Neden susturamaz insan içindekini ve neden bitmez insanın kendisiyle olan bu amansız kavgası Şehirde hiç bilmediğim bir sokakta sorularla tartışmaktan yorulduğum vakit kendimi bir kıraathane önünde buldum. İnsan kendinden ve içindekilerden kaçmak için yine insanlara koşar mıydı? Bitmeyen sorular…
Selam vererek içeri girdim ve kıraathanenin en kuytu köşesindeki masaya oturdum. İnsanlara yakın olup, yine onlardan uzak durmak. Amacım sadece yeniden nefes alabilmekti belki de… Ellerimle çay işareti yapabildim. Konuşmak? Bir kor daha atmaktı cenk meydanına.
“Ben geleceğin kara gözlü zalimlerindenim!” diye mırıldanıyordu çayı bana uzatırken. Diğer masadaki çayı verirken “Benim aşkım bin bir köşeli ah bin bir köşeli.”
Kıraathanenin dört köşesine çaylarını Köşe şiiriyle vermişti Çaycı Akın. Derdini hafifletmenin yolunu her çayı uzatışında bir dize okuyarak bulurmuş…
Önce tuhaf gelmişti bu olay ama kendimi bundan alıkoyamıyordum. Hayranlıkla birinin daha çay istemesini bekliyordum ve gelecek dizeyi duymak için kulağımı Akın’a, kalbimi şiire ve aklımı da hangi dize olacak bu sefer diye düşünmeye bırakmıştım…
Gözümle saydığım otuz kişi vardı içeride ama bir Çaycı Akın bir de ben vardım şiirle ilgilenen… Taş sesleri, pul sesleri, “Koz düüüş!” ve benim sessizliğim. Ve nahif bir sesle okunan bir dize daha: “Sen geldin ve benim deli köşemde durdun!” …
Sırf bu yüzden belki de on tane çay içmişimdir, saymadım. Çaycı Akın bunu fark etmiş olacak ki yanımdaki sandalyeye oturdu: “Yağmur dinmedi, dinsin de istemedik...”
Dizenin hemen ardından “Çöl ve kar arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları söyleyebilir misin?” diye sorunca bir an şaşırdım… Hiç beklemediğim anda hiç beklemediğim bir soruydu… Düşündüğüm sorular değişmişti ilk çayı aldığımda duyduğum dizeyle birlikte…Belki “bir dize de sen oku” der diye aklımdan dizeler geçirip bu olur bu olmaz diye eliyordum. Bulamamıştım da söyleyeceğim dizeyi…
Aklımdan coğrafi bilgilerimi yoklayıp tam bir cevap hazırlamışken bu sefer daha uzun bir şiir geldi Çaycı Akın’dan: “Felsefe okudumsa, iktisat okudumsa gece yarıları / Boğazım kurumuş içim bir kalabalık / Sıcacık mısralar okudumsa Yunus' dan / Senin için okudum gece yarıları…” Bir yandan “Buldum. Atilla İlhan!” derken sorduğu sorunun cevabını bulamayışımı fark ettim…
Mahcup bir şekilde bilmiyorum diyebildim sadece. Ama içimden yine muhabbete uygun dize arayışları….
“Çöl ve kar nereyi örteceklerini bilmez. Bunu kısa bir düşünmeyle tasdik edebilirsin değil mi?” diye sorunca kafamı evet anlamında salladım. Devam etti: “Nerenin buradan sonra çöl olacağını ve nereye kar yağacağını bilimle belki tahmin edersin ama kalbin… Kalp tahmine bakmaz, istatistikle işi de yoktur. Kalbin mantığı da yoktur. Kalbini çöle döndürme ve kalbini serinletecek bir kar yağdır kendine…”
Kalbimi yokladım… Aynı ritimde atıp aynı şeyleri sayıklıyordu…Bildiğim sorulardan farklı sorular oluştu artık. Kalbim çöl müydü? Bunca sorularla boğuşmak kalbimi çöl mü yapardı yoksa bulduğumda mutlu olacağımı düşündüğüm o cevaplar kar gibi inip serinletir miydi kalbimdeki o yangını… Aklım: “Güzel konuştu da benzerlik ve farklılık ne? onu demedi! Söylemek istediğini söylemek için sordu galiba…”
Kulaklarımda “Akın bize üç çaaay... Yok yok, sen üç kahve getir. Saçma saçma mırıldanmazsın en azından…”
O an burayı az önce konuştuğumuz, nasibinde ne olduğunu bilmediğimiz yer olarak düşündüm. Çöl kaplı yerlerin o insanların kalplerinin olduğunu, onlar konuştukça kurulan her cümlenin kum fırtınası olduğunu hissettim…Oysa Çaycı Akın’ın okuduğu dizeler yeryüzüne inen kar gibiydi…ben de usul usul inen o kara kollarını açmış, yüzünü kara çevirmiş birisi gibiydim…
Kahveleri verdikten sonra tekrar masaya gelirken elinde bir çay daha. Bu demektir ki bir kar tanesi daha inecek yeryüzüne, bir dizelik daha nefes alacağım: “Ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende.” Dizeyi duyduktan sonra yarım kalan hayalim değil nefesimdi. Hissetmiştim ama ölmemiştim.
Kahveye hışımla bir delikanlı girdi “Akın abiiii koş koş. Çocuğun fenalaşmış… Ama bu her zamanki gibi değilmiş, yenge hanım öyle söyledi.”
Çocuğun fenalaşmış cümlesinden sonra herkes oyununa devam etti cümlenin devamını bile dinlemeden… Çaycı Akın da cümle bitmeden çıkmıştı kapıdan. Zira cümlenin sonu da onun için bir soruydu. O koşuş... Çocuğu susuzluktan ölmesin diye çaresizce ama umutla tepeden tepeye koşturan anne koşuşu... Baba olsaydı o mutlaka Çaycı Akın olurdu.
Kulağım artık içerideki konuşmalara, kalbim Çaycı Akın’ın durumuna, aklım acaba ne oldu sorusuna takılıp kaldı. Okey oynayan amcalardan biri aynı masadaki başka bir amcaya seslendi: “Akın da çok çekti. Çocuğu olsun diye çok dua etti. Çok zaman sonra bir kızı oldu. Bebekken geçirdiği hastalıktan dolayı normal bir çocuk gibi gelişememiş. Sıkıntılar hep sıkıntıyı getirdi ama Akın yine de pes etmedi, hep şükretti. Kızı arada nöbet geçirir. Ben olsam çoktan kafama…” cümlenin burasına gelince yanındakiler “Sus!” dedi.
Nasıl dayanmıştı sahi Çaycı Akın bunca şeye? Kalbimdeki kıvılcımı yangın sanmıştım, yanılmışım. Asıl büyük tufan Çaycı Akın’ın kalbindeymiş. Ondan sıçrayan bir kıvılcım mıydı bizim yangın sandığımız? Ama öyleyse de hem yakıp hem kar nasıl olabiliyordu Akın’ın yaşadıkları ve söyledikleri?
Dalgın dalgın dışarı bakarken çöl ve kar arasındaki farkı buldum… “Çöl olan yerde insan olmaz ama kar her yere yağdığı gibi insanın olduğu yerde de vardır. Ve insan kara muhtaçtır.” diye aklımdan geçirdim…Yeni bir denklem oluşmuştu artık zihnimde: Çöl, kar ve insan…
Çaydan son yudumumu alırken pencereden dışarıda kum fırtınası olduğunu gördüm… ve istemsizce ağzımdan şu dize dökülüverdi:
“Ben konuşmasını bilmem Lili…”
Mustafa ŞAHİN