Soruyorum O Halde Varım

Merhaba Tunç Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhabalar. Nasılsınız? Öncelikle ailemden bahsetmek istiyorum. Memur bir ailenin ikinci çocuğuyum. Babam emekli deniz albayı ve annemde emekli öğretmen makine mühendisidir.  Çocukluğum, bir asker çocuğu olarak çok disiplinli ve her zaman okul dışında hafta sonları dâhil dershanelerde okuyarak geçti. Sırasıyla liseden sonra Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin askeri ve öğrenci şehri olan Gazimağusa’da bulunan Doğu Akdeniz üniversitesi İngilizce işletme fakültesinde okudum ve 2002’de üniversiteden mezun oldum. Yazmaya üniversite yıllarımda başladım ve İngilizce dilinde kompozisyonlar yazıyordum. Üniversiteden mezun olduktan sonra mezun olduğum lisans dalında yüksek lisans yapmak için Doğu Avrupa’nın eski Rus işgalinde yarım asırdan fazla kalan ve 1990'ların başında özgürlüğüne kavuşan Letonya’nın başkenti Riga’da işletme yüksek lisans programını Riga teknik okuluna bağlı Riya Yönetim okulundan 2005’da mezun oldum. İlk orada mezuniyet tezim olarak Letonya restoranları üzerinde işletme modeli tezimi kitap olarak yayındım. Daha sonra vatani görevimi 2006’da 6-1 bahriyeli er olarak tamamladım. 2007 ve 2013 arasında Rusya Saint Petersburg Şehri’nde Saint Petersburg Devlet üniversitesinde ekonomi doktorasına başladım, maddi ve sağlık nedenlerinden dolayı doktoramı bitiremeden Türkiye’ye dönüş yaptım. Sonra iş hayatım başlamış oldu. Evlendim ve iki tane dünyalar güzeli çocuğum oldu. Kısa demiştiniz biraz uzadı ve size söz veriyorum diğer sorulara kısa cevaplar vereceğim.

Tunç Kılınçel

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazmandaki amacım kendimi ifade etmeye çalışmamdan kaynaklanmaktadır. Çünkü sizde biliyorsunuz ülkemin vatandaşları, evlatları hanım efendileri ve beyleri biraz sabırsızdırlar. İş böyle olunca pek dinlemeyi sevmeyiz ve biri birimize kendimizi en doğru olarak sözlü ifade edemiyoruz çünkü birçoğumuzun karşımızdakinin düşüncelerini dinleyecek ne sabır var ne de karşısındakinin düşüncelerine saygısı var. Bu yüzden yazmaya ve düşüncelerimi yazarak ifade etmeye başladım. Çünkü biliyorum, daha fazla kişiye yazarak ulaşabileceğimi.  

Tanrı hakkındaki inanışı kökten değiştirmek amacıyla yazdığınız Karanlık Felsefe isimli kitabınız Türkçe ve İngilizce olarak Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Buda’nın bir sözü vardır. Rusya’da doktora programında okurken Ruhani Budist hocamın öğretmen Adjan Çatri’nin bu sözü bana zamanında dediği gibi; dün geçmişim olsun ben tarihim diyorum, bugün hediyem olsun yarın da sürprizim olsun. Bu sebepten dolayı, değerli okuyucularım ve entelektüellerin “Karanlık Felsefe” sürprizini bozmak istemiyorum. 

Tanrı’ya inanan bir insanı, Tanrı’nın olmadığına nasıl ikna ederdiniz?

Amacım birilerini ikna etmek değil ki. İnanmaya devam etsinler. Bir sorun yok…

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

O, bu beklemediğim çok güzel “sürpriz” bir soru oldu. Elif Şafak tabii de. Önce yazar hanımın Piç kitabını, sonra Havva’nın üç kızı, araf ve Firarperest kitaplarını okudum, aklıma gelenler. Evimde JJR Tolkein’in “Middle World”- Orta Dünya tam serisi, Akaşa yayınlarından en az bir kitabını 10 kez aldığım yüzde yüz düşünce gücü ve sonra MS 2150 gelmektedir, kısaca. Neden Elif Şafak? Çünkü güçlü bir kalemi var ve tam bir edebiyat idolü ve bayan Hero (Kahraman)’dur.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Öteki âlemler Kapısı Türkiye. Proje aşamasında gelişiyorum. Bekli Karanlık Felsefe devamı olan ikinci kitabı kalem alırım. 

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Lisede felsefe hocam bana şu öğüdü vermişti; eğer filozof olmak istiyorsan soru sormalısın. Sordukça öğrendim, öğrendikçe soruduğum sorularıma daha fazla cevapsız kalan sorular eklendi. Felsefede cevaplardan daha çok önemli olan soru sormaktır. Soruyorum o halde vardım. Lütfen soru sormaktan çekinmeyin. Sordukça öğreniyorsunuz gelişiyorsunuz…

Yazmak İçin Sevmek Gerekir

Merhaba Kazım Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

1966 yılında Elazığ'da dünyaya geldim. İlkokul ve lise eğitimimi Elazığ'da tamamladım. İnönü Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi Makine Bölümünde üniversite eğitimine başladıktan sonra Fırat Üniversitende bu bölümü tamamladım. 1989 yılında cezaevinde idare memuru olarak göreve başladım. Halen müdür olarak çalışmaya devam etmekteyim.

