Merhaba Toprak Bora Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?
Çocukluğumdan beri varoluş kaygısına sımsıkı sarılmış bir insanım. Tabi o zamanlar daha felsefe eğitimi almamış olduğumdan işin teorisini bilmiyorum. Ayrıca varoluş saplantısı yanında bugün kimilerinin de kullanmayı çok sevdiği varoluş sancısını getiriyor. Yani bir anlamda tutunmak istemekle beraber nihayetinde de tutunabilmiş olma fikrine dair uzaklık.
Kendimi şu ya da bu şekilde tanımlamaktan hep korkmuşumdur. Bir sınıra hapsolmak ve kaderimin artık çizilmiş olması fikri bende kaçma arzusu yaratır. Zaten varoluşçuluğun geleneği başından reddetme eğilimi de bence biraz buradan gelir. Hayatı yazılmış bir senaryoyu oynuyor olmaktansa doğaçlama bir tiyatro gibi görmeyi severim. Kafam hep karışıktır. Üzerinde tam anlamıyla emin olduğum tek bir konu yok diyebilirim. Bir tarafta vergiler, kavgalar, trafik levhaları, geç yatan maaşlar, büyük resimler, diğer yanda; sözler, notalar ve anlamlar. Ben kendimi ikinci kısmın bir neferi olarak görüyorum. Bir taraftan Turgenyev’in Bazarov’u gibi dünya üzerindeki tüm çabaların nafile olduğunun farkındayım ama diğer bir taraftan da atlamış olduğum anlam uçurumunda beni son anda yakalamış ancak elimden değil de kulağımdan tutan biri, bir şeyler var. Kısaca kendimden bu şekilde bahsedebildim. Ayrıca kahveyi, viskiyi, Beşiktaş’ı ve kedileri çok severim.
Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?
Yazma yolculuğum yazmayı öğrenmeden önce nineciğime yazmış olduğum düz, çapraz ve yan çizgilerden oluşan bir mektupla başladı. O zamanlar ne demek istiyordum, hatırlamıyorum. Ancak o zamandan beri bir şeyler demek istiyorum. Lise çağımın sonlarına kadar onlarca şey yazdım ve onlarca şarkı besteledim. O zamanlar yazmayı ve söylemeyi bir çeşit “anlam dünyasının günlüğünü tutmak” olarak gördüğümü söyleyebilirim. Profesyonel anlamda yazma yolculuğum üniversite yıllarında şekillendi. Yazma ve söylemeye dair içsel güleryüzümü kaybettikçe yazma eylemi içimde daha çok bir taşma eylemine dönüştü. Hissettiklerim ve yaşadıklarım arasındaki mutlak çelişki beni ikiye bölünmeye zorladı. Bir yanda bu şakalı melankoliyi sıkıcı olmayacak bir şekilde sunmaya çalışan sosyal ben, diğer tarafta ise anlamla zihnim arasına hiçbir aracı koymaksızın yalnızca yazan, söyleyen olarak somurtkan ben. Yazarak sosyal yaşantımda kaçtığım her şeyin gözünün içine bakıyorum. Sorgulamaya korktuğum şeyleri sorguluyorum. Gerçekten bir anlam inşa ediyorum ya da yıkıyorum ve okuru da bunun bir parçası olmaya davet ediyorum.
Bu yolculukta size kimler destek oldu?
Burada dört temel dayanak noktamdan söz etmek zorundayım. İlki kardeşim Muhammet Cebeci. O olmasaydı ne sanat ne edebiyat alanında anason kokan düşüncelerin ötesine geçmem mümkün olmazdı. Elinden geleni hiçbir zaman ardına koymadı ki yine benim nakavt olmuş olduğum bir dönemimde sahneye çıkıp Yerdeki Hesap’ın yayımlanmasını sağlayan kişi Muhammet’tir.
Bir diğer dayanak noktam çok sevgili dostum Ahmet Altay. Bitmeyen enerji. Bana her zaman benden daha çok inanmıştır. Hiçbir zaman çareleri tükenmez, pes etmez ve durmak bilmez. Kendisi bu yazım sürecinde uzun geceler boyu süren sohbetlerimizde aslında ne anlatmak istediğimi anlamamı sağlamıştır.
Bir diğer dayanak noktam sahneyi birlikte paylaştığım dostum Kerem Akarsu. Kendisinin bir kitap yayımlamam fikrine benden daha çok heyecanlandığını söylemeliyim. Nitekim Yerdeki Hesap’ın kapağını da Kerem Akarsu tasarlamıştır. Ayrıca aldığım dönütler doğrultusunda kitapta benim anlatmak istediğimi en iyi yakalayan kişidir. Elbette kitabın anlamı benim tekelimde değildir fakat yine de kendisine bu zehri zerk etmiş olmaktan dolayı bir özrü borç bilirim.
