2001 yazında Erzincan 59.Topçu Tugayında kısa dönem er olarak askerlik yapıyordum. Kasım 2000 de geldiğim Tugay’da çavuş olarak kayıt kabul bölümünde yeni dönemde askere alınanların kayıt işlemlerine yardım etmek üzere görevlendirilmiştim. Gelen askerlerin kayıtları, sağlık kontrolleri, kıyafetlerinin verilmesi ve bölüklerine teslim edilmesi süreci idi kayıt kabul. Erzincan’daki bu Tugay, genellikle Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’dan gelen erlerin üç ay acemilik eğitimi aldığı bir yerdi. Üç aylık eğitim sonrasında Türkiye’nin dört bir yanına gönderiliyorlardı. Her askere alım döneminde, birkaç hafta süre ile her gün Tugay’a yeni askerler geliyordu. Gelişler sabahtan akşama kadar sürüyordu. Bazı günler çok geç saatlerde gelen askerler, apar topar boş yatak olan koğuşlarda misafir edilip, ertesi sabah kayıtları yapıldıktan sonra bölüklerine teslim ediliyorlardı.
Sabah sporu ve kahvaltısından sonra kayıt kabul binasındaki görev yerimize geldik. Önceki gece geç saatte gelen birkaç asker de gece misafir olarak farklı koğuşlarda yatmışlar ve sabah kayıt için nizamiyeye geri getirilmişlerdi. Askerleri kayıt ettikten sonra gece verilen kıyafetlerini giymelerini söyledik. Askerler giyinirken içlerinden bir tanesi ‘Komutanım benim botlarım değiştirilmiş’ dedi. ‘Biri yeni botları çantamdan alıp, eski botlar koymuş’ diye ekledi. Ben de kısa bir şaşkınlıktan sonra olayı anlamaya çalışmak için sorular sormaya başladım. ‘Sen ne zaman geldin?’ diye sordum. ‘Dün gece’ dedi çocuk. ‘Kıyafetleri dün gece mi aldın?’ diye sordum. Evet dedi. Tam olayı anlamak için birkaç soru daha soracaktım ki, oradaki vurdum duymaz çavuşlardan biri, lafa girdi. ‘Hadi oğlum’ dedi, ‘İşimiz var, botun var mı var, biri değiştirmiş işte senin yenileri eskileriyle, giy eskileri devam et, burası ana kucağı değil asker ocağı. Sahip çıkaydın malına. Hem burada böyle şeylere hırsızlık denmez, yer değiştirme denir’ dedi. Çocuk bir şey diyemedi tabi, sustu. Ben de tereddüt içinde kaldım. 7000 kişilik tugayda kimsenin önemseyeceği bir durum değildi içinde bulunduğumuz şartlara bakınca. Fakat tam o sırada kayıt kabulden sorumlu Yüzbaşı yanımıza geliverdi. Selam verdik. ‘Vukuat var mı çocuklar diye sordu? Ben de her zamanki doğrucu davutluğumla, ‘Komutanım bu yeni gelen askerin botunu gece kaldığı koğuşta eskisi ile değiştirmiş biri’ dedim. Yüzbaşı ‘Bir işi doğru yapamıyorsunuz, bir çocuğun botuna sahip çıkamıyorsunuz, ne suçu var bunun eski botla başlayacak askerliğine’ diye söylenince benim ağrıma gitti. Yüzbaşı dönüp arkasını gitti ama bu duruma canım çok sıkıldı.
Çocuğa tekrar sordum. ‘Sen hangi koğuşta kaldın gece?’. ‘Çavuş talimgahta’ dedi çocuk. Sonra ekledi. ‘Ben botumun içine isim ve soyadımın baş harflerini yazmıştım’. Yüzbaşının lafı içime oturduğu için olayı çözmeye karar veren ben, koşa koşa Yüzbaşının yanına gittim. Dedim ‘Komutanım bu çocuk çavuş talimgahta kalmış, yeni botlarının içine de isminin baş harflerini yazmış. Eğer çavuş talimgahtaki askerlerin botları kontrol edilirse, ayağında yeni bot olan varsa, içi kontrol edilip kimin çaldığı tespit edilebilir ‘. Yüzbaşı yanındaki telefonun ahizesini kaldırıp çavuş talimgahın komutanını aradı. ‘Komutanım dün gece sizin koğuşta kalan askerlerden birinin botu eski botlarla yer değiştirmiş’ dedi. Ayağında yeni bot olan askerlerin botlarını bir kontrol ederseniz, ben çocuğu çavuşla beraber gönderim, botları geri versinler. Hırsıza da cezasını verirsiniz’ dedi. Bir süre sonra telefon çaldı. Çavuş talimgahın yüzbaşısı arayıp botların bulunduğunu söyledi. Bizim yüzbaşı telefonu kapatıp, bana dönüp, ‘Çocuğu al, çavuş talimgaha götür, botlarını alıp gelin’ dedi. Ben Askeri aldım, çavuş talimgaha gittik. Yüzbaşıya selam verdim. Yüzbaşı çocuğa botları gösterdi.’ Bu mu senin botlar? diye sordu. Çocuk botların içine baktı, yazdığı harfleri görünce, ‘Bunlar Komutanım’ dedi. Komutan ‘Eski botları bırak, bunları al’ dedi. ‘Dışarı çıkıp kapının önünde bekleyin’ diye de ekledi. Biz dışarı çıktık. Ben o sırada botları kim çalmış olabilir diye düşünüyordum. Biz de acemiliğimizi çavuş talimgahta yapmıştık. Biz er olarak ilk geldiğimizde, başımızdaki çavuşlar içinde çok kaba, küfürbaz olanlar da vardı, çok güler yüzlü olup bizimle şakalaşanlar da. Bunları düşünürken, yüzbaşının odasına uzman çavuş, ayaklarında postal olmayan, siyah çorapları ile yürüyerek kolundan tuttuğu bir çavuşu getirdi. Bu çavuş, biz acemiyken bize en candan davranan en çok sevdiğim çavuştu. O anda anladım, botları onun değiştirdiğini. Birden içim ezildi. Kendi kendime nerden kurcaladım meseleyi, ne olurdu dedim eski bot giyseydi bu çocuk. Değiştirenin bu çavuş olduğunu bilsem çözmeye çalışır mıydım meseleyi diye düşündüm. Gözünde kırmızı kalın çerçeveli gözlükler olan, üstü başı düzgün, kibar, şakacı bir gençti bu çavuş. İçeri girdiler. Ben içerdeki konuşmaları kapının dışından duyabiliyordum. Önce bir iki nasihat etti Astsubay Başçavuş. Onu da tanıyordum acemilikten, çok efendi bir adamdı.
