Okulum da Beşiktaş’ta idi. Her sabah yakalayabilirsem Beykoz’dan gelip sırasıyla; Kanlıca, Anadoluhisarı, Kandilli, Bebek, Arnavutköy, Ortaköy iskelelerine uğrayan 7:40 vapuru ile Beşiktaş’a giderdim. Vapur Beşiktaş’tan sonra Eminönü’ye devam ederdi ama tabi benden sonra tufan, bu beni pek ilgilendirmezdi. Vapurdan inince Serencebey yokuşuna sarıp, bir de okula kadar yokuş yukarı koşmak zorunda kalırdım derse fazla geç kalmamak için. Kan ter içinde genelde 10 dakika geç girerdim sınıfa ama hocalar halime acırdı herhalde, uzaklardan geldiğimi bildikleri için, yok yazmazlar, geç kağıdı istemezlerdi çoğu zaman.
Tabi bir çocuk için biraz meşakkatli bir yol olsa da asıl sorun vapuru kaçırınca idi. Beykoz’dan gelen otobüslere kalırdı işim. O otobüsler de çaka çaka dolu olunca , beyhude bir bekleyiş başlardı. Bekleyip bekleyip dolu olduğu için durmadan geçen otobüslerin içindeki hamsi kasasına yüklenmiş balıklar gibi giden, yüzleri cama yapışan insanlarla göz göze gelirdim durakta. Acaba o otobüsün içinde burnum cama yapışarak gitmek mi, dışarda rahat nefes almak mı daha iyi sorusu geçerdi aklımdan, durmadan geçen otobüslerle beraber. Her geçen dakika biraz daha ümitler tükenirdi, okula zamanında varma bakımından. O noktada garip düşünceler alırdı beni, kendi kendimi rahatlatmak için tuhaf bahaneler üretmeye başlardı beynim. Birden çok kaderci olurdum. Bugün geç kalmak benim kaderim mi acaba gibi düşünceler dönmeye başlardı kafamda. Kaderimde geç kalmak yoksa, ben geç kalsam bile belki hoca da geç kalır, belki hoca gelmez, ilk ders boş geçer gibi kendimce geç kalmanın kader olduğuna inandıran düşünceler üretirdi beynim.
Bir de bazı sabahlar okula giderken hele o gün sınav varsa ve çalışmamışsam; ki tembel bir öğrenci olduğum için genelde de çalışmaz ve hazır hissetmezdim kendimi. İdama götürülen mahkum gibi başıma geleceği bildiğim halde cezamı çekeceğim yere doğru kendi ayaklarımla giderdim mecburen. Evden iskeleye yürüdüğüm yaklaşık bir kilometrelik yolun ortalarına doğru yanından geçtiğim çöp konteynırlarının üstünde gördüğüm kedilere bile özenirdim. Onların yerinde olmak isterdim. Çok gamsız ve rahat görünürlerdi. Ne güzel, ne sınav stresleri var ne okula yetişme dertleri var diye geçirirdim içimden. Kedilerle de göz göze gelince hep şunu hissettirmişlerdir bana; kendilerini dünyanın merkezi gibi görüyorlar ve etraflarındaki herşey kendileri ile ilgili, onlar Dünya’nın merkezi, herşey onların etrafında dönüyor sanki. Bir menfaat gelir mi beklentisi ya da bir tehlikeye maruz kalır mıyım dikkati ile kesiyorlar sürekli çevrelerini.
Birgün yine vapuru kaçırıp otobüs durağından beklerken, durakta durmadan geçen birkaç otobüsten sonra vakit de epey daralınca ve artık okula yetişme ümitlerimin kaderi zorlama limitine dayandığı anlarda başvurduğum son çareye başvurmak zorunda kalmıştım. Son çare aniden dolmuş şeklini alan o zamanların Tofaş Şahin marka taksileri idi. Üsküdar’a boş dönmemek için, müşteri bırakan taksiler, durağa yanaşıp dolmuş yaparlardı. Ön koltuğa iki kişi, arkaya da üç kişi alıp Üsküdar’da bırakırlardı yolcuları. Taksi parasını beşe bölmek gibi bir şey oluyordu yolcular için bu.