Son dayanak noktam dünyanın en tatlı kadını, eski dostum Duygu Öncel. Sinema sektöründe olduğundan kurgu açısından oldukça yapıcı eleştirilerde bulundu. Kitabın nihayetinde içime bu kadar sinmiş olması Duygu sayesindedir. Bütün taslaklarımı ilk olarak o okuyup incelemiş, metin ve kurgu bakımından eleştirisine bizzat mesai yapmıştır. Ayrıca kendisiyle Yerdeki Hesap’ı beyaz perdeye taşımakla ilgili projelerimiz var. Bu dört insan olmasaydı Yerdeki Hesap olmazdı.
Yerdeki Hesap isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı. Tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?
Sanırım ilk kitabım olması dolayısıyla kendimi kanıtlama dürtüsünden olsa gerek, kitabı imgelere ve felsefi derinliğe boğdum. Ama bunun okuma temposunu engellemesine izin vermedim. Yani tıpkı Matrix’i izleyip “Yahu ne güzel bir aksiyon filmiydi,” diyebilmek gibi kitabı doğrudan kendi kurgusu doğrultusunda okumak da mümkün. Yerdeki Hesap ismi kitabın içindeki bölümlerin birinden geliyor. Bu noktaya gelindiğinde okur artık farklı bilinç düzeylerinde doğanın bir parçası olmak bakımından tüm canlıların bir hesabı olduğunu gösteriyor. Ayrıca perspektifinize göre tüm bu hesaplar bir felaketle ya da bir arınmayla sonuçlanmış olabiliyor. Yani Yerdeki Hesap’ın okuru aktif olarak birlikte düşünmeye davet eden yer yer sarsıcı yer yer sarıcı bir roman olduğunu söyleyebilirim.
Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?
Bu tabii ki sonsuza kadar uzanan bir liste. Yine de başucu kitabım Martin Eden’dir. Gerek yaşantı gerekse içerik bakımından bağlanmaya en çok yaklaştığım biricik karakter. Ayrıca Jack London’ın bütün karakterlerinin Martin Eden bedeninde toplanmış olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bugün yaşıyor olsaydı Dostoyevski’nin şahsi mesaj ve maillerini dahi okumak ve ders çıkarmak isterdim. Psikoloji ve felsefeye eğilimi olan birinin görmezden gelmesi imkânsız olan bir yazar. “Öteki” isimli kitabı başucu kitaplarımdandır. Özel bir örnek olarak Salinger’in Çavdar Tarlasında Çocuklar’ını örnek olarak verebilirim. Bu kitabın içindeki tek bir cümle bana her zaman her şeyin özeti gibi gelir.
“Böyle şeyler için havanızda olmanız gerekir” İşte bir yazar olarak en çok imrendiğim şey budur. Büyük mühür cümlelerdense olabilecek en basit bir cümle içine paketlenip konmuş yaşamın anlamı. Son olarak yerli bir örnek vermek gerekirse Orhan Pamuk ve Kara Kitap’ı da başucu listeme alırım. Kara Kitap dizayn bakımından benim yapmak istediğim şeye çok yakın. Bir kurguyu bazı düşüncelerle kesintiye uğratmak. Tıpkı yaşantımızın bazı düşüncelerle sık sık kesintiye uğraması gibi.Yazarlar bazen havalı bir arkadaş bazense bir ebeveyn gibidirler. Bu bence Dostoyevski ve Tolstoy arasındaki kritik ayrımdır ayrıca. Bunlar sizin kayıtsız kalmanızı engeller. Sizi şekillendirir ve eğitir.
“Çok gezen mi bilir yoksa çok okuyan mı,” şeklinde sorulan tipik münazara sorusuna aşinasınızdır. Ben bunu şu şekilde düzeltmeyi öneriyorum. Çok gezen mi daha çok yaşar yoksa çok okuyan mı?
Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?
Şu anda üzerinde çalıştığım üç kurgu roman ve iki felsefi teori kitabı var. Bunların ne zaman biteceğini ve hangi sırayla yayımlanacağını tahmin etmek şu anda benim için çok zor. İsmini Kış Kitabı koymayı planladığım bir kurgu romanda anlamlı bir ilerleme kat etmiş bulunmaktayım. Bu kitapta kışın getirdiği soğuk ve mantığın getirdiği soğuk farkındalık üzerinden doğanın sessizleşmesi ve böceklerin derinlere kaçmasıyla zihnimizdeki düşüncelerin daha belirgin hale gelmesini tema olarak belirledim. Yerdeki Hesap’a göre temposu oldukça düşük, okuru genel anlamda hayat üzerine ve özel olarak da kendi hayatı ve seçimleri üzerine düşünmeye itecek bir kurgu.
Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Yazmak benim için başımı okurun kucağına yaslayıp mızmızlanmak aslında. Bazı fikirlerim var, meraklarım var ve okurdan alacağım dönütlerle bunların üzerinden tekrar tekrar geçmek istiyorum. İçinde yaşadığımız dönemde yeni bir yazar olarak ses getirmek ve ustaların karşısında sahneye çıkmak oldukça zor. Ama ses getirmeden önce yapılması gereken şey sesini bulmaktır. Ben de sesini arayan bir yazar olarak okurlarımdan dönütler bekliyorum. Sizleri, düşüncelerinizi, hayatlarınızı merak ediyorum. Esenlikler!