"Bir ömür yeter mi ki bir ömrü yaşamaya.” demiştim tek mısralık bir şiirimde. Rahmetli annem, ölüm komasına girmeden birkaç gün önce sayıklamaya başlamıştı. Kendi kendine konuşuyordu. Kardeşim, annem ne konuşuyor diye farkına varmadan dinlemiş onu. Sadece bir cümlesini anlayabilmiş: “Ben bu ömür macerasından hiçbir şey anlamadım.”
Evet, hangimiz bir şey anlıyoruz ki bu maceradan! Geleneksel anlamıyla “dar vakit”, Güneş batmadan yaklaşık yarım saat önce başlayan ve güneş batana kadar geçen süredir. Hepimiz dar vakitlerdeyiz galiba. Elbette zaman göreceli bir kavram. Fakat edebiyatta, ömrümüzün gereğinden uzun olduğu hatta gereği kadar uzun olduğu hiç söylenmez. Daima ömrün kısalığına vurgu yapılır. Kimi bir nefese indirmiş hayatı kimi göz açıp kapamak kadar kısa olduğunu söylemiş ömrümüzün. Hiç düşünmüş müyüzdür acaba masallar neden “Bir var bir yokmuş.”la başlar. Evvel zaman içinde; kalbur saman içinde…
”Geldi geçti ömrüm benim şol yel esip geçmiş gibi/Hele bana şöyle geldi şol göz yumup açmış gibi.” Yûnus, ömrümüzün bir rüzgârın esip geçmesi kadar kısa olduğunu söyler birinci dizede. Bu süreyi de uzun bulmuş olacak ki sevgili Yunus, göz açıp kapamak kadar kısadır, der sonraki mısraında. Can Yücel bir şiirinde: ”Ömür dediğimiz nedir ki ?/Çay bardakta/Soğuyana dek geçen zaman/ Çayınız bardakta soğumadan/Tadıyla için hayatı” der. Şüphesiz Yunus’tan daha uzun bulur ömrümüzü. Düşünün çayın bardakta soğuması göz açıp kapama süresinden daha uzun değil midir? “Siz geniş zamanlar umuyordunuz/Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek./Yılların telâşlarda bu kadar çabuk/Geçeceği aklınıza gelmezdi.” der Behçet Necatigil. Konumuz bağlamında bu dizelere yer vermeseydim olmazdı elbette. “Ömür, temmuz güneşi karşısında kardır.” diyor Şeyh Sadi. Bu da ilginç bir benzetme.
Ve “Ben bir günün, bir saniyenin bir ömür olduğunu öğrendim.” diyerek Yaşar Kemal konuya biraz farklı bir yaklaşım getirmiş oluyor. Yani ömrün kısalığına değil de her anın bir ömür kadar uzun ve önemli olduğuna vurgu yapmış gibi görünüyor. En güzel benzetmeyi galiba İranlı büyük şair Hafız yapmış. Eski zamanlarda kervanlar günlerce yolculuk yaptıktan sonra konaklama yerlerinde dinlenirmiş. Kervan tekrar yola çıkacağı zaman bir kervan görevlisi, “Haydi haydi haydi, kervan yola çıkıyor, yüklerinizi bağlayın develere!” diye bağırarak çan çalarmış. E tabii insanlar da 5-10 dakika olsun dinlenmeye devam ederlermiş tembelliklerinden veya yorgunluklarından. İşte Hafız, ömrü, sevgiliye (yani en sevgili’ye) giden yolun konaklarında birazcık eğleşmeye benzetiyor. Ama ne diyor sonra: Dinlenme bitti, yani ömür bitti; kervan tekrar yola düzüldü, sizse tembellik ediyorsunuz. Oysa bakın çanlar feryat edip duruyor. Biraz da Fars dilinin edebî gücünden olmalı; “Ceres feryâd” şeklinde öyle etkili söylüyor ki bunu adeta kalbimizi titretiyor Hafız. Yani ömrün hangi çağında olursak olalım aslında mola bitti, kervan da yola düzüldü, bizse hemen kervana katılabilecek bir mesafede eğleşiyoruz. Lakin öyle pek de huzurla, keyifle, güvenle oyalanıyor değiliz burada. Çünkü çanlar feryat edip duruyor: Hemen katılmak zorundayız o kervana. İşte ömrün süresi…
E öyleyse?
* “Sevgiliye giden yolun konaklarında nasıl istirahat edebilir, nasıl zevk ve sefaya dalabilirim? Çan, yükleri bağlayın diye feryat edip durmakta.” Abdülbaki Gölpınarlı çevirisinden…