Hülya Cabi: Tüketim Toplumu Çıkmazı

Tüketerek büyümeye çalışırken, tüketim toplumu çıkmazına girmişiz haberimiz yok. Dostlukları, sevgiyi, saygıyı, ahlakı da tükettik hatta öyle ki bundan haberimiz yok. Madden yokluk içinde manen doyuma uğramış bir toplumdan, her şeyi almasına rağmen doymayan ihtiyacının sınırı olmayan bir topluma dönüştük. Birbirimizin kıyafetlerini giyer, kitaplarını kullanırdık. Bu paylaşım acılarını da paylaşmamıza neden olurdu. 

Tüketim Toplumu Çıkmazı

Komşumuzun acısı varken günlerce evimizde müzik dinlenmez, televizyon olduğu dönemde televizyon açılmazdı ki yas tutulurdu. Bize kıyafetler verilirdi ve Ayşe ablanın kıyafeti bana oluyor, diye büyüdüğünü düşünürdük biz. Kitap üzerine yazı yazamazdık çünkü bize tertemiz verilen kitapları bizden sonrakine aynı şekilde teslim etmenin bilincindeydik. Kitabın değerini belki de bu sebeple biliyorduk. Kitap derdi olmayan bir kuşak olarak kitabın kabını bile değiştirmeye gerek duymazdık. Kütüphanemiz vardı bizim, gider aradığımız kaynağı bulur, hızla bir not defterine araştırdığımız konuyu yazar ve kitabı kütüphane sorumlusuna teslim ederdik. Sessiz kitap okumak, hızlı okumak için kursa da gitmezdik. Belki de sessiz ve hızlı kitap okumak o dönemden kalma bir alışkanlıktı. Bizim arama motorumuz yoktu, o sebeple severdik kütüphaneleri. Bizim internet bağlantımız kesilmez her şekilde kitaba ulaşabilme yollarını kullanırdık. Kütüphane yoğunluğunu bilmezdik, gitmek, gelmek, araştırmak, not almak derken, zamanı iyi yönetemezdik ama bu ortamlarda sosyalleşirdik. Bizim sosyalleşmeden anladığımız sanal ortamlar değildi. Biz duygularımızı mektup yazarak ifade ederdik, bir sms yollayarak sevgi göstermezdik.

Emojimizde yoktu, utanınca yüzümüz kızarırdı, üzülünce suratımız asılırdı, üzülünce gözümüzden yaş gelirdi bizim. Her evde ansiklopedi yoktu, o zamanlar gazeteler de bu ihtiyacı fark etmiş olsa gerek ki kupon karşılığı ansiklopedi vermişti. Kupon, gazete yanında her gün verilen ve üzerinde numerik takip olan küçük kağıt parçasıydı amaç aslından her gün gazete alınmasının sağlanmasıydı ki karşılığından ansiklopedi alınması sağlansın. Şehir içi ulaşımlarda kullanılan otobüslerde biletlerimiz vardı, o biletler yakma sistemi ile yok edilirken araç içini duman kaplardı. Cep telefonumuz da yoktu. Ankesörlü telefonu gördüğümüzde çok mutlu olmuştuk. Demir para gibi bolca büyük ve küçük jeton taşırdık. Çünkü, her evde telefonda yoktu. Komşumuzun telefon numarasını eşimize dostumuza vererek iletişim kurabiliyorduk. Telefon bahanesiyle gittiğimiz komşumuzda muhabbet eder halini hatırını sorardık. Şimdi telefon bahanemizde yok her şey çok kolay elimizin altında ama zaman birinin hatırını sormaya dahi yetmiyor. Koşa koşa yaşadığımız dünyada boşa giden zamanın hesabını yapmadan, yapamadan zamanı tasarruflu kullanamaz olduk. Çok küçük şeylerle mutlu olan, maddi kıtlık içinde manevi bollukla yaşarken, zamanla maneviyatı harcayarak tükettik. 

Vicdan Her Zaman Doğruyu mu Söyler?

2001 yazında Erzincan 59.Topçu Tugayında kısa dönem er olarak  askerlik yapıyordum. Kasım 2000 de geldiğim Tugay’da çavuş olarak kayıt kabul bölümünde yeni dönemde askere alınanların kayıt işlemlerine yardım etmek üzere görevlendirilmiştim. Gelen askerlerin kayıtları, sağlık kontrolleri, kıyafetlerinin verilmesi ve bölüklerine teslim edilmesi süreci idi kayıt kabul. Erzincan’daki bu Tugay, genellikle Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’dan gelen erlerin üç ay acemilik eğitimi aldığı bir yerdi.  Üç aylık eğitim sonrasında Türkiye’nin dört bir yanına gönderiliyorlardı. Her askere alım döneminde, birkaç hafta süre ile her gün Tugay’a yeni askerler geliyordu. Gelişler sabahtan akşama kadar sürüyordu. Bazı günler çok geç saatlerde gelen askerler, apar topar boş yatak olan koğuşlarda misafir edilip, ertesi sabah kayıtları yapıldıktan sonra bölüklerine teslim ediliyorlardı. 

Vicdan Her Zaman Doğruyu mu Söyler?

Sabah sporu ve kahvaltısından sonra kayıt kabul binasındaki görev yerimize geldik. Önceki gece geç saatte gelen birkaç asker de gece misafir olarak farklı koğuşlarda yatmışlar ve sabah kayıt için nizamiyeye geri getirilmişlerdi. Askerleri kayıt ettikten sonra gece verilen kıyafetlerini giymelerini söyledik. Askerler giyinirken içlerinden bir tanesi ‘Komutanım benim botlarım değiştirilmiş’ dedi. ‘Biri yeni botları çantamdan alıp, eski botlar koymuş’ diye ekledi. Ben de kısa bir şaşkınlıktan sonra olayı anlamaya çalışmak için sorular sormaya başladım. ‘Sen ne zaman geldin?’ diye sordum. ‘Dün gece’ dedi çocuk. ‘Kıyafetleri dün gece mi aldın?’ diye sordum. Evet dedi. Tam olayı anlamak için birkaç soru daha soracaktım ki, oradaki vurdum duymaz çavuşlardan biri, lafa girdi. ‘Hadi oğlum’ dedi, ‘İşimiz var, botun var mı var, biri değiştirmiş işte senin yenileri eskileriyle, giy eskileri devam et, burası ana kucağı değil asker ocağı. Sahip çıkaydın malına. Hem burada böyle şeylere hırsızlık denmez, yer değiştirme denir’ dedi.  Çocuk bir şey diyemedi tabi, sustu. Ben de tereddüt içinde kaldım. 7000 kişilik tugayda kimsenin önemseyeceği bir durum değildi içinde bulunduğumuz şartlara bakınca. Fakat tam o sırada kayıt kabulden sorumlu Yüzbaşı yanımıza geliverdi. Selam verdik. ‘Vukuat var mı çocuklar diye sordu?  Ben de her zamanki doğrucu davutluğumla, ‘Komutanım bu yeni gelen askerin botunu gece kaldığı koğuşta eskisi ile değiştirmiş biri’ dedim. Yüzbaşı ‘Bir işi doğru yapamıyorsunuz, bir çocuğun botuna sahip çıkamıyorsunuz, ne suçu var bunun eski botla başlayacak askerliğine’ diye söylenince benim ağrıma gitti. Yüzbaşı dönüp arkasını gitti ama bu duruma canım çok sıkıldı. 

Çocuğa tekrar sordum. ‘Sen hangi koğuşta kaldın gece?’. ‘Çavuş talimgahta’ dedi çocuk. Sonra ekledi. ‘Ben botumun içine isim ve soyadımın baş harflerini yazmıştım’. Yüzbaşının lafı içime oturduğu için olayı çözmeye karar veren ben, koşa koşa Yüzbaşının yanına gittim. Dedim ‘Komutanım bu çocuk çavuş talimgahta kalmış, yeni botlarının içine de isminin baş harflerini yazmış. Eğer çavuş talimgahtaki askerlerin botları kontrol edilirse, ayağında yeni bot olan varsa, içi kontrol edilip kimin çaldığı tespit edilebilir ‘. Yüzbaşı yanındaki telefonun ahizesini kaldırıp çavuş talimgahın komutanını aradı. ‘Komutanım dün gece sizin koğuşta kalan askerlerden birinin botu eski botlarla yer değiştirmiş’ dedi. Ayağında yeni bot olan askerlerin botlarını bir kontrol ederseniz, ben çocuğu çavuşla beraber gönderim, botları geri versinler. Hırsıza da cezasını verirsiniz’ dedi. Bir süre sonra telefon çaldı. Çavuş talimgahın yüzbaşısı arayıp botların bulunduğunu söyledi. Bizim yüzbaşı telefonu kapatıp, bana dönüp, ‘Çocuğu al, çavuş talimgaha götür, botlarını alıp gelin’ dedi. Ben Askeri aldım, çavuş talimgaha gittik. Yüzbaşıya selam verdim. Yüzbaşı çocuğa botları gösterdi.’ Bu mu senin botlar? diye sordu. Çocuk botların içine baktı, yazdığı harfleri görünce, ‘Bunlar Komutanım’ dedi.  Komutan ‘Eski botları bırak, bunları al’ dedi. ‘Dışarı çıkıp kapının önünde bekleyin’ diye de ekledi. Biz dışarı çıktık. Ben o sırada botları kim çalmış olabilir diye düşünüyordum. Biz de acemiliğimizi çavuş talimgahta yapmıştık. Biz er olarak ilk geldiğimizde, başımızdaki çavuşlar içinde çok kaba, küfürbaz olanlar da vardı, çok güler yüzlü olup bizimle şakalaşanlar da. Bunları düşünürken, yüzbaşının odasına uzman çavuş, ayaklarında postal olmayan, siyah çorapları ile yürüyerek kolundan tuttuğu bir çavuşu getirdi. Bu çavuş, biz acemiyken bize en candan davranan en çok sevdiğim çavuştu. O anda anladım, botları onun değiştirdiğini. Birden içim ezildi. Kendi kendime nerden kurcaladım meseleyi, ne olurdu dedim eski bot giyseydi bu çocuk. Değiştirenin bu çavuş olduğunu bilsem çözmeye çalışır mıydım meseleyi diye düşündüm. Gözünde kırmızı kalın çerçeveli gözlükler olan, üstü başı düzgün, kibar, şakacı bir gençti bu çavuş. İçeri girdiler. Ben içerdeki konuşmaları kapının dışından duyabiliyordum. Önce bir iki nasihat etti Astsubay Başçavuş. Onu da tanıyordum acemilikten, çok efendi bir adamdı. 

Askere iyi davranırdı. Ama bu sefer iş başkaydı. Yüzbaşı da odadaydı ama Astsubay Başçavuş konuşuyordu çavuşla. Nasihatlerden sonra, çavuş inkar etmeye çalışsa da, olay çok netti. Postalların içinde harfler yazılıydı. Ardından bir tokat sesi geldi. Benim içim iyice ezildi. Çocuk birşeyler söyleyecek oldu. Bir tokat sesi daha geldi. Astsubay Başçavuş ‘Oğlum biz size burada güvenemezsek, savaşta nasıl güveneceğiz’ dedi. Çocuk hala inkar ediyordu, özür dilemek yerine. Tokatlar da devam ediyordu. Her nasihatin ardından bir tokat sesi. Birkaç dakika sonra ben artık pes etmiştim, tamamen pişman olmuştum olayı araştırdığıma. Başımı öne eğmiş yere bakıyordum, üzgün üzgün. Fakat tam o sırada gözüme bir şey ilişti. Dışında beklediğim kulübenin kapısının kenarında bir örümcek ağı vardı. Ağa bir böcek takıldığını gördüm. Böcek ağa takılır takılmaz, örümcek hızla saklandığı yerden çıktı ve çok çabuk ve soğukkanlı bir biçimde büyük bir ustalıkla böceğin etrafını ağ ile sarmaya başladı. O kadar büyük bir maharetle, o kadar hızlı örüyordu ki ağını hiç acımadan. Bir anda kafam allak bullak oldu. Tam vicdan azabının ortasında iken, bir yandan içerden tokat sesleri geliyor, bir yandan da örümcek avını sarmalıyordu. Dedim bu nasıl bir tesadüf. Demek ki bizim aklımızı çok aşan, en ince detayına kadar düşünülmüş bir düzen var. Herşey olması gerektiği gibi yaşanıyor. Örümcek yapması gerekeni yapıyor, yoksa hayatta kalamaz; komutan da o anda yapması gerekeni yapıyor. Ben de belki yapmam gerekeni yapmıştım, vicdanım sızlasa da sonunda. Aklıma bir arkadaşımın dayısının, eniştesi için söylediği söz geldi. Arkadaşımın eniştesi avukattı ve ünlü markaların avukatlığını yapıyordu. Taklit ürünleri yakalatıp, toplattırıyordu. Dayısı, eniştesine; bir gün, ‘Cellat da lazım ama cellat olmamak lazım’ demişti. Bu söz üzerine çok düşünmüştüm. Peki kimse cellat olmazsa kötülere cezayı kim verecekti. İsmet İnönü’nün meşhur sözü var ya ‘ Bir memlekette namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça o memlekette kurtuluş yoktur’ diye. İşte tam da durum buydu, sadece iyilikle işler maalesef yürüyecek gibi değildi içinde bulunduğumuz dünyada. 