Askere iyi davranırdı. Ama bu sefer iş başkaydı. Yüzbaşı da odadaydı ama Astsubay Başçavuş konuşuyordu çavuşla. Nasihatlerden sonra, çavuş inkar etmeye çalışsa da, olay çok netti. Postalların içinde harfler yazılıydı. Ardından bir tokat sesi geldi. Benim içim iyice ezildi. Çocuk birşeyler söyleyecek oldu. Bir tokat sesi daha geldi. Astsubay Başçavuş ‘Oğlum biz size burada güvenemezsek, savaşta nasıl güveneceğiz’ dedi. Çocuk hala inkar ediyordu, özür dilemek yerine. Tokatlar da devam ediyordu. Her nasihatin ardından bir tokat sesi. Birkaç dakika sonra ben artık pes etmiştim, tamamen pişman olmuştum olayı araştırdığıma. Başımı öne eğmiş yere bakıyordum, üzgün üzgün. Fakat tam o sırada gözüme bir şey ilişti. Dışında beklediğim kulübenin kapısının kenarında bir örümcek ağı vardı. Ağa bir böcek takıldığını gördüm. Böcek ağa takılır takılmaz, örümcek hızla saklandığı yerden çıktı ve çok çabuk ve soğukkanlı bir biçimde büyük bir ustalıkla böceğin etrafını ağ ile sarmaya başladı. O kadar büyük bir maharetle, o kadar hızlı örüyordu ki ağını hiç acımadan. Bir anda kafam allak bullak oldu. Tam vicdan azabının ortasında iken, bir yandan içerden tokat sesleri geliyor, bir yandan da örümcek avını sarmalıyordu. Dedim bu nasıl bir tesadüf. Demek ki bizim aklımızı çok aşan, en ince detayına kadar düşünülmüş bir düzen var. Herşey olması gerektiği gibi yaşanıyor. Örümcek yapması gerekeni yapıyor, yoksa hayatta kalamaz; komutan da o anda yapması gerekeni yapıyor. Ben de belki yapmam gerekeni yapmıştım, vicdanım sızlasa da sonunda. Aklıma bir arkadaşımın dayısının, eniştesi için söylediği söz geldi. Arkadaşımın eniştesi avukattı ve ünlü markaların avukatlığını yapıyordu. Taklit ürünleri yakalatıp, toplattırıyordu. Dayısı, eniştesine; bir gün, ‘Cellat da lazım ama cellat olmamak lazım’ demişti. Bu söz üzerine çok düşünmüştüm. Peki kimse cellat olmazsa kötülere cezayı kim verecekti. İsmet İnönü’nün meşhur sözü var ya ‘ Bir memlekette namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça o memlekette kurtuluş yoktur’ diye. İşte tam da durum buydu, sadece iyilikle işler maalesef yürüyecek gibi değildi içinde bulunduğumuz dünyada.
Dayak yiyen çavuş bir noktadan sonra imalı bir şekilde Başçavuş’u tehdite başladı. ‘Bunun sivili var, babam sizin yanınıza bırakmaz’ gibi sözlerle. Fakat bunun sonucunda bir iki tokat daha yedi. Belki de Yüzbaşı bir iki tokatla ders vermek niyetinde oldukları askeri, tutanakla mahkemeye sevk etmeye karar verdi tehditler üzerine ve ‘Madem laf anlamıyorsun, kabul edip özür dileyeceğin yerde tehdit ediyorsun, o zaman askerliğin uzasın da gör’ diyerek noktayı koydu. Biraz sonra Başçavuş kapıdan bize görünüp, ‘Siz gidebilirsiniz ‘dedi. Ben de çocuğu alıp kayıt kabule doğru yürümeye başladım, gözümün önünde böceği saran örümcek, kulağımda tokat sesi, aklım karma karışık.