatlar nasıl alalım? Kitap ve Edebiyata verilen değerde ve size katacaklarını düşünürseniz vereceğiniz tutarın çok önemli olduğunu düşünmüyorum. Saygılar...

1932-2024 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447