Dayak yiyen çavuş bir noktadan sonra imalı bir şekilde Başçavuş’u tehdite başladı. ‘Bunun sivili var, babam sizin yanınıza bırakmaz’ gibi sözlerle. Fakat bunun sonucunda bir iki tokat daha yedi. Belki de Yüzbaşı bir iki tokatla ders vermek niyetinde oldukları askeri, tutanakla mahkemeye sevk etmeye karar verdi  tehditler üzerine ve ‘Madem laf anlamıyorsun, kabul edip özür dileyeceğin yerde tehdit ediyorsun, o zaman askerliğin uzasın da gör’ diyerek noktayı koydu.  Biraz sonra Başçavuş kapıdan bize görünüp, ‘Siz gidebilirsiniz ‘dedi. Ben de çocuğu alıp kayıt kabule doğru yürümeye başladım, gözümün önünde böceği saran örümcek, kulağımda tokat sesi, aklım karma karışık.

İrfan Erdoğan: Çoban Ökkeş

Hiç unutmam, koyunlarımızı Ökkeş amcamın güttüğü yıldı. Yaz günleri havalar sıcak olduğu için çobanlar, sürülerini öğleden sonra alır dağa çıkar, bir sonraki gün sabah saat 10’da köye dönerlerdi. Döndüklerinde de konu komşu sürülerin önünde durur, kendi koyun ve keçilerini ayırır evine götürürdü. Zaten hayvanlar da sahiplerini ve evlerini bildikleri için köyün içine gelince, evlerinin yolunu tutar, sürüden ayırılırlardı. Bu derece eğitilmişlerdi hayvanlar...

İrfan Erdoğan: Çoban Ökkeş Amcam

Yine bir yaz günüydü. Yine çobanlar güttükleri sürülerin eşliğinde köye girmişti. Herkes koyunlarını sayıp teslim almıştı. Biz de sayıp teslim aldık ama iki koyunumuz o gün eksikti, yoktu yani. Başka ailelerin de iki, üç hatta beş koyunu eksik olan vardı...

Koyunları kaybolan diğer komşularla birlikte her yeri aradık. Ama bulamadık. Koyunlar da en iyi besili olan koyunlarımızdandı. Babam ve diğer komşular çoban olan Ökkeş amcama koyunlarının eksik olduğunu söyleyip “Nerede koyunlar?” diye sert sert sordular ama Ökkeş amcam da hiç istifini bozmadan ve babamın da yüzüne bakmadan “Ne bileyim neredeler... İki yüz adet koyun güdüyorum hepsiyle tek tek ilgilenemem ki“ deyince diğer komşular sessiz kaldı ama babam sinirlenerek “Bu koyunların çobanı sen olduğuna göre senden başkasına da soramayız herhâlde beyefendi“ dedi ama bu defa Ökkeş amcamın yüzünden düşen bin parça misali tekrar “Bilemiyorum, dağlara çıkıp ararız belki bir taşın gölgesine çöküp uyumuşlardır ne bileyim“ dedi. Artık babam işin içinden bir bit yeniğinin olduğunu sezmiş bir vaziyette ve sinirli bir şekilde koyunları kaybolmuş diğer komşulara “Arkadaşlar dağa çıkıp koyunları aramaktan başka bir çaremiz yok, gelmek isteyen varsa ben çıkıyorum” dedi. Koyunları kaybolan herkes, babamın dediğine uyup, koyunların gece otlatıldığı bölgeyi aramaya, dağa çıktılar. Çıkmadan önce de babam bir kez daha Ökkeş amcama dönerek “Bu koyunların kaybolmasında senin ve diğer çobanların bir ihmali varsa herşeyi açık açık söyleyin biz de rahat edelim boşuna dağa taşa çıkıp yorulmayalım.” Dedi ama Ökkes amcam nuh diyor peygamber demiyordu,aynı şekilde “ Benim ve diğer çobanların bir suçu yok koyunların eksik olduğunu, burada, hep beraber gördük.“ deyince babam diğer komşularla ardına bakmadan bütün gün dağda kaybolan koyunları aramaya çıktılar kırk derece sıcağın altında. Onlar dağda koyun ararken Ökkeş amcam, telaşlı bir şekilde, çok sevdiği annemin yanına gelerek “ Yenge koyunları diğer çobanlarla birlikte hırsızlara sattık. Sizin koyunlardan da iki tane sattık ki durum anlaşılmasın. Ne olur gerisini sen abimle hallet. Eğer ortaya çıkarsa abim beni öldürür.” Deyince anam yarı gülerek, “Peki abin, dağda koyunları artık bulamayacağına göre eve gelecek, o zaman durumu hallederim sen merak etme... Ancak abin sana bağırırken de abine cevap verme“ deyince, Ökkeş amcam sustu, bir daha da konuşmadı taa ki babam diğer köylülerle birlikte, eli boş ve takatsiz bir vaziyette eve dönene kadar. Neticede babam dağdan döndü diğer komşularla birlikte... Ama dediğim gibi takatları kalmamış dağlarda geze geze ayakta duracak hâlleri de yoktu. Babam üç beş dakika hiç konuşmadan önüne bakarak üzgün bir şekilde oturdu. Anam, babamın bu durumunu görünce babama kaş göz edip dışarı çıkardı, durumu anlattı. Gerçeği öğrenen babam, bitkin düşmesine rağmen kan beynine sıçramış bir vaziyette yan tarafında çömelmiş, oturan Ökkeş amcamın üstüne çullanarak, temiz bir meydan dayağı attı. Amcam bağırmaya başladı. Bütün köylüler, amcamın bağırtısını duyup evimize koştu. Bu duruma kimi üzülüyor kimi de kahkahalarla gülüyordu. Neticede insafa gelen bir kaç komşunun da yardımıyla Ökkeş amcamı babamın elinden kurtardılar. Ama koyunlar gitmiş olay da böylece kapanmıştı...

Deniz Boyraci: Gün Gelir Devran Döner

Siyaset gündeminin ana konularından biri haline gelen Selahattin Demirtaş Devran adlı kitabi ile bu ay ki kitap yolculuğumuza devam ediyoruz. Yüzyılımızın çözülemeyen  sorunu olan Kürt  sorunu 21 yy. in ilk çeyreğinde hala günceliğinden hiç  bir şey  kaybetmemiş. Kürtler ise aradığı insanlığı bulamıyor diyor Demirtaş. 90 'lı yıllarda faili meçhuller, köy  yakmalar, hak ihlalleri had safhadaydı  bu zulmü  anlatırken dahi insan insanlığından utanıyor,  ama bu zulmü  yaşatanların   öyle  bir sorunu yok maalesef... 

Devran Selahattin Demirtaş

Bunu  onlara hatırlatmak  ve yaşananları unutmamak için  sayın  Demirtaş çok  ince mizanseniyle yaşanmışlıkları  Devran ile toplum hafızasına  ışık  tutmuş . Zaten  yaşattıklarını barbarlığı  anlattığı için şu an cezaevinde. Son 40 yıldır ülkemizde  yaşanan  durum bu; Varlık ve yokluk mücadelesi...  Varsın ama  dilini konuşamıyorsun  varsın ama kültürünü yaşayamıyorsun, yoksulsun, eziliyorsun, dilin kültürün  inkar ediliyor  ve yok sayılıyorsun! Öte  yandan yoksun deniliyor  ama düşmansın, ama en tehlikelisin ve acımasızca  bir diğer  kesimle kutuplaştırarak  üzerine düşman  diye boğaya  kırmızı  şalı gösterir    sana saldırtıyor . Kürtlerin  bu ülkede  son kırk  yıldır yaşadığı  bu handikabı   özetlemeye  çalışan  sayın  Demirtaş "in Devran isimli kitabını tanıtacağız sizlere, aslında  her hikayesinde sizde varsınız  gelin Demirtaş'ın kaleminden kendinizi okuyun.. Eserdeki her hikaye anlamlı  mesajlar içeriyor; Selim Bey; hikâyesinde sizce kaç  tane Selim  vakası  yaşanmış  o hazin topraklarda, Peki Selim  bey gibi kaç kişi  bu yüz kızartıcı  suçuyla  yüzleşmeye  çalıştı? Selim Bey gibiler söz  verdimi bir daha bu olaylar yaşanmayacak diye, Suçsuz sebepsiz kimse öldürmeyecek diye? Sizce sadece o haksızlığa  uğrayan  köylünün  çoban  oğlu mu  öldürüldü? Hayır kimlik  hak adalet insanlık mücadelesi  veren binlerce Kürt  genci savaş  kuralları  çiğnenerek işkencelerden geçirildi,  haksız  hukuksuz yargılandı. Zindanlarda çürütüldü, bazen de yargısız infaz edildi. Kobayda: Çözümsüzlük  noktasında içine  düşülen hataların  tekrarı  çözüm  değil çözümsüzlüğün  kendisi olmuş,  hatalarımızdan ders çıkaramamanın  bedelini veriyoruz  mesajı veriliyor. Kimdir  bu hataları  yapanlar? Hataların bedelini kimler ödüyor? Baranın Beşiği; Kimler sorumlu ölümünden? 

Baran,  bebek yaşta  neden kendisinin   yaşadığı  bereketli  toprakları bırakıp  göç  yollarında  ailesiyle beraber hayatından oldu. Baran’ın topraklarının  nimetini  kim yiyiyor ki?  Baran yoksulluktan  öldü? Kapkaç: Neden kapkaççı olur bir insan? Ayrıca  bir insan  yoksul ise bile  kapkaççı mı  olunur yoksa devrim ve mücadele  yolunu seçip  aç  bırakanlarla mücadele mi etmeli? Okuyunca, Siz karar verin. Cizre'de: Aslında  bodrumlarda tüm  insanlık öldü. Canlı   yayında  tüm  dünyanın  gözleri  önünde katliam yapıldı. O gün orada toplumun her kesiminden insanlar vardı Genci, devrimcisi köylüsü,  yerlisi çocuk  yaşlı  herkes  yaşanan savaşa  dur demek için  oradaydı. Fakat Devlet Barışı Cizre'de  bodrumlarda katletti. Demirtaş  tüm  bu süreçleri yakından  yaşadı, hissetti yüreğiyle  unutulmaz bu direnişi  hikâyeleştirdi fakat yaşananlar  sığar  mı  hikâyelere? Bilemiyoruz. Kahramanlık ve kalleşlik  o gün  orada çarpıştı. Tarih direnenlerin kahramanlığını  unutmaz,  katiller ise hep katil olarak anılacaklardır. Diğer tüm hikâyeleri eserde devamla okuyacaksınız... Her bir direnişçi  Kürt evladı  gibi oda yaşananlara kayıtsız  kalmayıp  bulunduğu  zindandan bu dramı hikâyeleştirerek aslında  faşist  iktidara gereken cevabı  vermiştir. Fakat Devran hala dönmüyor  hala Kürtler sürgün  ediliyor işkence  görüyor, eziliyor ,hala da Kürtlere yerde işkence yetmedi gibi, Kürtler  helikopterlerden atılarak  işkence ediliyor . İşçiler  hala ölüyor ve hala yoksullar. İşi  olanların işi  ellerinden alınıyor. İş bulmak için  kamyon kasalarında , yollarda can veriyorlar.... Ama faşist  iktidarlar, Bırakın  Kürtleri tüm  Türkiye’yi  böldüler. Kendilerinden olmayan herkese bir klişe, bir ötekileştirme  damgası vuruluyor. Kürt, Kadın,  Alevi Ezdi, Hıristiyan, Müslüman ise onlardan olan  onlardan olmayan olarak binlere bölünen bir toplumda. 

Selahattin Demirtaş ve alanda siyaset yapanlar,  yiğitçe  direnenler, demokratlar tüm  bu saydığımız  kesimlerin ortak paydası  ve umududur. Bunu yaygınlaştırma, sahiplenme ve kenetlenmeyle Gün gelir devran döner  insanlık  düşmanlarından kurtulacak. Ama hala bu fitne tohumlarını  halkların  demokratik hareketlerin içine de katarak kendi düşüncelerinin  izdüşümlerini içimize de sokmaya çalışıyorlar  kendilerinin parçalı  bakış  açısını   bize dayatıyorlar. Oysa Demokratik sosyalist düşünce  hareketleri insanlık hareketleridirler, kucaklayıcı ve çoğulcudurlar. Bizim onlara bunu göstermemiz  lazım. Demirtaş'ın   kendisi 90'li yıllarda  yaşanan bu zulme  hukukçu olarak tanıklık  etti. Varlık  mücadelesi  veren dilinden kültüründen  uzaklaştırılan  Kürtleri  ayakta tutan  şey , nerde  ve hangi şartta  olursa olsun, ister hasta, ister tutuklu, ister diasporada ve ister dağlarda , ister kuzeyde ,güneyde, batı  ve doğuda olsun hiçbir  engele  takılmadan  tüm bunların haklı  mücadelesini  vermekten vazgeçmemelerindedir. İnsanlık düşmanlarının  korkulu rüyası ise  bir gün Demirtaş'ın da hayal ettiği  gibi; Devrimcilerin, işçilerin, kadınların,   köylülerin, gençlerin, yoksulların  birleşip  bu zulme dur demesidir. Devrim olacak ve devran o zaman dönecektir. Özgürlük barış demokrasi ve halkların  devri başlayacaktır. Bakın Selahattin Demirtaş'ın tüm  hikâyelerinin  ortak noktası nedir? Bu  hikâyeler nerede birleşiyor?  Bildiğiniz gibi Demirtaş bir siyasetçi ve şu an hapiste olmasına rağmen hâlâ aktif olarak siyasetin içerisinde olmaya gayret ediyor. Bunu artık meclis kürsüsünden siyasi açıklamalarla yapmak yerine hikayeler anlatıyor. Belki de bu yöntem kürsüden açıklama yapmaktan daha iyidir. Onun anlattığı her hikâye Ülkemizin bir başka ücra gerçekliği gözler önüne seriyor. Halkın çocukları, diplerde yaşayanlar, Emekçiler, Kadınlar, Kürtler ve elbette tüm ötekiler için bu hikâyeler sürpriz değil... Şaşırtıcı hiç değil. Hatta bunlar bir nebze basit bile olabilir. Asıl mesele bu hikayelere şaşıranlarda saklı..... Bence Demirtaş’ın amacı da tam olarak onlara ulaşmak ve anlatmak. "Biz bu mücadeleyi niye veriyoruz biliyor musunuz?" Sorusunu sorup cevabı olarak hikâyelerini anlatıyor sanki. Aynı zamanda da siyasi çizgisinin bir tezahürünü görüyoruz. Daha önce de belirttiğimiz gibi  hikâyesi sadece Kürtleri içermiyor. 

