Uçağım Çine indiğinde ülkeye girene kadar havaalanı pasaport kontrolünde o kadar çok sorguya maruz kalmıştım ki, yarım saat kadar sonra dışarı çıkıp da, bir taksiye atlayıp kalacağım otele vardığımda artık her şeyin normal yürüyeceğini düşünüyordum. Yanılmışım. Gezmek için sokağa çıktığımda bunu çok iyi anladım. Bir kere Çinceden başka lisan konuşan hiç yok gibi. Otelden taksi tuttuğumda gideceğim yerin adresini gösteriyorum, şoför hiç anlamıyor. Otel kapısındaki çocuk gelip bir kağıda gideceğim yerin adresini Çince yazınca şoför kafa sallayıp atlıyor arabasına. Burada otel görevlisi vardı da işi kurtardık, peki ben geri geleceğim zaman veya yoldan bir arabaya bindiğimde nasıl anlatacaktım derdimi ? Düşünmenize bile gerek yok, tabi ki hiçbir zaman anlatamadım. Ta ki etraftan şansa birilerini bulup da Çincesini yazdırana veya söyleyene kadar. Hiç abartmıyorum (otelin ismini söylemem biraz reklama kaçacak ama), otelime dönmek için yoldan geçen bir taksiye işaret ettim. Durdu. Bindim. Elimdeki otel kartını gösterip “Hilton Hotel” dedim. Tık yok. Hilton Hotel yahu !!! Hilton.
Adam kağıda baktı, baktı hiçbir şey anlamadı. Şansımı başka şoförlerde denemediğimi mi sandınız? O gün iki saat yürüyüp otele ulaştığımı hatırlıyorum. Yollarda Çince tabelalardan başka bir şey yok zaten, sıkıysa anla! (Bu seyahatimden sonra 28 kere daha Çine geldim ve her gelişimde Çini daha gelişmiş buldum, yani şimdilerde tek tük İngilizce tabelalar da var, özellikle ticaretle uğraşan şirketlerde kesin İngilizce konuşanlar da var, ama sokaktaki halkla anlaşmak hâlâ zor). Bir örnek vermeden size derdimi tam anlatamayacağımı biliyorum. Onun için başıma gelen şu gerçek olayla konuya açıklık getireyim.
Çin’e ilk gelişim olduğundan biraz ilginç hediye almak istiyorum ama o kadar çok enteresan şeyler var ki dükkanlarda, hangi birini alayım? Çaylarını methetmişlerdi. Bir küçük dükkan gibi, yarı açık, daha doğrusu bazı raflardan oluşmuş, bizdeki işportacılardan biraz daha bakımlı bir yer gördüm. Yaşlı bir Çinli vardı. Rafta duran içinde çay olan küçük teneke kutulardan birini gösterdim, lisanla anlaşamayacığımız için, elime kağıt bir para alıp sallayarak, kaç para anlamında fiyatını sordum. Adam hiç ifadesizce yüzüme baktı. Birkaç kez daha hareketimi tekrarladım, ama yine hiç tamamen ilgisiz. Ne biçim satıcı bu? Bizde turist müşteri görseler koluna yapışıp içeri çekerler. Elimi uzatıp raftan bir teneke kutuyu aldım, adama doğru uzatıp tekrar parayı gösterdim. Konfüçyus suratlı, beyaz kırışık yüzlü, bembeyaz sakallı ve arkasında at kuyruğu yapmış beyaz saçlı adam biraz sinirli bir şekilde elimden kutuyu alıp yerine koydu. Aaaa ...!!! Ben de gerilmeye başlamıştım artık. Bir çay almayı dahi beceremeyeceksem bu ülkede! Tekrar bir teneke kutuyu aldım adama sallayarak gösterdim ve masanın üzerine kağıt parayı koydum. Adamın yüzü kıpkırmızı oldu, hışımla elimden kutuyu çekti, ceza olarak bir de sıkı şaplak indirdi koluma. Çince bir şeyler bağırıp durdu (pek iyi şeyler olmadığını tahmin etmek zor değildi tabi). Sağdan soldan geçenler bizi seyrediyorlardı. Nihayet kravatlı bir genç yanaştı ve “İngilizce konuşuyor musunuz?” dedi. “Evet, seni Allah gönderdi herhalde” deyip hemen olanları anlattım ve neden bana çay satmak istemediğini sordum. Genç önce çatık kaşlı, o beyaz suratı kıpkırmızı kesilen, bağırıp çağıran yaşlı Çinliye bir şeyler söyleyip onu biraz sakinleştirdi. Sonra da bana döndü ve “Beyefendi, bakın karşıda süpermarket var. Oradan çay alabilirsiniz” dedi. “ Tamam da kardeşim, ne olur buradan alsam yani?” diye sorduğumda aklımın ucundan bile geçmeyen bir cevapla karşılaştım. “Siz ne yapıyorsunuz Beyefendi, burası bu Çinlinin aile mezarlığı. O çay sandığınız teneke kutuların içinde adamın ailesinin çeşitli fertlerinin öldükten sonra yakılmış cesetlerinin külleri var.” dedi.
Buz gibi dondum. Gençten benim yerime adama çok özür dilediğimi söylemesini rica ettim. Tekrar tekrar yarı belime kadar birkaç kez eğilip özür selamı verdim ve arkamı dönüp, o dükkana benzeyen mini mezarlıktan hızlı adımlarla uzaklaştım. Ne bileyim ben? İngiltere’de falan böyle minik teneke kutularda çay satarlar. Üstlerinde de bıyıklarının uçları yukarı doğru bakan eski beyefendi suratlı insanlar falan olur. Eee... Burada da öyleydi, üzerinde Çinli kafa resimleri vardı, minik teneke kutulardı ve adamın olduğu yer de minik bir dükkana benziyordu. Ne yapayım yani? Vay be, Hanıma hediye olarak az daha adamın dedesinin küllerini götürmüş olacaktım. Onun için şayet aklınızdan Çin’e gitmek geçiyorsa, ya Çince öğrenin, ya da Çince öğrenin.
Seyahat Anılarından: 1998 / Kadir Ersoy