E öyleyse, meşhur bir özdeyişle ifade edersek:” “Üç günlük dünya için fırıldak olmaya gerek var mı?” Bu kadar kısa bir ömrü fırıldaklık yapmadan nasıl değerlendirmeliyim. Örneğin koca koca idealler sığar mı şu kısa ömrüme? Koca koca idealler şu kısa ömre sığmaz ama mutlaka koca bir idealin, bir ülkünün, bir davanın duvarında bir tuğla; zincirinde bir halka olmalıyım. Peki, neden böyle bir sorumluluğum var? Bu sorunun cevabı önemli ama bu yazının konusu değil.
Birçoğumuz da biraz öyleyiz aslında. Hepimizin bir “dava”sı yok mu? Kimimiz biraz fazla ciddiye alıyoruz bu işi kimimiz ise daha duyarsızız. Ama iyi-kötü hepimizin bir “ülkü”sü, bir “büyük ideali”, bir “dünya görüşü” var zaten. Peki, sorun nerede? Sorun: Yeterince vicdan geliştirememiş, yeterince ahlakî olgunluğa ulaşamamış yeterince duygudaşlık(empati) yapma yetisi geliştirememiş –en başta sanatçılar olmak üzere- seçkinlere o “büyük dava”ların emanet edilmesinde. Ben dâhil toplumun her kesimi için geçerli bu söylediklerim. Sanatçı, gazeteci, kanaat önderi, akademisyen, siyasetçi, işçi, köylü, sermayedar vb. herkes için geçerli. Yine kesinlikle belirtmeliyim ki milletimiz bağlamında düşünüyorum. Ve eğer bir öğüt içeriyorsa bu serbest yazım, bu öğüdüm kendimedir.
“Kirli izlemiyle karışan yüce ülküler/bitimsiz yollara dönüşen serap erimler” demiştim bir şiirimde. Varılması gereken bir erim (menzil) var bir de bulunduğumuz yer var. O erime varmak için kullandığımız yöntemler bazen erimi unutturuyor bize. Mesela Ankara’dan İstanbul’a gitmemiz gerekiyor. Bunun için paraya ihtiyacımız var. O parayı biriktirmeye başlıyoruz. Parayı biriktirdikçe para yığmanın ilkel hazzını tatmaya başlıyoruz. Ve artık amacımız para biriktirmek oluyor. Yığdığımız para bizi daha güçlü kılıyor. Hemencecik (güç) sarhoşluğuna kapıyoruz. İstanbul’a varma eylemi daima ertelenir olmaya başlıyor. Yani varılması gereken hedefe strateji, oraya varma yöntemlerine de taktik, dersek; taktik hokkabazlıklarla oyalanmaktan stratejiyi unutur oluyoruz. Bir de şöyle bir söz var bu konuda: ”Taktik yanlışlarla doğru stratejiye ulaşılamaz.”
Peki, o büyük “dava”ları yeterince vicdan geliştirememiş, yeterince ahlakî olgunluğa ulaşamamış seçkinlere emanet eden kim? Toplum; yani biziz. Çünkü toplum olarak biz de maalesef aynı zafiyeti yaşıyoruz. Biri, bir haksızlığa uğruyor veya biri bir yanlış yapıyor; o “biri”yle aynı mahallede olmayanın “vicdan” denen duyu merkezi harekete geçmiyor. Geçemiyor. Neden? Yoksa vicdanı olmayan insan mümkün mü? Sadece kendi mahallesinden biri “apaçık haksızlık”a uğrayınca kabaran ya da kendi mahallesinden birinin yaptığı “apaçık yanlış” için susmayı telkin eden o duyuya “vicdan” denmez, denemez. Oysa en azından insan olarak, millettaş olarak hepimiz aynı mahallede değil miyiz? Bunu bile kavramaktan aciziz. Sonra daha vahim bir hâle geliyoruz: Kendi mahallemizden güçlü olanımız, kendi mahallemizden görece zayıf olanımıza “apaçık halksızlık” yapıyor; ona dahi susar oluyoruz. Artık işin boyutu değişiyor bu noktada. Herkes susuyor, vahimi sanatçısı susuyor daha ne olsun.
“Vicdan” üzerine birçok düşünür fikir beyan etmiş. Kimi doğuştan gelen bir yetidir, demiş kimi sonradan kazanılır, demiş. Kimi inanç penceresinden kimi sadece aklıyla bakmış meseleye. “Vicdan”ın doğuştan gelen bir yeti olduğunu savunanlar “manzara-i umumiye”den vicdansız insanları görünce çok şaşırmışlardır herhalde. Bu durumu “vicdanı tefessüh etmek” kavramıyla açıklamışlar. Yani vicdanı sakatlanmış, bozulmuş, geçersiz olmuş, anlamında. Eğer vicdan doğuştan getirilen bir yeti ise –ki doğru olabilir- bütün bir toplumun kahir ekseriyetinin özürlü doğduğunu varsaymamız gerekir ki bunu asla halkıma yakıştıramam. Belki bir nüve, bir çekirdek olarak “vicdan” ile doğuyoruz ama toprağı patlatamamış bir tohumun varlığıyla yokluğu arasında ne fark olabilir ki?
“Vicdan” üzerine düşünen düşünürlerden bir örnek vermem gerekirse: Erich Fromm, vicdanı kaynağına göre otoriter ve humaniter (insanî) olarak ikiye ayırmış. Erich Fromm’a göre otoriter vicdan; doğruya göre değil, dışsal otoritenin isteğine göre hareket eder. Gerçek bir vicdanı temsil etmez. E öyleyse bu yetiye en başından neden “vicdan” demiş ki zaten! Peki, bir ulus “vicdansızlığı” korunması gereken bir değer olarak görüyor olabilir mi? Tabii ki olmaz. Olamaz ama -aslı var mıdır bilmiyorum- şöyle bir şey duymuştum: Büyük yanardağlar, büyük depremler ve kara kış ülkesi Kamçatka Yarımadası’nda yaşayan Moğollar, çok yaşlanmış atalarını öldürürlermiş. (Eğer doğruysa hâlâ sürmüyordur herhalde bu gelenekleri.) Oysa biz öyle miyiz? Biz, yaşlılarımıza karşı çok daha merhametliyiz, hoşgörülüyüz. Burası kesin! Demek ki “iyi” veya “kötü” bir “ulusal vicdan” vardır. Ve bu “ulusal vicdan” zamanla “iyi”ye veya “kötü”ye doğru çok yavaş da olsa değişmekte.