Özellikle ekonomik olarak zor günlerden geçerken yani aşırı işsizlik, yoksulluk hayatta kalma mücadelesine dönüşmüş vaziyetteyken bu hikâyeler daha da gerçekçi bir çıplaklığa dönüşüyor. Aynı zamanda da bütünleyici bir siyasi çizgiyi yeniden ortaya koyuyor. Bu devirde yaşananlar  sadece Kürtleri vurmuyor ancak Kürtleri vururken yaşanan o sessizlik değişmeyen  dönemi yaşatanların  haksızlığını ve zalimliğini büyütüyor. Bazı siyasetçiler var, siyaseten ölü doğarlar hayata mi, değil mi bilmezsiniz. Konuşur, dinlemezsiniz sahnede çekilir, fark etmezsiniz. Bazıları da var gömülmeye çalışıldıkça filizlenir, susturulmaya çalışıldıkça daha güçlü ses verir. Selahattin Demirtaş öyle bir parti başkanı iste. Son dönemde Türkiye siyasetinde pek karşılaşmadığımız görmeye hasret kaldığımız bir karizması var. Sempatik, espritüel, hazırcevap ama en önemlisi sapa sağlam siyasal bir duruşu var kararlı ve Cesur. Üstelik resime müziğe yazmaya yeteneği var. Bu yeteneklerin yanında demokratik moderninde iyi bir pratik sözcülüğü var. Tüm baskılara cevabi twitter oluyor, roman oluyor, tiyatro oluyor, türkü oluyor, mesaj oluyor, karikatür oluyor, demeç oluyor çıkıyor dışarı hatırlatıyor ve konuşturuyor kendisini. Üstekilere korku alttakilere umut oluyor. Diktatörü en çok korkudan bu devran kitabinin onun yakın arkadaşların yüreğine dokunması diktatörü en çok ürküten ve korkutan bu olsa gerek. Şimdi bu devranın döneceği daha iyi görülüyor.

Elvin Mütaliboğlu: Aynalar

Elvin Mütaliboğlu: Aynalar

Sana bakıp görüyorum kendimi

Ancak bir ricam var. Yaparsın dimi?

İster mutlu görüm sendeki beni

Üzgün bakışları yok et aynalar…


Beni sen genç göster, sen gümrah göster

Ateşli, kuvvetli, tam ferah göster

Yine saçlarımı simsiyah göster

Beyaz saçlarımı kaybet aynalar…


Gördüğün her şeyi atma önüme

İyilik yap verme sen beni zulme

Çoktur hatalarım vurma yüzüme

Sessizce kenardan seyret aynalar…


Merak ettim, söyle sen beni şahsen

Nasıl biriymişim görüyorsun sen

Ah dilin olsa da, anlatabilsen

Sohbetimiz, hoş olurdu aynalar…


Sanki şair olmamış filan gibi

Çocuksu bakışlı bir civan gibi

Yansıt beni sade bir insan gibi

Gerek değil bana şöhret, aynalar…

Okuryazar Nesiller Yetiştirmenin Yolları

Okuryazarlık insanlık tarihine Sümer ve Mısır kültürleriyle adım atmıştır. Sümerlerin çivi yazıları, Mısırlıların hiyeroglifleri yerleşik hayatın oluşmasında insanlara büyük olanaklar sağladı. Tabiatın kontrol altına alınması yazı kültürüyle oluştu. Nil nehri yılın hangi dönemlerinde taşacak ya da hangi arazilere hangi ürünler ekilecek gibi hayati bilgiler insan zihnine kaydedilmek yerine yazıya aktarıldı. Bilgi depolama yükü insan zihninden yazılı belgelere geçti .Yunan, Arap ve Latin alfabeleri sözlü dilin yazıya aktarılmasında insanlara çeşitli kolaylıklar sağladı Günümüzün gelişmiş uygarlıkları temellerini yazı kültürüne dayandırmaktadır. Tıpta, hukukta, mühendislikte ve diğer bilim dallarında ortaya çıkan gelişmeler yazı kültürünün gelişmesi sayesinde ortaya çıktı. Okulların yazı kültürünü geliştirmesi insanlığın ufkunu açtı. Sözlü kültürden yazılı kültüre, yazılı kültürden teknoloji kültürüne geçtik. Sözlü kültür yazılı kültürü, yazılı kültür de teknoloji kültürünü besledi. Günümüzde ise bir tıkanma noktasındayız.

Okuryazar Nesiller Yetiştirmenin Yolları

Günümüz toplumları okuryazar gençler yetiştirmekte zorlanıyor. Vaktinin çoğunu okullarda geçiren çocuklar okuryazar olmaktan çok teknoloji bağımlısı bireyler haline geliyorlar. Teknoloji bağımlılığının  olumsuz sonuçlarıyla  günlük yaşamımızda sıkça karşılaşıyoruz. Teknoloji okuma yazmayla desteklenmeyince gençleri şiddetin kucağına itiyor.

Amerikalı sosyolog Barry Sanders Öküzün A’sı isimli çalışmasında Çete üyesi gençlerin yaşamıyla ilgili istatistiklere yer veriyor. Araştırma sonuçlarına göre Çete üyesi gençlerin çoğu okuma yazma bilmiyor. Kelime dağarcığı zayıf olduğu için kendisini söz ya da yazıyla ifade edemiyor. Tek ifade yolu olarak şiddet kalıyor. Bir süre sonra şiddet bir varoluş biçimi haline geliyor. Yazar gençleri şiddet sarmalından kurtarmanın yolu olarak sözlü kültürle desteklenen yazı kültürünün ailede ve okulda çocuklara verilmesi gerektiğini belirtiyor. Çete üyesi gençlerin çoğu parçalanmış ailelerin çocukları ve okula ya az gitmişler ya da hiç gidememişler. Vicdan, merhamet duyguları gelişmemiş. Cinayet işlemiş çete üyelerine suçluluk hissettiler mi diye sorulduğunda hayır cevabını veriyorlar. Suç Ve Ceza’da Raskolnikov vicdan muhasebesi yapar ve sonunda suçunu kabul eder. Teknoloji çağı suçluları olan gençler ise herhangi bir pişmanlık göstermiyorlar.

Neil Postman Televizyon Öldüren Eğlence isimli eserinde televizyon bağımlılığının insanlara verdiği zararlardan bahsediyor. Antony Burgess Otomatik Portakal adlı romanında çete üyesi bir gencin yaşadığı olaylar ve sonrasındaki rehabilitasyon sürecini işliyor. Bu eserler bir tehlikeye dikkat çekiyor. Gençleri şiddet, uyuşturucu gibi topluma zarar veren kavramlardan uzak tutmak gittikçe zorlaşıyor. Hasta nesiller ortaya çıkmaya başlıyor. Prof. Dr. Üstün Dökmen şöyle söylüyor: ’’Hiçbir nesil kendiliğinden bozulmaz. Mutlaka ondan önce bozanlar vardır.’’ 

Çocuklarımızı teknolojinin zararlarından uzak tutacak bir çok yol bulunabilir. Teknolojik ürünler karşısında geçirecekleri süreyi asgariye indirmek zorundayız. Kütüphanede geçirilecek vakit televizyon karşısında geçirilecek  vakitten daha değerlidir. Eskiden dedelerimiz, ninelerimiz bize masal anlatırlardı. Biz neden çocuklarımıza masal anlatmıyoruz? Çocuklarımızı sinema yerine tiyatroya götürsek daha iyi olmaz mı? Drama konusunda yapılan çalışmalar çocukların drama yöntemlerini kullandıklarında kendilerini daha iyi ifade ettiklerini gösteriyor. Çocuklar ister okulda ister evde olsun, en iyi oyun oynayarak öğrenirler. Teknoloji firmaları bunu bildiklerinden bilgisayar oyunlarıyla çocuklara ulaşıyorlar. Fakat bu oyunların saklambaç, körebe, misket gibi oyunlardan farkı çok fazla şiddet içermesi. Çocuklar bilgisayar oyunlarının başında saatler geçirdiklerinde binlerce cinayete tanık oluyorlar. Bir süre sonra bu cinayetler ve şiddet normal bir olay haline geliyor.

Çocukların evde ve okulda kendilerini en iyi şekilde ifade etmelerini istiyorsak dil becerilerini geliştirmek zorundayız. Ne kadar çok kelime bilirlerse o kadar iyi olur. Dilin kurallarını öğretmek zorundayız. Onlarla konuşurken fıkra ,hikaye anlatalım, şiir okuyalım. Deyim ve atasözlerinden faydalanalım. Dilin eski dönemlerinden kalmış özlü sözlerden, vecizelerden örnekler verelim. Topluma mal olmuş, ünlü kişilerin tanınmış cümlelerini kullanalım. Çocuklarımız birer robot değiller. Öyleyse bir robot gibi konuşmasınlar. Yaşadıkları toplumun özelliklerini yansıtacak şekilde konuşsunlar. Konuşurken dili bozmasınlar. Bozduklarında uyaralım. Eğer uyarmazsak aynı yanlışa devam ederler. Ebeveynler olarak görevimiz çocuklarımızın dillerini en doğru şekilde kullanmalarını sağlamak. Onlara faydalı olacak kitaplar tavsiye edelim. Önümüzde iki aylık bir tatil var. Bu zamanı bol bol okuyarak geçirmeleri en büyük dileğimiz , gençlere okuyabilecekleri 10 kitap tavsiye ediyoruz. Herkese iyi okumalar.

1.Şinasi-Şair Evlenmesi

2.Namık Kemal-Cezmi

3.Ahmet Haşim-Piyale

4.Halide Edip Adıvar-Handan

5.Yakup Kadri Karaosmanoğlu-Nur Baba

6.John Steinbeck-Fareler ve İnsanlar

7.Honore de Balzac-Goriot Baba

8.Emile Zola-Germinal

9.Victor Hugo-Sefiller

10.Gogol-Müfettiş

Yazar Güz: Güneş

Kadın, ilişkinin başlarında erkekle birlikte yaratmış oldukları harmoniye büyük anlam ve saygı ithaf ederek, süreçte erkeğin sergilemiş olduğu kırmızı bayraklı davranışları fark etmedi. Verdikçe verdi, alttan aldıkça aldı, hoş gördükçe hoş gördü. Beklentisiz, karşılıksız, öylece sevdi erkeği. Kadın, mizacı ve büyüdüğü evdeki bazı koşullardan dolayı, çocukluktan beri küçük abla, küçük anne, küçük öğretmen rollerine büründüğü, bürünmek zorunda kaldığı için kolayca, hızla, sorgulamadan, yüksünmeden yine bu rolü üstlendi ilişkisinde de. Ne de olsa sevmek; fedakârlık, kapsayıcılık, hoşgörü demek değil miydi? “İçinde hesap kitap olan, kim kimin için ne yaptı, ne kadar yaptı sorgulamalarının olduğu ilişkilerde sevgiden bahsedilmez ki” dedi yakınlarının “Ne zaman limit koyup, yetti artık diyeceksin bu adamın kırıcı hal ve tavırlarına cevaben?” uyarılarına karşılık.

Yazar Güz: Güneş

Erkek ise, bugüne kadar insanlarla kurmuş olduğu ilişkilerinde deneyimlediği dozun çok üzerinde özeni, onayı, takdiri, sevgiyi kendisine kolaylıkla, neşe ve samimiyetle sunan kadını görünce, artan öz güveninin etkisi ile “ben bu ışıkla nereye gidersem parlar dikkat çeker, çekim merkezi olurum” dedi içinden kendisine. Pek çaba harcamadığı halde, bu düzeyde bir kadının etrafında bu denli pervane oluşu erkekte adeta bir sarhoşluk hali yaratır.