O sabah otobüsten biraz daha pahalı olan dolmuşa aniden binmeye kara verdim. Ben arkaya oturdum, yanıma da bir kız ile bir erkek, sanırım sevgili olan iki kişi bindi. Öne de iki adam yan yana sığmak zorunda kaldı taksicinin yanındaki tek koltuğa. Başlangıçta herşey normaldi. Herkes paralarını ödedi. Yolculuğumuz sakin başladı. Nerden bilebilirdik ki biraz sonra polisiye bir filmin içine dalacağımızı. Kanlıca’dan çıkıp sahil yolundan körfezi geçip ikinci köprünün altından da geçtikten sonra bir düzlük vardır. O düzlüğü de geçince Anadolu Hisarı İskelesi’ne gelirsiniz. Tam Anadolu Hisarı İskelesi’nin oraya geldik ki yolda bir motorsikletli polis denetim yapıyor. Şahin dediğimiz sarı polislerden. Beyaz motorsikletini yolun kenarına park etmiş. Gözlerinde güneş gözlüğü. Bizim taksici ile göz göze geldiler. Taksici önce yavru kediye benzer triplere girdi. Bir küçüldü, şirin bir surat ifadesi, masum bir insan edası ile polise dostça ve sevecen bir şekilde gülümsedi. Fakat Şerif Taytıs bu jesti maalesef yemedi. Sadece kaş göz ifadesi ile çek kenara manasında bir hareket yaptı. Ve o anda olanlar oldu. Hiç beklemediğimiz bir anda kedi yavrusuna dönen taksici eliyle tamam işaretiyle karışık selam verir gibi yapıp, direktife uyar gibi sağa yanaşırken aniden karar değiştirip çok seri bir patinajla Ayrton Senna’ya bağlayıp gaza bastı. Arabayı kullanış şekli Aryton Senna fakat görüntü kedi yavrusundan Joe Dalton’a dönmüştü. Adeta yarı insan yarı araba şeklini almıştı. Koltukta oturmuyordu sanki, belden aşağısı koltuk şeklini alarak, matriks gibi araba ile organik bir bağ kurmuş, üstü taksici Joe Dalton’a dönüşmüştü. Bu verdiği ani karar ve sürüş modu değişikliği ile birlikte panik halde beyni nasıl bir zeka sıçraması yaptıysa, ruhundan çıkan bir politikacı da bize derdini anlatmaya başladı aynı anda.
‘’Bu adam bana taktı arkadaş’’ dedi birden polis için.
‘’Geçen gün de durdurdu beni, bir hafta bağladı arabamı. Herkes yapıyor tek ben miyim? Çoluk çocuk bir hafta ne yiyecek?’’ demesiyle birlikte hepimiz hipnotize olmuş gibi taksicinin tarafına geçtik. Hadi ben 14 yaşında aklı bir karış havada sınava girmektense keşke kedi olsaydım diyen bir ergendim, ama diğerleri de ilginç bir şekilde taksiciden yana oldu. Kimse de ‘’kardeşim napıyorsun?’’ demedi. Şimdi olsa bilinçli toplum hakkını arardı belki ama o zamanlar garibanın yanında olan bir toplum anlayışı vardı. Bir de boğaz bölgesi yalılar hariç daha geleneksel Anadolu insanı profili ağırlıklı idi o vakitler. Biz bir şekilde tepki göstermeyerek onaylamış olduk taksici Joe’yu. Tabi bu anlattıklarım saniyeler içinde oldu. Ne olup bittiğini anlar anlamaz, gaza basan taksicinin erketesine dönüştük hepimiz. Ben hemen arkaya baktım. Şerif Taytıs motoruna doğru ağır ve emin adımlarla yürüdü ve beyaz kaskını kafasına geçirdi. Kaskı kafasına geçirmesi ile Sıvı Terminatör’e dönüşmesi bir oldu. Artık düşman daha da kuvvetli idi. Motorunun üstünden deri pantolonlu çizmeli bacağını attı, yana hafif yatık motoru düzeltip topuğu ile motorun ayağını geriye attıktan sonra yarım daire çizerek şık bir hareketle yola koyuldu. Aramızda yaklaşık 400 metre kadar mesafe vardı.
Erkete ben ‘’ Geliyor Abi !‘’ dedim.
Taksici kendini daha da acındırmak ister gibi ‘’ Taktı bana taktı’’ dedi.