Yazar Kazım Kaya

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Üniversite hayatımda sosyal anlamda meraklı ve öğrenmeyi arzulayan bir yapım vardı. Gittiğimiz pek çok toplantı olurdu. Bu toplantılara gelerek konuşmacı olarak katılan yazarları dinleyerek bu yolculuğa çıktım diyebilirim. Bununla birlikte üniversitede edebiyat hocamın teşvikleriyle, gazetelerde yayınlanan romanları okurdum. Bahsettiğim bu birikimler benim yazma serüvenimi başlatmış oldu.

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

İlk desteği üniversitedeki edebiyat öğretmenimden gördüm. Süreç içerinde gerek okuyucularım gerek ise yakın çevrem bana bu konuda destek oldu.

Otuz yıllık cezaevi müdürlüğü tecrübenizin ürünü olan ve birbirinden ilginç anılardan oluşan “Gölge Hayatlar” kitabınızın ilki çok beğenildi ve ikincisi Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Otuz yılın şaşkınlığını, hayal kırıklığını, hüzünlerini, acılarını, ağlanası halimize acı gülümseyişlerimizi bulacaksınız. Bazen güldüren, bazen düşündüren bu olayları okudukça merakınız daha da artacak.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Yedi Güzel Adam  Necip Fazıl Kürek. Tarihi eserlerde Yılmaz Öztuna'nın Türk Tarihi ve gençlimizde yayınlanan fikir dergileri.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Bu yolculuğa tabii ki yeni kitaplar eklenecek. Yakın zamanda yine çok sevecekleri bir kitapla okuyucularımın karşısına çıkacağım.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Yazmak için sevmek gerekir.

Her Okurun Bir Şairlik Yönü Olmalı

Merhaba Mustafa Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Adım Mustafa Başıbüyük. Adımı ben koymadım. Ailem koydu. Adım Peygamber efendimizin adıdır. Atatürk'ün adıdır. Adımı hep sevdim, çok sevdim. Yaşıma gelince; şair H. Şahin "Ölüp gideceğim günün birinde, Yaşımı sormayın yaşamadım ki.’’  demiştir. İlk, orta ve liseden sonra, Akçadağ Öğretmen Okulunun fark dersleri vererek öğretmen oldum. 1973 Yılında İstanbul-Gazetecilik’ten mezun oldum. Öğretmenliği tercih ederek, Türk Milli Eğitimine 43 yıl hizmet ettim. Çocuklara hizmeti ibadet bildim. Görevi kutsal kabul ettim. Hayvanlarla, bitkilerle aram çok iyiydi. Onları çok sevdim. Onlar da beni sevdiler eminim. Tabi insanları da çok sevdim. Fakat insanların sevgisinden hep şüphe ettim, annem hariç. "Beni annem kadar kimse sevmedi. Annemi benim kadar kimse sevmedi.’’ derim. İnsanlara olan olan sevdam, hep platonik kaldı. Son bir şey; çok aşık oldum, hiçbirini söyleyemedim.

Mustafa Başıbüyük
Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?
Yazım yolculuğum bebekken başladı. Çok ağladım, çok ağıt yaktım. Okur yazar değildim, yazıp belgeleyemedim. Çocukları çok sevdim, onlara şiirler yazdım. Atatürk'ü çok sevdim, atamıza şiirler yazdım. Vatanımı, bayrağımı, şehitlerimizi çok sevdim, onlara şiirler yazdım. İnsanlarımızı, köylülerimizi çok sevdim, onlara şiirler yazdım. Maraş'ı çok sevdim, Maraşa şiirler yazdım. "Beni Maraş ettiler Maraş'ı ben ettiler. Bu bir kara sevdaymış, bırakıp da gittiler’’ 

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Eski kitaplarımın yayınlanmasında, kendi göbeğimi kendim kestim. 1970 ve 1980'li yıllardı. Hala yeni yeni baskıları yapılıyor. Son üç kitabımın (Yağmur Ormanları, Yalnız Ardıç, Çiğdem Yağmurları) yayınlanmasında  değerli dostum eğitimci şair yazar bestekar Celalettin Kurt'tan teknik destek aldım, sağolsun. Bu süreçte değerli yayınevim Alaska Yayınları'na da teşekkür ederim.

Sizce şiir nedir? Şiirde olmazsa olmaz dediğiniz öğeler var mı?