Erkek, bu sarhoşluk hali ile, git gellerin yoğun olduğu bir ilişki dinamiğinin içine sokar kadını bir şekilde. Ara ara alınganlıklar, kırgınlıklar yaratarak bazen de kişisel sorunlarını mazeret göstererek uzaklaşır kadından. Kadın kendisini suçlu hisseder, adamın bu geri çekilmeleri karşısında, kendisini sorgular “Ne yaptım da kırdım, hangi sözüm onu incitti?” diye düşünür, ölçer biçer. Oysa bilmez ki eksik bir şey yapmamıştır, aksine çok fazla adım atmıştır, fazla hoş görmüştür, fazla alttan almıştır erkeği. Kadının bu zaafını fark eden adam, bunu manipülasyon amaçlı kullanır istemli ya da istemsiz bir şekilde. Güzelliği, endamı dillere destan olan kadını, başka kadınlarla rekabete sokacak imalarda, konuşmalarda bulunur erkek. Oldukça iyi bir eğitim ve kariyer geçmişi olan kadın, girdiği her ortamda gerek dış görünüşü gerekse donanımı ve tavırlarıyla yıldız gibi parladığı için başlarda bu sözlere pek aldırış etmez, üstüne almaz. Ancak aradan aylar, yıllar geçtikçe adamın bu şekilde davranmayı sürdürmesi sonucu, kadın derinden yaralandığını hisseder. Kadın, bu duygularını bastırmaya çalışır, ne de olsa kötü niyetle yapmamıştır adam bunları. Hem zaten adamın bu ara maddi manevi sorunları yok muydu, mutsuz bir süreçten geçmiyor muydu? Öyle dememiş miydi adam ona.  Kadın susturur “adamın onu arkasından hançerlediğini, özensiz, saygısız, duyarsız davrandığını” söyleyen iç sesini. Kadının gündeminde adamı iyi hissettirmek, onun mutluluğuna katkıda bulunmak vardır. Hem zaten kadının çocukluktan beri alışageldiği şey; her koşulda, her soruna çözüm bulmak değil miydi? Herkese yardım etmeye, yetmeye idmanlı değil miydi bugüne kadarki yaşam yolculuğunda? Ne olurdu ki yine bu sefer de hoş görse bazı şeyleri, anlayış gösterse, eline mi yapışırdı, ne kaybederdi ki…

Kadına, çocukluğundan beri “Sen akıllısın. Sen olgunsun. Sen toparlayansın. Büyüklük sende kalsın. Sen ver. Sen affet. Her zaman veren el ol, hatta hiç alma, sen hep kendine yet, kimseden bir şey isteme, ama senden bir şey isteyeni asla geri çevirme” denilerek ebeveynleri tarafından bilinç altı kodlaması yapılmıştı çocukluktan beri. Kadının yumuşak mizacı, küçük yaşlarda iken yaşıtlarından daha olgun ve zeki oluşu, “büyümüş de küçülmüş denilen” tipte sorgulamaları, soruları, merhametli, sevecen doğası da ebeveynlerini kadına bu şekil yaklaşmakta motive edip, cesaretlendirmişti. Olgun olmak, alttan almak, affetmek, hoş görmek, verilen en küçük şeyle yetinmek, karşısındakinden hiçbir şey talep etmemek, etrafa neşe ve güven vermek, herkesin iyiliği ve mutluluğu için çabalamak; adı, soyadı gibi kimliğinin ayrılmaz bir parçası olmamış mıydı kadının çocukluktan beri? Şimdi yine en iyi bildiği enstrümanı çalmak değil miydi dahil olduğu ilişki orkestrasındaki görevi kadının!

Günler, haftalar, aylar geçtikçe adamın bir var bir yok ilişkilenme tarzı ve kırıcı konuşmaları, hal ve tavırları ile tükenen kadının dostları, kadında bir durgunluk, neşesinde, coşkusunda düşüş gözlemlerler. Ancak kadın görmez kendisindeki değişimi. Kadın, adama odaklandıkça kendine körleşir, daha da alır adamı merkezine. Adamın da merkezinde sadece kendisi olduğu için ahenkli bir ilişki imiş gibi gelir hem kadın hem de erkeğe bu ilişki tipi. İkisinin de ortak bir amacı vardır; adamın iyi hissetmesi. Adama sorsak kadını seviyordur, değer veriyordur. Fakat gerçek sevginin içinde önemsemek, özenli davranmak yok muydu? Kadın ara ara bu soruyu sorsa da kendisine, her seferinde adamın değersizleştiren ve sıradanlaştıran davranışlarını, adamın geçmiş travmalarına bağlar. Böylece, bir şekilde temize çeker adamı. Arada sırada, yorulup, fazlaca kırıldığını kısık bir sesle fısıldayan iç sesini susturur, yok sayar… Mumun etrafında dolanıp yanmaya razı olan bir pervane misali her kalp kırıklığında yine de sadakat ve anlayışla adamda kalmaya, onun etrafında dönmeye devam eder samimi, içten seven ve sorgulamayan bir kalple.

Bir gün, kadın aynada kendisine bakar ve adamla tanışmadan önceki halini hatırlar. Girdiği her ortamda ışık gibi parlayan, başarılı, kendinden emin, neşesi ile her ortama cıvıl cıvıl bahar esintisi getiren, tarzı, duruşu ve güzelliği ile dillere destan olan o kadını hatırlar. “Sahi ne oldu bana, ben nerede ışığımı, ışıltımı kaybettim?” diye sorar kendisine. Tam da o sırada telefonu çalar kadının, arayan adamdır. Heyecanla cevaplar kadın telefonu. Tüm enerjisini ve odağını adamın kendisini iyi hissetmesi için amade eder yine. Bir an, adamın telefon konuşmasında kendisinin hatırını dahi sormadığını fark eder. Fazla bir şey istememiştir kadın hayatındaki adamdan, sadece kendisinin de nasıl olduğunun merak edilmesidir beklediği o an. İlk defa o konuşma anında, kadın adama “nasıl olduğumu dahi sormadın” der. Adamın cevabı ise “Sen her zaman iyisin, ne olmuş olabilir ki sana! Telefonda konuşabildiğine göre hayattasın, sesinden anladığım kadarıyla da gayet iyisin” olur. O an kadın duruma uyanır. Işığın kaynağı kadının kendisi iken, pervane misali yanma pahasına dönmüştür bir mumun etrafında, kendi içindeki ışıl ışıl parlayan güneşi unutarak, kendinden uzağa düşerek.

Bu farkındalıkla merkezine gelen kadın, çocukluktan beri kendisine yüklenen kurtarıcı ve aşırı fedakârlıklarda bulunan rolleri üstlenmesine sebep olan bilinç altı kodları, öğreti ve alışkanlık haline dönüşen davranış kalıplarıyla yüzleşti kendi iç dünyasına, özüne çekilerek. Adama kalpten teşekkür etti, onunla yaşamış olduğu ilişki sayesinde aşırı kurtarıcı ve fedakârlık hallerinin kendisini tükettiğini ve böyle bir rolü üstlenmenin dengeli, sağlıklı, iki tarafı da gözeten ve besleyen ilişkiler için işlevsiz bir dinamik olduğunu fark ettirdiği için. O güne kadar kurmuş olduğu tüm insan ilişkilerini gözden geçirdi. İlişkilerindeki arınma, yeniden yapılanma, değişim ve dönüşüm süreci böylece başladı kadın için.

Şimdi mi ne yapıyor kadın? Şu anda kadın, ılık bir yaz gecesinde, upuzun dalgalı siyah saçlarını savurarak, denizin huzur veren iyot kokusunu içine çekerek, yüzünde kocaman bir gülümseme ile ay ışığının büyüleyici güzelliğine şahitlik edebildiği ve merkezinde kalarak artık kendi ışığına sahip çıkabildiği için derin minnet duyarak çıplak ayakla dans ediyor ıslak kumların üzerinde. Fonda ise Omar Akram’ın Echoes of Love isimli şarkısı çalıyor. Işığınıza sahip çıkın! Aşk ve sevgiyle…

Hüseyin Avni Cengiz: İnsanlık Nereye 3

Tarık Buğra’nın Osmancık romanında bir cümleye keyifle çok gülmüştüm: Yaşlı papaz ile bir tekfur sohbet ederken papaz diyor ki gençlik bozuldu, gençler artık hep Türklere özeniyorlar.  M.Ö 400’lerde yaşamış tartışmasız büyük düşünür Sokrates ise ‘‘Bugünün gençleri lüks ve gösteriş düşkünü, saygısız, başkaldıran, geveze ve obur yaratıklardır.’’ diyor. M.Ö 2500’lerde yazıldığı tahmin edilen Sümer tabletlerinde bile gençlerin terbiyesizliğinden şikâyet edilir. Tarih, geçmişten günümüze akıp gelen bir zaman ırmağı. İnsanlık değerleri olarak inişler çıkışlar yaşandı akıp gelen zaman nehrinde. Çok acı çekti insanlar. Göçler, sürgünler, katliamlar yaşandı. Şüphesiz güzel günler de oldu. Medeniyetler kurdu insanoğlu, şehirler inşa etti. Bu iyi bir şey mi, o da ayrı konu. Kimi düşünürler Mısır medeniyetini örnek vererek zulüm olarak algıladı medeniyeti kimisi medeniyeti olumladı. 

Hüseyin Avni Cengiz: İnsanlık Nereye 3

Peki, insanlık iyiye mi gidiyor yoksa kötüye mi? Bu soruya bir cevap verebilmek için insanlık adına iyinin ve kötünün ne olduğunu tanımlamak gerekir. “Kadın-erkek ayırımı yapmadan daha insani, daha hukuki, daha adil olanı, daha vicdani ve toplum bireylerinin birbirine daha saygılı olmasını”  “iyi” kabul edersek tarih, iniş-çıkışlarla doludur. Ama tarihin ana eğilimi (trendi) bir borsa terimi olan gökkuşağı grafiği gibi daima yukarıya doğrudur. Bu konuda çok fazla örneğe gerek yok ama bir örnek verecek olursak: kölelik... Bundan yaklaşık 14 yy önce, kız çocuklarını diri diri toprağa gömen bir toplumu çağına göre dünyanın en medeni toplumu hâline getiren İslam dini dahi köleliği tam olarak kaldıramadı. Tarihçilerin tespitine göre 19.yy’da İstanbul’da 47 bini kadın olmak üzere 50 bin esir vardı. Parayla alınıp satılan insanlar… Düşünsenize Kafkasya’dan, Balkanlar’dan veya Afrika’dan ailesinden satın aldığın veya sokakta, kırda, tenhada yakaladığın çocuğu hatta yetişkini atıyorsun gemiye, getirip İstanbul’da göğsünü gere gere, gururla satıyorsun. Anlatması dahi zor geliyor insana.  İstanbul’daki cariye pazarı henüz 1846’da Abdülmecid tarafından kapatılabildi. Gerekçesi de çok ilginçti: “ şer’i ve insani ilkeler”le bağdaşmaması. 

O zamana kadar akılları neredeydi acaba? Tabii bu sadece bize özgü bir durum değildi. Zamanın ruhu öyleydi. Şunu da belirtmeden geçmek herhalde yanlış olur. Bugün parkta oynayan çocukları kaçırıp bir başka ülkede köle olarak satmak yasal kabul edilse bile bunu hangi vicdan kabul edebilir? Şüphesiz böyle bir duruma tanık olsak vicdanımız incinir, mahşeri vicdan incinir; ama geçmişte neden böyle bir vicdani hassasiyet yoktu? Demek ki vicdanî değerlerimiz dahi zamanın ruhuyla şekilleniyor. Tevfik Fikret’in çok tartışmalı “Haluk'un Amentüsü” adlı şiiri… Şüphesiz şiirde dile getirilen fikirlerin tamamına katılmam mümkün değil. Ama “Fıtratta tekâmül ezelîdir; bu kemâle/ Tevrât ile, Incîl ile, Kur’an’la inandım.” (Yaradılışta gelişme, olgunlaşma, evrim hep var, hep olmuş, hep olacak. Ben buna Tevrat'la, İncil'le, Kuran'la inandım) beyti konumuz bağlamında incelenebilir. Dikkat edilirse burada geçen “tekâmül” işte bizim bahsettiğimiz “iyi olana doğru” olanı işaret ediyor. Tevrat, İncil ve Kur’an tek tanrılı dinlerin kutsal kitapları. Kronolojik olarak sırasıyla veriliyor bu isimler. Zaman içinde dinler dahi daha insanî, daha hukukî, daha adilane olana doğru evirilmektedir, diyor şair. Dinlerdeki “Asli Günah” meselesi buna örnek gösterilebilir. Yani çocuğun doğuştan günahkâr olması. Daha doğrusu Hz. Âdem’in günahıyla doğması. Bugün insanlığın ulaştığı hukuk anlayışına göre tartışmasız hiç kimse, başkasının fiilinden sorumlu tutulamaz. Suça katılanların tümüyle suçsuz olduğu ya da hak etmediği halde cezalandırılması da söz konusu değildir. Cezanın şahsiliği ilkesi. Oysa Yahudi Rabbinik düşüncesine göre insanın suça temayülü ve ölümlü oluşu, Hz. Âdem’in günahından ileri gelmiştir. Hıristiyanlığın büyük ismi Pavlus’a göre günah, dünyaya Hz. Âdem vasıtasıyla girmiştir. Her insan Hz. Âdem’in suçundan bir miktar taşımakta ve bu suç nesilden nesle geçmektedir. İnsanlığı bu suçtan kurtaran ise Hz. İsa’dır. Her doğan çocuk vaftiz olmadığı müddetçe suçludur. İslam’a geldiğimizde ise her insan fıtrat üzere doğar. “Fıtrat”, yaradılış, demek ama burada kastedilen, selam ve esenlik dini olan İslam’a uygunluktur. XVIII. yüzyıldan itibaren Hıristiyanların önemli bir bölümü aslî günah inancını değiştirilmeye veya ondan tamamen vazgeçmeye başlamıştır. Peki, bugün modern sömürü, modern kölelik, modern hukuksuzluk yok mu dünyada? Katliamlar yok mu? Ebetteki var. Çin’de Uygur Türklerinin maruz kaldığı muamele, insanlığın ulaştığı bugünkü değerler açısından insan olanı utandıracak mahiyette. Hakeza Orta Doğu’da yıllardır kan gövdeyi götürüyor. Hele Filistin’de yaşananlar, insanlığın yavaş da olsa ‘iyi’ye doğru olan yükseliş eğiliminin kırıldığını düşündürecek mahiyette maalesef.  Tarih boyunca büyük acılar çekmiş bir ulus, intikamını Filistin halkından alıyor sanki. Daha dün sayılabilecek geçmişte, Hitler Almanya’sında maruz kaldığı insanlık dışı eylemleri bugün zavallı Filistin halkına yöneltiyor. Ve bu katliamları meşru gösterecek her türlü ilk-karşı eylemi de fikrimce kendisi kontrol ediyor; yönlendiriyor. Bu gidişata dur diyebilecek insanlar, tarladaki gündöndülerin güneşi seyretmesi gibi bütün bu olan biteni seyrediyor. İnsanlık onurumuz inciniyor… İnsanlığın bilinen en az 6000 yıllık tarihine baktığımızda, insanî değerler olarak iniş çıkışlarla dolu olması ne anlama geliyor? Her şeye rağmen, yine de her şeye rağmen… 