O sırada biz virajı döndük. Ben hala arkaya bakıyordum. Bir yandan manyak gibi giden Ayrton Senna’nın ön cam simülasyonunu seyrediyor, bir yandan da dönüp arkadan yaklaşan Sıvı Terminatör’ü takip edip taksiciye mesafe bildiriyordum. İlk virajda polis görünmeyince bir an mutlu olmuştum fakat mutluluğum kısa sürdü, birkaç saniye sonra Sıvı Terminatör de virajı dönüp tekrar görününce bizden daha hızlı olduğunu net anlamıştım. Fakat Taksici farklı bir mod açmıştı. Trafik tıkanmıştı ama biz karşı şeride geçip solluyorduk duran arabaları. Artık sadece Taksici ile birlikte kanun kaçağı olmakla kalmamıştık, ekmeğinin derdindeki bu güzel abimiz için canımızı da tehlikeye atmaya vardık. Bilgisayar oyunu gibi gidiyorduk. Arkadan, bir görünen bir kaybolan ama her virajda biraz daha yaklaşan polis motoru, ön camda da bu oyunu gerçekten mükemmel oynayan taksici Joe Dalton. Taksici bir yandan ah vahlarla bizim motivasyonumuzu canlı tutmaya çalışıyordu. Hepimiz ‘’Bas Abi geliyor’’ ve mesafe bildiren yorumlarla artık tamamen taksiciden yana olmuştuk. Hatta sevgililer de ilişkilerinde aradıkları yeni heyecanı bulmuş gibi çok mutlu görünüyorlardı.
Küçüksu Kandilli arası virajlı yollardan sonra Kuleli önündeki son düzlüğe önde girdik. Çengelköy’de trafik biraz sıkışabilirdi fakat nasıl olduysa biz bir şekilde Beylerbeyi’ni de geçip Birinci Köprü’nün altındaki tünelden Kuzguncuk tarafına attık kendimizi. Tam bir viraj farkla motordan öndeyken, motorun arkadan görünmediği bir anda, sola Kuzguncuk içine girip bir sol ve bir sağa yaparak paralel bir ara sokakta sotelendik. Sağ tarafımızdaki iki apartmanın bahçesindeki alçak ağaçların arasından görünen sahil yolundan Sıvı Terminatör’ün motoruyla geçişini nefesimizi tutarak izledik. Hep Amerikan filmlerinde mi izleyecektik polisi atlatma sahnelerini. Bu sabah biz de bunu başarmıştık. Monoton hayatlarını yaşarken kaderin birleştirdiği farklı yaşlardaki bir grup vatandaş olarak emekçi taksici abimiz ile birlikte polisi atlatmayı başarmıştık. Bir hafta eve ekmek götürememekten kurtarmıştık özverili bir şekilde abimizi. Vedalaşmamız bile bu birlikteliğe yakışır şekilde oluyordu. Taksici abimiz bizden hem özür diliyor hem teşekkür ediyor hem de helallik istiyordu. Biz de ona ‘’Peki şimdi ne yapacaksın Abi’’ diyerek daima yanında olduğumuzu belirtiyorduk. ‘’Burdan sonra biz yolumuzu buluruz dedik’’, ‘’olsun önemli değil’’ dedik. ‘’Sen ne yapacaksın?’’ sorumuza da O: ‘’Nakkaştepe’nin oralardan yukarı çıkarım, Üsküdar’a gider arabayı teslim ederim. Onun da mesaisi biter zaten birazdan’’ diyerek maceranın bitmeyen kısmı ile ilgili kafamızdaki soru işaretlerini, tecrübesini ve öngörüsünü bir kez daha bize ispat edercesine cevapladı. Daha sonra da ‘’Allah Kerim’’ gibi birşeyler mırıldanarak yine içinden çıkan tevekkel politikacı ruhu ile oyunun kazananının biz olduğumuzu, bu saatten sonra artık yakalansa bile bizlerin fedakar insanlar olarak hatırlanacağımızı ve kendimizi mağrur hissedebileceğimiz inancını bize aşıladıktan sonra, artık ayrılabilirdik. Sevgililer gayet mutlu görünüyorlardı. Diğer iki delikanlı vatandaş abilerimiz de oldukça gururlu gibiydiler. Ben de okula geç kalmayı garantilemenin verdiği vurdumduymazlıkla artık hiç stresli değildim. Hem de okulda arkadaşlarıma ilk teneffüste anlatabileceğim eğlenceli bir anım vardı. İşin garibi kimse verdiği parayı bile geri istememişti. Üzerinden neredeyse 35 yıl geçmiş. İnsanlar mı değişti? O zaman mı normaldik, şimdi mi normalleştik? Hangisi daha iyi? Karar veremiyorum.
Kalın sağlıcakla