Zamanın akış grafiğinde toplamda ‘iyi’ olan, “kötü” olandan daima daha fazladır, diyebiliyoruz yine de. Zaten bu durumu gökkuşağı grafiğine benzetmiştim. Borsada bir kâğıda olan talep fazlası o kâğıdın grafiğini yükseltir. Bu tür bir grafiğin yükselişte olması o kâğıdın hiç satılmadığı anlamına gelmez ki! Kâğıda olan talep, kâğıdı elinde tutmak isteyenlerden fazlaysa kâğıdın grafiği yükselir. Zaten ‘satış’ olmadan “alış” olabilir mi? Aynen “kötü” olmadan “iyi” de olamaz. Varoluşsal olarak ‘beyaz’, ‘siyah’a; ‘iyi’ de ‘kötü’ye muhtaçtır çünkü. Bu bağlamda bazen iyilikler artar bazen kötülükler artar; ama zaman grafiğini takip ettiğimizde iyi olanın daima kötü olandan fazla olduğunu görürüz. Eğer bu böyle olmasaydı insanlığın hâlâ Taş Devri seviyesinde olması gerekirdi. Demek ki tarih iniş çıkışlarla hep daha insanî daha vicdanî daha irfanî olana doğru çalkalanarak gelmektedir. İnsanlık, zaman zaman kötü günler yaşasa da mutlaka kötü günlerden daha uzun süren iyi günlere ulaşıyor. Öyle ya da böyle ilerlemesini sürdürüyor. Savaşıyor ve barış için savaştığını söylüyor; barışıyor, savaşa daha iyi hazırlanmak için barıştığını söylüyor. Hakkın batıl ile, doğrunun yanlış ile, zulmün adalet ile, aydınlığın karanlık ile mücadelesi kesintisiz için için devam ediyor. Tarih akıyor. İnsanlık böyle böyle medenileşiyor. Peki, insan mükemmel mi doğuyor ki insanlığı yavaş da olsa daha iyiye doğru ilerletebiliyor?

Mervenur Uç: Son

Mervenur Uç: Son

Issız şehirlerin ışıkları şiirlere sızmış. 

Sonsuz mey fidanı 

Ve en huzursuz dansın gazabı.


Hiçe sayma tepelerin sırrını, 

Bir ışık gösterir ızdırabı, 


Değdir mürekkebi, 

Bu son ufkun fırtınası.

Şeyma Esma Yaşar: Ben Nereden Bilecektim

Şeyma Esma Yaşar: Ben Nerden Bilecektim

Ben nereden bilecektim

Hayatımı değiştireceğini

Senle daha güzel geliyor notalar kulağıma

Belki de benim gözümü açtın

Sana satırlarca şiir yazmak

Sayfalarca şey söylemek istiyorum

Ama tarif edemiyorum

Bir nokta kadar sessiz girdin hayatıma

Ben nereden bilecektim hayatımın üç noktası olacağını 

Hiç dikkat etmedim ki ünlemlere

Gözlerin götürdü beni sahile

Yeşil gözlerin parlıyordu papatyalar ardından

Yüzün parlıyordu gözlüklerimin ardından

Belki bi gölge çöker üstüme

Belki gözlerin

Ben nereden bilecektim...

Bilemedim.

Nilüfer Akıngül: İnsan Kendini Ait Hissettiği Yerde Çiçek Açar

Merhaba Nilüfer Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

1982 yılında Sivas Hafik ilçesine bağlı Gölcük köyünde imam bir babanın beş çocuğundan dördüncüsü olarak dünyaya geldim. İlkokulun ilk iki yılını bu güzel köyümüzde diğer üç yılını ise Sivas Merkez İnönü İlkokulu’nda, orta ve lise öğrenimimi ise İmam Hatip’te  tamamladım. Eğitim-öğrenim  hayatıma 28 Şubat süreci sebebiyle ara verirken o esnada evlendim ve varlıklarıyla her daim kendimi şükründe aciz hissettiğim ikisi erkek üçü kız beş çocuk annesi oldum. Onları büyüttükten sonra tekrar sınava girdim ve Cumhuriyet Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden örgün olarak mezun oldum. Halihazırda bir çok derginin yanı sıra yerel ve ulusal basında köşe yazarlığı ile radyo ve televizyonda  yapımcılığını ve sunuculuğunu üstlendiğim dini ve kültürel formatlarda programlar yapmaktayım. 2022’de “Kalp Kaç Köşe” İsimli ilk şiir kitabımı, 2024’de “Bir Mevsim Bulmalıyım” İkinci şiir ve yine 2024’de ilk deneme eserim olan “Dönemeç” Kitabımı neşrettim. Yazmanın bir sevda olduğunu düşünen biri olarak yazmaya devam etmekteyim. 

Yazar Şair Nilüfer Akıngül

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Daha elim kalem tutmadan rahmetli dedelerim ve sevgili babacığımın sayesinde kitaplarla kurmuş olduğum ünsiyet beni o kitapların büyülü dünyasına dört yaşında almıştı. Benim daha harfleri öğrenmeden imza atmaya çabalamamın arka planında o kitapları benim yazıyor olma hayalim yer alıyordu belki de? Ben başkalarından hep farklı olduğumu fark ediyordum. Bazen akranlarım tarafından dışlansam da köyde büyüyen bir çocuk olarak kedilerle, köpeklerle, danalarla, kuzularla, otlarla, çiçeklerle, böceklerle hatta ve hatta taşlarla, topraklarla konuşuyordum. Güneş çok enteresandı mesela, yıldızlar çok başkaydı. Sanki içimden bir başkası bana bir şeyler diyor,  sanki dışımdan bir şeyler bana fısıldıyordu. Artık adına ilham denen bu esrarengiz parantezin içindeki basınç  elime kalemi alınca ağırlaşmaya başlamıştı. Malumunuz insanın savunması da savunmasızlığı da muhakkak ki düşünceleridir. İşte imandan önce insana düşünme melekesi verilmiş, akletmeyen ve düşümeye muktedir olmayana mükellefiyet dahi verilmemiştir. Bu gayriihtiyari  halin celbinden mütevellit olsa gerek yazmaya başladım. Kimi hayranlıkla alkışladı, kimi hayretle baktı, kimi uydurulan  kelimeler olarak algıladı hayal gücünü. İnsan kendine yaslanırsa kimse onu yıkamazmış. Yazma hususunda İmam Hatip Meslek Hocalarıma minnettarım. Hepsine selam olsun.

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Evet yazmak okumaktan daha cüretkâr bir eylem ve bu hususta size destek olanların çok kuvvetli kişilikler ve karakterler olması gerekiyor. Hem sizin adınıza hem sizlere destek olanların adına güçlü olunmalı ki bu gücün yegane ölçütlerinden biri de sabır. Sevmek ve istemek malumunuz çaba olmadan hep yarım kalmaya mahkumdur. Bir önceki sorunuza istinaden söylediğim gibi İmam Hatip Meslek Hocalarımın öncülüğünde çıktığım bu yolculukta gerek İlâhiyat Fakültesi hocalarımın gerekse edebiyat camiasından  bir çok Üstadımın  desteğini aldım ancak adını zikretmeden geçemeyeceğim Mehmet Memdoğlu Hoca'mın hakkını ödeyemem.

Sizce şiir nedir? Şiirde olmazsa olmaz dediğiniz öğeler var mı?

Şiir, insanın içsel ahenginin kelimeyle raksıdır, Şiir, kelimelerin anlam libasını giyindiği sadece gönlü olanların aynasında, kendi iç dünyalarının yansımasıdır. Şiir, aşk basamaklarında nihayetsiz bir seyirdir. Şiirde olmazsa olmaz dediğim iki şey var, biri ahenk diğeri anlam. Şöyle ki serbest şiir dahi olsa ahenk olmayacaksa eğer o bir nesirdir, kimse kimseyi kandırmasın.  Anlam yoksa eğer amaç da yoktur ve felsefesi olmayan hiç bir edebî metinin kıymet-i harbiyesi yoktur, nitekim de olmamalı diye düşünüyorum.

Şairlik sizin için ne ifade ediyor?

Şairlik benim için kalemin ve kelamın zirvesini temsil ediyor. Hakkıyla şiir yazabilen birisinin her edebi türde eser verebileceği algısındayım.  Kalemin en zoru şiirdir ve eğer bu kalemin sahibine şair deniliyorsa hali ile onlar da zor kişilerdir. Bazen kendilerini bu dünyaya ait hissetmediklerini dahi duymuştum üstatlarımızdan. Bence şairler, toplumun mütefekkirleridir. İnsanların bakıp göremediklerini  iki kelimeyle perde perde sererler aleme. Şairler gönül adamlarıdır, hiciv dahi yazsalar kalbi Kâbe bilir incitmekten imtina ederler. Benim için şöyle ya da böyle herhangi bir davası olmayan ve gönül kıran insan alleme-i cihanın kralı şair olsa bir anlam ifade etmez.

Dönemeç, Bir Mevsim Bulmalıyım

Deneme türündeki Dönemeç ve şiir türündeki Bir Mevsim Bulmalıyım kitaplarınız Alaska Yayınları’ndan çıktı tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Çok teşekkür ederim sağ olun çok naziksiniz. Çiçeği burnunda iki eserimiz evet Alaska Yayınları’ndan çıktı. Öncelikle İsrafil Bey nezdinde Alaska Yayınlarına çok teşekkür ederim.  Yoldan ziyade yoldakini, yolcular yorar derler. Eğer yolculuğunuzu yorulmadan tamamlamışsanız yol arkadaşlarınızın iyiliğindendir. Bu minvalde güzel bir seyir halinde neşrettik kitaplarımızı çok şükür. Nasıl sürprizler bekliyor sorusuna gelecek olursak, sanki bir yapboz parçası gibi dağılmışım yazdığım her cümlede. Okurlar beni, su dolu şeffaf bir fanusun içindeki kırık camlar misali bulacak belki? Belki okudukça onlara dokunan, yüreklerini kanatan kesiklerin müsebbibi olacağım? Belki kendilerinde hiç hissetmedikleri bir duygunun kaşifi olacaklar okurken? Bilmiyorum, ama ben açık yüreklilikle şunu söyleyebilirim ki “ Hissetmediğim hiç bir şeyi yazmadım”

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Kitap denilince en tabii Allah'ın kitabı Kuran-ı Kerim geliyor aklıma. Edebi bir gözle bakıldığındaki kusursuzluğu, anlam bütünlüğü ve birbiriyle çelişmemesi  gerçekten büyüleyici. Ardından diğer dini içerikli, tasavvufi metinlerin hepsini sıralayabilirim. İnsanın ufkunu açan, vizyonunu genişleten her kitaba saygı duyuyorum ve elimden geldiğince okumaya gayret ediyorum . Hâli ile de Necip Fazıl’ın bendeki yeri çok ayrıdır.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet şuan yine Alaska Yayınları'ndan çıkacak olan dini  çocuk hikayesi 'Nil Zehra Allah’ı  Seviyor' isimli Mehmet Memdoğlu Hocamızla birlikte yapmış olduğumuz bu çalışma basım aşamasında ve çok yakında sevgili okurlarıyla buluşacak. Akabinde bu eserin serisini plânlamamaktayız.  Kalp Kaç Köşe ilk şiir kitabımızın yeniden gözden geçirilmiş ikinci baskı hazırlıkları tamamlanmak üzere. Daha sonra yine şiirlerimden oluşan iki kitap 2025 yılında neşrini bekliyor. Tabii konuk formatında yapmış olduğum canlı yayınlardaki hasbihalleri de önümüzdeki zamanlarda konuklarımın onayıyla  kitaplaştırmayı düşünüyorum.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Öncelikle bu güzel söyleşi için sizlere çok teşekkür ederim. Okuyucularımıza naçizane şunları söylemek isterim. Hayatlarını gözden geçirsinler ve kendilerini o dairede konumlandırsınlar. Bulundukları yerde aidiyet hissedemiyorlarsa ait oldukları yeri muhakkak arayıp bulsunlar. Çünkü  insan kendini ait hissettiği yerde çiçek açar, kendini mutlu hisseder ve etrafındakileri mutlu eder. Yaşıyorsak hiçbir şey  için geç değil, unutmayalım. Sevgi, selam ve dua ile...

Bugünün Çocukları Yarınlarımızın Geleceğidir

Merhaba Şüheda Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba, ben Şüheda ÇETİN. 28 yaşındayım. Aslen Çorum Alacalıyım. Şu an Ankara’da yaşıyorum. Kırıkkale Üniversitesi Okul Öncesi Öğretmenliği 2018 Lisans mezunuyum. Mezun olduktan sonra Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezinde çalışmaya başladım. MEB’in açtığı “Özel Eğitim Uzman Öğretici” sınavını kazanarak Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezlerinde, Uzman Öğretici olarak çalışıyorum. Aynı zamanda Okul Öncesi Eğitim Kurumlarına davetli öğretmen olarak katılıyorum. Belediyelerin ve Valiliklerin eğitim üzerine projelerinde eğitmen olarak yer alıyorum.  Alanımla ilgili olan Çorum WEB TV Kanalında “Çocuk ve Aile” programını yaptım. 

Yazar Şüheda Çetin

Çeşitli yerel TV kanallara uzman eğitici konuk olarak davet ediliyorum. Yerel Gazetelere “Çocuk Gelişimi” konusunda ailelere bilgilendirici köşe yazıları yazıyorum. Instagram üzerinde kullandığım “@suheda_ogretmen_“ hesabımdan derslerimden, katıldığım program, proje, etkinlik ve çalışmalarımı aktif olarak paylaşıyorum. Alanımla ilgili çeşitli STK ve derneklerdeki çalışmalara katılıyorum. Günümüz teknolojinin ilerlemesiyle birçok destek eğitim modeli çıkmış durumda. Ben de elimden geldiğince güncel eğitim modellerini takip ederek katılmaya çalışıyorum. Ailelere ve öğretmenlere “Çocuk Gelişimi, Özel Eğitim, Okul Öncesi Eğitim” temel başlıklar dahilinde bilgilendirici içeriklerde seminerler veriyorum. Şu an aktif olarak Ankara’da bulunan bir Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezinde Uzman Öğretici olarak çalışıyorum.

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Üniversiteye giderken yaz tatillerinde kendimi geliştirmek için özel kreşlerde yardımcı öğretmen olarak çalıştım. Alanla ilgili yazılmış kitapları okumaya çalışıyordum. Bir taraftan da gazetelere köşe yazıları yazıyordum. Birden aslında benim de bir kitabım olabilir diye düşündüm ve bunun hayalini kurmaya başladım. Kitap yazma süreci hakkında araştırma yapmaya başladım. Literatür taraması, yazma koşulları, basım süreci ile ilgili bilgi edinmeye başladıkça heyecanım arttı. Sürekli kitapla ilgili hayal kurmaya başladım. Ara ara rüyalarıma bile girmeye başlamıştı. Kitabımın heyecanını, bebek bekleyen annelerin heyecanına benzetiyorum. Bebeğim gibi heyecanla bekledim.

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Üniversitedeyken kitap yazma düşüncemi Prof. Dr. Birol ALVER Hocamla paylaştım. Kendisine buradan da teşekkür ediyorum. Sağolsun bu konuda beni çok destekledi. Annem bu yolculukta hep destekçimdi. Heyecanımda, telaşımda hep bana güvenerek yanımda oldu. Yakın arkadaşlarım, iş arkadaşlarımdan, meslektaşlarımdan da çok destek gördüm. Hepsine buradan teşekkür ediyorum.

Kundaktan okula çocukların fiziksel, psikomotor, zihinsel, dil, ahlak, kişilik ve duygusal gelişim alanları tek tek detaylı olarak anlattığınız Kundaktan Okula Çocuk isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Çok teşekkür ederim. Kitabımda doğumdan 6 yaşa kadar olan süreçteki gelişim alanlarını tek tek ele aldım. En önemsediğim bölüm ise her gelişim alanının içinde o alanda karşılaşılan sorunlar ve bunlara çözüm yollarını anlattım. Burada kitabı okuyan, örneğin bilişsel gelişim alanında karşılaşacak bir sorun hakkında bilgi sahibi olurken; bu soruna çözüm yollarına da ulaşıyor. Aynı zamanda bu kitap aileye ve öğretmenlere kısacası hayatında çocuk olan herkes için yazıldı. Okuyucu çocuğun gelişim alanındaki basamakları olumlu ilerlemesi için ipuçlarına ulaşıyor.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Bu mesleğe başlayınca, hem kendimi geliştirmek hem de uzmanların görüşlerini ve tecrübelerini öğrenmek adına alanla ilgili kitaplar okumaya ve uzmanları daha yakından takip edip dinlemeye başladım. Öncelikli örnek yakından takip ettiğim yazarlar şunlardır: Doğan CÜCELOĞLU, Haluk YAVUZER, Adem GÜNEŞ, Özgür BOLAT. Kitaplar: Geliştiren Anne-Baba, Beni Ödülle Cezalandırma, Bütün Beyinli Çocuk, Güvenli Bağlanma, Emile. Öncelikli bu yazarlar ve kitaplar sayesinde daha çok bilgi sahibi olduğumu düşünüyorum.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Kundaktan Okula Çocuk kitabım 6 yıllık bir emeğin sonucu. Çok bekledim, heyecanlandım ve kavuştum. Şimdi ise okurlarımız için satışa sunduk. Yazmak, anlatmak, bilgilerimi paylaşmak bana keyif veren bir durum. Çocuklara, ailelere dokunmak, bir nebze de olsa faydalı olabilirsem ne mutlu bana diye düşünüyorum. Bu sebeple yazmaya devam etmeyi düşünüyorum.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Kısaca şunları söylemek isterim. Bugünün çocukları yarınlarımızın geleceğidir. Bu sebeple: Elini tuttuğunuz, gözlerinin içine baktığınız, gülümsediğiniz her çocuğun kalbine dokunabilmeniz dileğiyle…

Her İnsan Kendi Zindanında Yeşerir

Merhaba Berat Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba, 2004 yılında Aksaray’da doğdum. Çocukluğumdan beri kitaplara sanata ilgi duymuşumdur. Bunun en büyük sebeplerinden biri ilk emrin oku olmasıdır. Okumak kendini aramaktır. Lise yıllarında şiir yazmaya başladım. Yine bu dönemde şiirlerimiz Kalbin İki Yüzü kitabımız ile yayınlandı. Bazı şiirlerimiz ise dergilerde yayınlandı. Şuan Aksaray Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü 3. sınıf öğrencisi olmaya hazırlanıyorum.

Şair Berat Özdemir

Sizce şiir nedir? Şiirde olmazsa olmaz dediğiniz öğeler var mı?

Şiir ruhtan taşan yaşantılarımızın sözcüklere bürünme durumudur. Şiirlerde olmazsa olmaz olan şey dolaylı yoldan verilmesi gereken bir mesajdır. Şair bu mesajı açıkça da ifade edebilir.

Şairlik sizin için ne ifade ediyor? Öykü, deneme tarzında yazılar da yazıyor musunuz?

Şairlik gerçek sanatçıyı hatırlatan ve onun güzelliklerini sözcükler ile gösterebilen bir sanat alanıdır. Çeşitli konularda deneme yazıyorum. Öykü yazmak için henüz erken olduğunu düşünüyorum.

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Yazmak konusunda geçmiş sürekli bizlere basamak oldu. Bu çok değerli bir durum. Lise yıllarında yazmaya başlarken değerli edebiyat öğretmenim Köksal Aktaş bu konu bağlamında bana çok şey kattı. Kendisine tekrar tekrar teşekkür ediyorum. Ailem ve diğer hocalarıma da desteklerinden dolayı teşekkür ediyorum.

İhtiraslar ve Dizginler isimli şiir kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı. Tebrik ederiz. Kitabınızda şiirseverleri ne tür şiirler bekliyor? İpucu verir misiniz?

Bizler ile söyleşi yaptığınız için ben teşekkür ederim.  Her insan kendi zindanında yeşerir sözü ile çıktık bu yola. Zindanımızda yeşerdikten sonra aşkı ve ölümü unutmadan insanlara bir yol gösterecek şiirlerimiz olduğunu düşünüyorum. Her şiirde farklı bir yaşantının, mesajın olduğunu da tekrar hatırlatmak istiyorum.

Başucu yazar, şair ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Mevlana’nın pergel metaforunu şiar edinerek her yere uzanabilmeye çalışırım. Bunun yanı sıra edebiyatımızın değerli aydınlarından olan Sezai Karakoç, Necip Fazıl Kısakürek ve Rasim Özdenören  gibi üstatları okumayı ihmal etmemeye çalışırım.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Önümüzdeki yıllarda değerli okuyucularımıza arayış içinde olan bir gencin hikayesini anlatmak isterim.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Değerli okuyucularımıza ve destek veren herkese teşekkür ederim. Eserlerimizi kendilerine bir mesaj atfederek okumalarını tavsiye ederim. Saygı ve sevgiyle…

Kitap Okuyucu Sayımızın Artması Lazım

Merhaba Cem Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba. Annem Artvin babam Ardahanlıdır. Aslen Ahıska Türklerindeniz. Zonguldak’ta doğdum, Bursa’da büyüdüm. Üniversiteyi Sakarya’da okudum ve yine ilk iş deneyimlerimi orada yaşadım. İnşaat Mühendisiyim. Çalışma hayatımın büyük çoğunluğunu kamu kuruluşunda çalışarak geçirdikten sonra 2023 yılında emekli oldum.

Cem Soydemir

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

İlk yazılarım ortaokul ve lisedeki dersler için yazdığım kompozisyonlardı. Kompozisyon yazmada başarılıydım. Öğretmenlerimin teşvikiyle iki defa okullar arası yarışmalara katıldığımı hatırlıyorum. Tabi o yarışmalarda derece yaptığımı hatırlamadığımı da itiraf etmeliyim. Yine lise döneminde şiir defterim vardı. Şiirler yazardım. Kitap ya da şiirler, hikayeler makaleler yazmak bana mutluluk veriyor. İşin doğrusu sosyal bir insan değilim. Sanırım sosyalleşme ihtiyacımı yazarak gideriyorum. Kendimi bu yolla daha iyi ifade edebiliyorum.

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Ben en çok annemden destek aldığımı düşünüyorum. Annem öğretmen lisesini kazanmasına karşın imkansızlıklar nedeniyle gidememiş. İlk okul mezunu olmasına karşın okumayı çok seven, eline geçen her türlü kitabı okuyan, bana okumayı sevdiren yegâne kişidir. Onun dışında en büyük destekçim değerli eşim ve çocuklarımı sayabilirim. Bu vesile ile hepsine ayrı ayrı teşekkürlerimi tekrar iletmek isterim.

Ankara’da yaşayan genç ve başarılı bir iş adamı olan Mehmet’in Şaman soyundan geldiğini öğrenmesi ve sonrasında olağanüstü paranormal yetenekleri olan şamana dönüşme yolculuğunda yaşadığı olaylar akıcı bir dille okura sunduğunuz Son Şaman isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Teşekkür ederim. Öncelikle hikayemiz 2022 yılında geçiyor. Kitabın ismi düşünüldüğünde bu durum ilk sürpriz diyebilirim. Onun dışında gezmeyi, farklı kültürleri tanımayı sevenler için ilgi çekici bilgiler içerdiğini, parapsikoloji biliminin sınırlarını keşfedebileceklerini söyleyebilirim.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Genelde her tür romanı okumayı severim. Ama Ernest Hemingway, Tolstoy ve Orhan Pamuk’un yeri bende ayrıdır. İlk okuduğum roman Ernest Hemingway’in Yaşlı Adam ve Deniz romanıydı. 15 yaşlarındaydım. Roman okumayı bana o kitap sevdirmişti. Hemen arkasından okuduğum Silahlara Veda ise beni çok daha derinden etkilemişti. Ergenlik çağının asi duyguları ile hayata isyan etmeye başladığım o dönemde bu iki roman bana yaşama sevinci aşılamıştı. Sonrasında sanırım bir yılda 20’den fazla dünya klasiği romanı okumuştum. Hayata dair neredeyse her şeyi kitaplardan öğrenebileceğimize inanıyorum. Farklı dönemlerden farklı kültürlerden yazarların, farklı türdeki kitaplarını okuyarak, insanı insan yapan değerleri öğrenip daha mutlu bir hayat sürebileceğime inanıyorum. Ve benim hayatımda kitapların önemli ve müstesna bir yer tuttuğunu düşünüyorum.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Aslında iki farklı konuda roman yazma çalışmalarım devam ediyor. Birincisi ergenlik, ilk gençlik ve üniversite dönemindeki deneyimlerin anlatıldığı bir gençlik romanı diyebilirim. İkincisi ise farklı yaşlarda, farklı kültürlere sahip ve farklı suçlardan idam cezasına çarptırılan birbirini tanımayan 3 kişinin son günlerini birlikte geçirirken yaşadıkları olaylar ve duygularının anlatıldığı bir roman.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Ülkemizde okur yazar oranı artık çok yüksek ve yeterli düzeyde. Hatta üniversite mezun oranımız pek çok Avrupa ülkesinden yüksek olmasına karşın, maalesef “okuyucu” oranımız çok düşük. Kitap okuyucu sayımızın artması lazım. Okuyucular olarak kendimizi birer fahri görevli kabul edip etrafımızdaki insanları teşvik edip cesaretlendirelim lütfen. Kitap hediye edelim. Sohbetlerimizde kitaplara, romanlara atıfta bulunalım. Son olarak da ülkemizin yaşayan nadir tarihçilerinden olan İlber Ortaylı hocamızın  “Deliler gibi kitap okuyun! Okuyun, güçlenin” sözünü hatırlatmak istiyorum.

Yazar Güz: Lego

Büyük küçük hepimizin çok sevdiği oyuncakların başında gelen legolar, üzerlerindeki girinti ve çıkıntılar sayesinde birbirlerine kolayca kilitlenebilen çeşitli yapı parçalarından oluşurlar. Kullanıcı isterse lego parçalarıyla, bahçesinde çiçeklerin, ağaçların, salıncakların, çocuk oyun alanlarının, mutlu insanların olduğu güzel bir ev inşa eder, isterse de tankların, silahların, yıkık binaların olduğu harabe savaş alanları inşa eder. Lego parçalarını kullanarak neyin inşa edileceği tamamen kullanıcının hali hazırdaki hayal gücüne, zevkine, ilgi alanlarına, odak noktasına, niyetine, arzu ve korkularına göre şekillenir, tıpkı yaşamda olduğu gibi.

Yazar Güz: Lego

İlkokul öğrencisi iken, babamın kitaplığındaki kitaplardan biri dikkatimi çekmişti. Kitap, çocukların çizmiş oldukları resimler aracılığıyla psikolojilerinin analizi ile ilgili idi. O zamanlar, kardeşim 3 yaşında idi ve kendisi resim konusunda oldukça yetenekliydi, halen de öyledir. Kitabı okudukça, günün büyük kısmında zevkle resim yapan kardeşimin resimlerini analiz ediyordum. O dönemler, annem rahatsızlığı nedeniyle çeşitli tedavi süreçlerinden geçiyordu, arada da hastanede yatıyordu. Kardeşimin yapmış olduğu her resimde annemin geçmiş olduğu süreçlerle ilgili küçük de olsa bir atıf ve kendince ürettiği çözüm yolları yakalıyor olmuştum detaylarda. Bilinçaltında o hastalığa ve şifaya, şifa olamasa da kolaylaştırıcı çözümlere odaklanmıştı o yaşta kardeşim. O zamanlar yaşı itibariyle onun elindeki imkanlar sadece hayal etmekten ve resim yapmaktan öteye gitmez gibi gözükse de hayal etmek, imgelemek ile başlar her sorunun çözümüne giden yolculuk. Hayal ve istek yoksa hiçbir yolculuğa çıkılmaz hayatta. 

Dileklerimizin üç boyutlu evrende yaratımına şahitlik edebilmemizin özünde, istemek, inanmak, hayal etmek ve sonrasında da doğru eylemlerde bulunmak yatar.  Her birimiz, bu anlamda devasa bir yaratım fabrikasına bağlı olan yaratım için talepler üreten bilgisayarlar gibiyiz. “Kalpten edilen dua kabul edilir” diye boşuna denmemiş.  Ancak dua ile kastedilen; bir dilenci gibi ağlayarak, yalvararak, bir yandan da kıtlık psikolojinde kalarak o istediğimiz şeyin olup olmayacağından şüphe duyarak, dilde istemek değil. Neyi istediğimiz konusunda net ve emin olup; onu gönülden istediğimiz, onun olacağına tereddütsüz bir şekilde inandığımız an; yaratım için talebi oluşturmuş oluyoruz. Sonrası ise sabır ve emek çoğu zaman. Sabırdan kastım da öyle zamanın geçmesini beklemekten ziyade, o konuda elimizden geleni en doğru şekilde yaparak akışta kalmak. Ben bunu kalp, zihin ve beden üçlemesinin iş birliği yaparak kişiye özgün “tezahür laboratuvarında” ekip çalışması yapması gibi hayal etmişimdir hep. 4 yaşımdan beri hangi dileğimin gerçekleşeceğini, hangisinin gerçekleşmeyeceğini kalpten hissederim. Ne zaman ki, tezahür laboratuvarıma bu üç parçam da dileğimin olacağına yüzde yüz inanarak dahil olmuşsa, o isteğimin gerçekleştiğine şahitlik etmişimdir. Ancak, ne zaman ki isteğimle ilgili bu üçlemeden birinde şüpheye dair emareler fark ettiysem, o isteğim dünya düzleminde karşılıksız kalmıştır. Dilimizde “olmayacak duaya âmin demem” söylemi vardır, tıpkı o misal.

Kalp- zihin - beden üçlemesini kullanarak tıpkı bir projeksiyon cihazı gibi imgelediğimizi bu hayatta seyredebilme yeteneği insanın elindeki en büyük güç iken, bu güç asırlardır sistematik ve bilinçli olarak insanlığa unutturularak, insanın aciz ve özünden uzaklaşarak dışarıya bağımlı olması sağlandı. Bu konuda, çoğumuzun yaşadığı en büyük engel ise isteğimizde net ve kararlı olmak çoğu zaman. İsteğimiz neyle ilgili olursa olsun;

ister iş, ister hobi, ister partner adayı, ister yatırım alternatifi, ister bir eğitim ya da uzmanlaşma alanı fark etmez, o konu ile ilgili alternatif seçeneklerin çokluğunun aklımızı karıştırmaması, odağımızı dağıtmaması gerekir.  Ancak maalesef, insanoğlu dışarıdan kendisine dayatılan, otantik olmayan arzu, istek ve korkuların peşine düşerek önce öz benliğinden, sonra da gerçekte ne istediği bilgisinden uzağa düşüyor. Böylece yaratım gücünü, kendisinin ve dünyanın en yüksek hayrına kullanabilme yeteneğini de kullanamıyor.

Günlük hayatta sürekli kıyas, kıtlık duygusuna, yüzlerce yüzeysel seçeneğe, korku ve endişeye maruz bırakılan insanın öncelikle ne istediğini anlayabilmesi, istediğine yönelik gerekli çabayı, emeği ortaya odaklanmış bir şekilde koyabilmesi ve o istekle ilgili girdiği yolda adanmışlık gösterebilmesi gittikçe zorlaştı.  Oysa adanmışlığın, derinleşmenin olmadığı yerde samimi bir istek ve niyet de yoktur.

O nedenle tezahür ettirdiklerimize, ya da ettiremediklerimize bakıp, hayal kırıklığı yaşayarak “ben bunu istemiyorum” demek bir açıdan şımarıklık gibi geliyor bana.   Yok hayır, halen “benim istediklerim bu değildi” diyorsak, bu yolda sergilemiş olduğumuz eylemlere, yürümekte olduğumuz yollara, geçtiğimiz kapılara, durmakta olduğumuz alana bakmakta fayda var. Eylemimiz neyse, niyetimiz de odur çünkü. Buna rağmen, niyetimizin görünür eylemlerimizden farklı olduğunu iddia ediyorsak, o zaman silkelenip, eylemlerimizi niyetimize göre merkezlememiz gerek. Aksi durumda kişisel sorumluluk almadan, düşük bilinç seviyesinden sadece ahu zar ederek, şikâyet etmekten öteye gidemeyiz. 

Refah, ferah, huzurlu, mutlu yaşamlar inşa etmek isterken (ya da istediğimizi sanırken), kendimizi mutsuz, huzursuz, tükenmiş hissettiğimiz ilişkilerin, iş ortamlarının içinde sıkışık bir şekilde bulmamızın nedeni çoğu zaman bu durumlardan kaynaklanıyor. Sonrasında da küçük bir çocuk gibi ayaklarımızı yere vurup, “neden istediklerim olmuyor!” deme sebebimiz de. Gün içinde maruz kaldığımız her tür otantik olmayan, özümüze iyi gelmeyen, bize hitap etmeyen reklam, film, şarkı, ürün, insan, yaşam şekli, ilişki şekli, sosyal ortam, sohbet aslında öz parçamıza bizleri yabancılaştıran, kendi iç sesimizi, isteklerimizi, ihtiyaçlarımızı görmemize engel teşkil edecek şekilde araya giren sis bulutları, kafa karıştıran toksik dış seslerden fazla bir şey değil. Tüm bunları filtrelemeyi başardığımız an kalbimize, zihnimize ve bedenimize gerçek anlamda öz bakım, şifa ve hürmeti sunarak, yaratım gücümüzü elimize alabiliriz.  

Bundan sonrası ise tıpkı küçük bir çocuğun lego parçalarından oyuncak araba tasarlarken hissettiği neşe, heyecan ve coşkunun eşliğinde kendi özgür irademizi kullanarak yaratıma şahitlik etmek.  Öz’ümden özünüze selamlar olsun. Çocuksu neşe, sevgi, coşku ve aşkla kalmanız dileğimle…

Çocuklar Söyleneni Değil Gördüklerini Kaydeder

Merhaba Rümeysa Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhabalar. Elbette. Ben 1989 Nevşehir doğumluyum. İki oğlum, yüzlerce kitabım ve onlarca çiçeklerimle mutlu bir hayat yaşayan, renklere, denize ve doğaya aşık bir kadınım. Şuan özel bir kurumda tesis müdür olarak çalışıyorum.

Rümeysa Karacadağ

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Aslında tam olarak şu zaman başladım dediğim bir zaman dilimi yok. İlkokul yıllarımda bile birkaç A4 sayfasını katlayıp kendime bir kitapçık yaptığımı ve mezarlıkta geçen bir öykü yazdığımı hatırlarım. Sonrasında lisede edebiyat kulüp başkanlıkları, okul dergisi ve gazeteleri için denemeler ve eleştiri yazıları ile devam eden bir yolculuk.  Yazmaya yönlendiren sebeplerden biri 30 yaşımdan sonra fark ettim ki kendi yargı sistemimi oluşturuyorum. Oluşturduğum ütopyalarda olmasını istediğim şeylerin olabilirliği beni mutlu ve tatmin ediyor. Ve asla mümkün olamayacak doğaüstü karakterlerin fantastik dünyası beni cezbediyor. 

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Ben bu konuda çok şanslı bir insanım. Yakın arkadaşlarım ve ailem her zaman destek oldular. Yazdığım öyküleri daha dumanı üstündeyken ilk onlara okuttum.  Yorumlayıp üzerinde konuşup ilerledik. Ve buradan sizin aracılığınızla onlara sonsuz şükranlarımı sunuyorum.  Hep yanımda olmaya devam edin lütfen.

Okyanusta, birbirlerinden habersiz yaşam sürdüren ayrı dünyalara ait iki kalbin hikâyesini anlattığınız Amaris ve Blue kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı. Tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Çok teşekkür ederim. Bu yolculuğu sizinle birlikte başlayıp bitirdiğim için çok mutluyum. Amaris ve Blue mucize ile başlayan bir dostluk. Alışılmışın dışında bir başlangıçları var ve bence bu durum okuyucular için büyük bir sürpriz. Okuyup bu büyüye kapılmalarını şiddetle tavsiye ederim. Çocuk kitabı gibi görünse de her yaş grubunun altını çizeceği alıntılar var.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Dünya klasiklerini okumayı seviyorum. Özellikle Stefan Zweig hayranıyım dersem yeri var. Başucu kitaplarım biraz farklı türlerden. Sabahattin Ali ve Nazım Hikmet şiirleri vazgeçilmezim. Bunun dışında Kalp (İskender Pala), Amok Koşucusu ( Stefan Zweig), Rubailer (Mevlana), Uçurtma Avcısı (Khaled Hosseini) ,Zülfi Livaneli (Serenad, Son Ada) ve sanırım Hayati İnanç’ın tüm kitapları. Bunlar ilk etapta aklıma gelenler. Biraz farklı olduğunu söylemiştim.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Aslında hayata geçirmek istediğim birçok proje var ama şuan en çok hayalini kurduğum bir proje var. Yıl bitmeden onu da raflarda görmek istiyorum. Kitabın sloganı şu: "Yetişkinler için başucu hikayeleri". Çocuklar için binlerce masal ve hikaye varken ben istiyorum ki alt mesajlarında çok derin anlamlar olan bir çok hikaye yazayım. Ve bunun için çalışıyorum. Amaris ve Blue’ yu çocukları için alırken yeni çıkacak olan kitabımı da kendileri için alabilecekler. 

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Evet elbette. Sanallaşan dünyada çocuklarımızın ekranlar karşısında zincirlenmesini önlemek adına biz anne babalara çok büyük bir görev düşüyor. Çocukların iyi bir okuyucu olmasını istiyorsak ilk önce bizim iyi bir okuyucu olmamız gerekir. Çocuklar söyleneni değil gördüklerini kaydeder. Tarzı ne olursa olsun mutlaka hayal dünyasına kapılar bir gün açılmalı. İnsanlar her şeyi akın akın tüketirken üretimin bir parçası olmayı insani bir görev olarak görüyor ve bunun haklı gururunu yaşıyorum. Buna sağladığınız katkılar için size de sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.

Orkun Cabi: Çifte Kumrular

Sabah camda öten kumru sesiyle uyandınız mı hiç? Bir  arkadaşımla sohbet ederken sabah camdaki kumruların sesiyle uyandığını ve kumru sesini sevmediğini söyledi. Çok hüzünlü ve iç karartıcı buluyormuş. Bu tip yargılar, geçmişten gelen çağrışımlarla ilgili olabilir mi diye düşündüm. Çocukken mutsuz zamanlarında sabah pencerenin önüne gelip öten kumruları hatırlamak ile mutlu bir çocukluk anısında sabah duyduğun kumru sesini hatırlamak, bizim ileride kumru sesini sevip sevmememizde etkili oluyor mu acaba? 

Orkun Cabi: Çifte Kumrular

Benim kumru deyince aklıma gelen ise, Samsun Ladikli olan dedemin Ladik’te hiç kumru olmamasına üzülmesi, bir çift yakalayıp götürebilsem yaşarlar mı acaba diye düşündüğünden bana bahsetmesi idi. Belki de dedemle olan anılarımı hatırlattığı için kumruları seven biri olarak  arkadaşım da kumru sesini sevmesi gerekliymiş ya da ben kumruları sevdirme misyonu ile görevlendirilmişim gibi kumrularla ilgili, kumruya itibar kazandıracak özellikleri saymaya başladım. Doğadaki nadir tek eşli canlılardan biri kumru. Hatta eşine o kadar sadık bir kuş ki, eşlerden biri ölünce diğeri kalan ömrünü yalnız tamamlıyormuş. Bunda muhtemelen kumruların sanayi devriminden geçip kapitalist düzene başlayamamasının etkisi büyük. Saf ve temiz kalpli kumrular kendi ana babalarından gördükleri ve hatta Alfred Adler’in ‘‘İnsan Tabiatını Tanıma’’ kitabında bahsettiği, insanın yetiştirilirken farkından olmadan kendisine öğretilen rolleri oynaması gibi, kendilerine verilen doğadaki tek eşlilik rolünü saf bir şekilde oynamaya devam ediyorlar. Halbuki biraz gözü açılan bir kumru güvercinin biri ile takılsa belki de hayatı sorgulayacak.

Ama yine de modern dünyada bazı değerlerin korunmasını istiyorsak, kumruları takdir etmek ve örnek göstermemiz gerekmektedir. Balkonumuza yuva yapan kumruları yavruları yumurtadan çıkana kadar koruyup kollamak ve balkonu kirletmelerine müsaade etmek boynumuzun borcu.

Tabi kuşlardan bahsetmişken, insan kuş ilişkisinde, insana en yakın kuşlardan olan muhabbet kuşlarını da es geçemeyiz. Hemen hemen her çocuğun anılarında yer eden muhabbet kuşları ile ilgili okuduğum en komik şey, internette gördüğüm muhabbet kuşu fotoğrafının altına yazılmış yazı idi. ‘’Bir tane zengin evinde görmedim muhabbet kuşu, fakirliğin turnusolü gibi hayvan’’ yazmıştı biri, çok gülmüştüm. Çok katılmasam da kedi köpek beslemenin maliyeti yanında hem daha az masraflı hem de daha az meşakkatli bir ev hayvanı olarak muhabbet kuşları birçok çocuğun eve hayvan alalım ısrarlarına son çare olarak tercih sebebi olmuştur.

Oğlum ufakken biz de benzer ısrarı yaşayınca, haliyle soluğu evcil hayvan dükkanında aldık. Satıcıya sordum, muhabbet kuşu alacağız ne alalım. Adam dedi ki; size alışmasını istiyorsanız tek almanız lazım. Tek alacaksanız da erkek alın, erkekler konuşur. Ufak bir şaşkınlıktan sonra tamam dedik. Ben dişilerin konuşma ihtimalinin daha fazla olacağını ve daha cana yakın olacaklarını tahmin ederdim. Tabi satıcıyı dinledik ve bir tane erkek kuş aldık geldik eve. Oğluma sordum ismi ne olsun. Nuri olsun dedi. Akvaryumcunun talimatları doğrultusunda ilk birkaç gün bulaşmadık Nuriye, kendi haline bıraktık. Sonra da eve alışınca saldık kafesinden salona. Nuri de bize alıştı ve üstümüze başımıza,abjure konmaya ve her yeri kirletmeye başladı doğası gereği. Aradan kısa bir zaman geçti, tabi bizim oğlanın da hevesi geçti. Baktım Nuri ilgiden, sevgiden yoksun bir şekilde kafesinde mutsuz mutsuz yaşıyor. Bir akşam işten gelip kanepenin köşesinde otururken, solumdaki mahsun Nuri ile göz göze geldim, o bir anlık göz teması esnasında Nuri ile kurduğum empati sonucunda şu fikre kapıldım. Dedim ben Nuri’nin yerinde olsam, yalnız başıma kafesin içinde bütün gün, zaten Amistad filmi gibi özgürlüğüm elimden alınmış, hayattan bir beklentim yok, önüme konulan karışık yemi yemek dışında. Yalandan koydukları bir top, bir salıncak bir de ayna. Artık yüzüme de bakan yok. Eee, ne beni mutlu ederdi diye sordum kendi kendime? Bunun üzerine, dedim hiç olmazsa yanında bir sevdiceği olsun,   samanlık seyran olur. Şehirler arası yolda giderken tarlaların ortasındaki yalnız evlerde yaşayan insanlar, bir ömrü nasıl geçiriyorsa, bir eş de bu Nuri’ye can yoldaşı olur. 

Ertesi gün kuşçunun yolunu tuttum. Tabi empatiyi abarttığım gibi, aşırı hümanizmle birleşince, ütopik düşünceler aldı beni. Normal insan gibi kuşçudan bir dişi muhabbet kuşu alıp gelmek varken, kuşçuya dedim ki; ‘biz erkek kuşa eş almak istiyoruz’. Adam da ‘seç Abi oradan’ dedi, bir sürü kuşun içinde olduğu kalabalık kafesi gösterip. Dedim ‘ben öyle istemiyorum’. ‘Nasıl yani?’ dedi adam. Dedim ‘ben bizim kuşu size getirsem, sizin kafese koysak, bir süre takılsa diğer kuşlarla, sonra eşini seçtiği zaman gelip ikisini alsam’. Adam dedi ki, ‘abi olur mu öyle şey’. ‘Sen buradan al bir tane dişi kuş, onlar birbirlerine alışır’. Dedim ‘ben istiyorum ki, bizim Nuri sevdiğine varsın’. Adam ‘yok Abi’ dedi, ‘olmaz’. ‘Sonra senin kuşta hastalık varsa benim kuşlara taşır. Kuşlarım ölür, sermayeden oluruz’. Baktım kuş sevdiğine varacak diye akvaryumcu sermayeyi riske etmiyor. ‘Tamam’ dedim ‘o zaman ver bir tane’. ‘Seç abi’ dedi. Neyse seçtim şöyle işveli, cilveli görünen bir tane, aldım eve götürdüm. Kafese koyduk Nuri’nin yanına. Baktım Nuri acayip sevindi. Hemen yanına gitti, yanaşmaya çalıştı. Sırnaşmaya öpmeye falan çalışıyor, tabi hayvan ne zamandır yalnız. Diğeri de bir sürü kuşun arasından alınıp getirilmiş, diskolarda gezerken görücü usulü evlendirilmiş yeni gelin gibi mutsuz. Sana mı kaldım der gibi Nuri yanaştıkça gagalıyor Nuri’yi. O ara bunları seyrederken oğlana sordum ‘adı ne olsun’. Bu sefer ‘Margalo olsun’ dedi bizim oğlan. Yeni gelin sanki ismini duyunca daha da bir havaya girdi. Nuri ile Margalo, Nuri’ye yabancı gelin getirmiş gibi olduk.  Ama Nuri azimli çıktı. Baktım sürekli peşinde. Birkaç gün Margalo’nun ağzından girdi burnundan çıktı ve sonunda sevdirdi kendini, bağlamayı başardı Margolo’yu kendine. Sonraki günlerde bunlar bir sohbet bir muhabbet, bir aşk yaşıyorlar. Tamam dedim bu iş oldu. Ben gereksiz hassasiyet göstermişim. Kuşçu haklıymış. Neyse bir süre daha Nuri ve Margalo’yu evimizde yedirdik içirdik, misafir ettik. Sonra da oğlanı ikna ettikten sonra verdik ikisini de  bir bir yere, kafes temizleme işinden kurtulduk. 

Onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine diye bitirelim bu hikayeyi de o zaman. Bu da şu demekmiş; başka insanların mutluluğuna ortak olmak ve bundan kendilerine düşen payı almak. Kalın sağlıcakla.

Hüseyin Avni Cengiz: Dar Vakitler - 2

E öyleyse, meşhur bir özdeyişle ifade edersek:” “Üç günlük dünya için fırıldak olmaya gerek var mı?” Bu kadar kısa bir ömrü fırıldaklık yapmadan nasıl değerlendirmeliyim. Örneğin koca koca idealler sığar mı şu kısa ömrüme? Koca koca idealler şu kısa ömre sığmaz ama mutlaka koca bir idealin, bir ülkünün, bir davanın duvarında bir tuğla; zincirinde bir halka olmalıyım. Peki, neden böyle bir sorumluluğum var? Bu sorunun cevabı önemli ama bu yazının konusu değil. 

Hüseyin Avni Cengiz: Dar Vakitler - 2

Birçoğumuz da biraz öyleyiz aslında. Hepimizin bir “dava”sı yok mu? Kimimiz biraz fazla ciddiye alıyoruz bu işi kimimiz ise daha duyarsızız. Ama iyi-kötü hepimizin bir “ülkü”sü, bir “büyük ideali”, bir “dünya görüşü” var zaten. Peki, sorun nerede? Sorun: Yeterince vicdan geliştirememiş, yeterince ahlakî olgunluğa ulaşamamış yeterince duygudaşlık(empati) yapma yetisi geliştirememiş –en başta sanatçılar olmak üzere- seçkinlere o “büyük dava”ların emanet edilmesinde.  Ben dâhil toplumun her kesimi için geçerli bu söylediklerim. Sanatçı, gazeteci, kanaat önderi, akademisyen, siyasetçi, işçi, köylü, sermayedar vb. herkes için geçerli. Yine kesinlikle belirtmeliyim ki milletimiz bağlamında düşünüyorum. Ve eğer bir öğüt içeriyorsa bu serbest yazım, bu öğüdüm kendimedir.  

“Kirli izlemiyle karışan yüce ülküler/bitimsiz yollara dönüşen serap erimler” demiştim bir şiirimde. Varılması gereken bir erim (menzil) var bir de bulunduğumuz yer var. O erime varmak için kullandığımız yöntemler bazen erimi unutturuyor bize. Mesela Ankara’dan İstanbul’a gitmemiz gerekiyor. Bunun için paraya ihtiyacımız var. O parayı biriktirmeye başlıyoruz. Parayı biriktirdikçe para yığmanın ilkel hazzını tatmaya başlıyoruz. Ve artık amacımız para biriktirmek oluyor. Yığdığımız para bizi daha güçlü kılıyor. Hemencecik (güç) sarhoşluğuna kapıyoruz. İstanbul’a varma eylemi daima ertelenir olmaya başlıyor. Yani varılması gereken hedefe strateji, oraya varma yöntemlerine de taktik, dersek; taktik hokkabazlıklarla oyalanmaktan stratejiyi unutur oluyoruz. Bir de şöyle bir söz var bu konuda: ”Taktik yanlışlarla doğru stratejiye ulaşılamaz.”  

Peki, o büyük “dava”ları yeterince vicdan geliştirememiş, yeterince ahlakî olgunluğa ulaşamamış seçkinlere emanet eden kim? Toplum; yani biziz. Çünkü toplum olarak biz de maalesef aynı zafiyeti yaşıyoruz. Biri, bir haksızlığa uğruyor veya biri bir yanlış yapıyor; o “biri”yle aynı mahallede olmayanın “vicdan” denen duyu merkezi harekete geçmiyor. Geçemiyor. Neden? Yoksa vicdanı olmayan insan mümkün mü? Sadece kendi mahallesinden biri “apaçık haksızlık”a uğrayınca kabaran ya da kendi mahallesinden birinin yaptığı “apaçık yanlış” için susmayı telkin eden o duyuya “vicdan” denmez, denemez.  Oysa en azından insan olarak, millettaş olarak hepimiz aynı mahallede değil miyiz? Bunu bile kavramaktan aciziz.  Sonra daha vahim bir hâle geliyoruz: Kendi mahallemizden güçlü olanımız, kendi mahallemizden görece zayıf olanımıza “apaçık halksızlık” yapıyor; ona dahi susar oluyoruz. Artık işin boyutu değişiyor bu noktada. Herkes susuyor, vahimi sanatçısı susuyor daha ne olsun. 

“Vicdan” üzerine birçok düşünür fikir beyan etmiş. Kimi doğuştan gelen bir yetidir, demiş kimi sonradan kazanılır, demiş. Kimi inanç penceresinden kimi sadece aklıyla bakmış meseleye. “Vicdan”ın doğuştan gelen bir yeti olduğunu savunanlar “manzara-i umumiye”den vicdansız insanları görünce çok şaşırmışlardır herhalde. Bu durumu “vicdanı tefessüh etmek” kavramıyla açıklamışlar. Yani vicdanı sakatlanmış, bozulmuş, geçersiz olmuş, anlamında.   Eğer vicdan doğuştan getirilen bir yeti ise –ki doğru olabilir-  bütün bir toplumun kahir ekseriyetinin özürlü doğduğunu varsaymamız gerekir ki bunu asla halkıma yakıştıramam. Belki bir nüve, bir çekirdek olarak “vicdan” ile doğuyoruz ama toprağı patlatamamış bir tohumun varlığıyla yokluğu arasında ne fark olabilir ki? 

“Vicdan” üzerine düşünen düşünürlerden bir örnek vermem gerekirse: Erich Fromm, vicdanı kaynağına göre otoriter ve humaniter (insanî) olarak ikiye ayırmış. Erich Fromm’a göre otoriter vicdan; doğruya göre değil, dışsal otoritenin isteğine göre hareket eder. Gerçek bir vicdanı temsil etmez. E öyleyse bu yetiye en başından neden “vicdan” demiş ki zaten! Peki, bir ulus “vicdansızlığı” korunması gereken bir değer olarak görüyor olabilir mi? Tabii ki olmaz. Olamaz ama -aslı var mıdır bilmiyorum- şöyle bir şey duymuştum: Büyük yanardağlar, büyük depremler ve kara kış ülkesi Kamçatka Yarımadası’nda yaşayan Moğollar, çok yaşlanmış atalarını öldürürlermiş. (Eğer doğruysa hâlâ sürmüyordur herhalde bu gelenekleri.) Oysa biz öyle miyiz? Biz, yaşlılarımıza karşı çok daha merhametliyiz, hoşgörülüyüz. Burası kesin! Demek ki “iyi” veya “kötü” bir “ulusal vicdan” vardır. Ve bu “ulusal vicdan” zamanla “iyi”ye veya “kötü”ye doğru çok yavaş da olsa değişmekte. 

1932-2024 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447