Şiir, M.Ö.2285-2250 yıları arasında yaşamış, Akad  kralı Tashlutum'un kızı Enheduanna’nın dizeleriyle  ilk kez tarih sahnesine çıkan, yine M.Ö. 750-700 yıllarında yaşamış Homeros'la devam eden, 18. Yüzyıl mutasavvıflarından Mevlana Celalettin Rumi ile Yunus Emre'nin samimi ifadeleri ile özdeşleşen sihirli dizelerdir. Şiirin milliyeti yoktur. Şiir evrenseldir. Şiir Rabindranath Tagore, Charles Baudelaire, Kipling’tir. Şiir Ahmet Haşim’dir, Yahya Kemal’dir. Şiir aşktır, sevdadır, ekmektir, aştır, sudur, özgürlüktür. Ben şiir yazarken hep özgürlüğü tercih ettim. Serbest şiirde olmazsa olmazım hep özgür yazmak, özgür duygunun özgür kalemle armonisini sağlamaktır.

Şairlik sizin için ne ifade ediyor? 

Şair gerçeklerin habercisidir. Şair duygunun elçisidir. Şair askların efendisidir. Şairin kaleminde hayat bulan dizeler, bir duygudan, başka bir aleme esen hisler yelidir. Şairlik duyarlılıktır, sevdadır, hatta kara sevdadır. Özellikle eğitim görevlerinde çalışan öğretmenlerden çok sayıda şair çıkmıştır.

Seçilmiş şiirlerinizin yer aldığı Çiğdem Yağmurları, Yağmur Ormanları ve Yalnız Ardıç kitaplarınız Alaska Yayınları’ndan çıktı tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Ben şiirlerimin okurlarımızın ufkunu açacağına inanıyorum. Benim şiirlerimi okuyan bir okurumun "Ben de yazacağım, ben de şair olacağım" demesi halinde, bu benim gururumdur, bu benim özlemimdir. Halen üzerinde çalıştığım bir kitap var. Kızımla beraber, hazırlıyoruz. İçinde 30 civarında bestemiz var. Kitap öğrencilere yönelik planlanmakta. Konusu Türk ve dünya şarkıları, türküleri, marşlar ve bu bestelerin öyküleri. Ayrıca dünya klasikleri. Hayalim bu müzik kitabının, geniş bir Öğrenci kitlesine  ücretsiz olarak ulaşması olacak. Umarım başarırım Umarım gerekli desteği bulurum.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Başucu yazarım Homeros'tur. Homeros'un İlyada ve Odysseia eserlerini sık sık okurum. Charles Baudelaire'nin Kötülük Çiçekleri, Edgar Alan Poe’nin Tomerlane ve diğer şiirler ile Anabel Lee isimli eserleri, Rabindranath Tagore'nin Sessizlikte Yıka İçimi, Gitanjali İlahileri ve Sevgi Bahçesi eserleri, Rudyard Kipling'in. Adam Olmak ve Eğer isimli eserleri hayatıma yön veren, döne döne okuduğum yapıtlardır. Ahmet Haşim'i sevdim ve okudum. Yahya Kemal'i, Nazım Hikmet'i, Atilla İlhan'ı sevdim ve okudum. Kemalettin Kamu'nun "Bingöl Çobanlarını" ve "İzmir'e Tahassür’’ Cahit Sıtkı Taranca'nın "Memleket isterim" Sezai Karakoç'un "Ey Sevgili’’ Necip fazıl Kısakürek’in ‘’Şarkımız’’  ve "Anneciğim" ile "Biter" ve "Veda" Faruk Nafiz Çamlıbel’in "Çoban Çeşmesi" ile "Han Duvarları" Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın "Şam-ı Gariban"’ ile "Uçan Kuşlar" isimli şiirlerini çok sevdim, döne döne okudum. Fakat Rıza Tevfik Bölükbaşı'nın sadece sanatını sevdim.. Siyasi hayatını  tasvip etmedim ve asla sevmedim. Sonunda affedildi, ıslah oldu ama ne kıymeti var...

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Üzerinde çalıştığım üç kitabım var. İlki basılmamış eski şiirler ve yeni şiirler. İkincisi bir hikaye kitabım var. Son olarak, kızımla birlikte evrensel şarkı, türkü marşlarla, kendi bestelerimizden oluşan öğrenciler için Müzik kitabı.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Okuyucularımı seviyorum. Daha kalabalık bir okuyucu kitlesine ulaşmak istiyorum. Bence her okurun bir şairlik yönü olmalı. Çünkü şiir yazmayanlar da şiir okumakta. Çünkü insanlar kitap okumayı sevmekte. Napolyon; "Para para para." demiş yanlış. Bence; "Oku, Oku, oku." demeliymiş.

Şiir Duyguların Gölgeli Kelimelerle Dışa Vurumudur

Merhaba Mustafa Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Kahramanmaraş doğumluyum, 12 yaşlarında görmemi kaybettim ve ortaokulda körler okulunda eğitimime devam ettim. Yabancı dil ağırlıklı bir liseden mezun olup, İngilizce öğretmenliği bölümünü okudum (Uludağ Üniversitesi), 2010 yılından beri İngilizce öğretmenliği yapmaktayım. 

Yazar Mustafa Ağcan

Sizce şiir nedir? Şiirde olmazsa olmaz dediğiniz öğeler var mı?

Bana göre şiir, kıyıda köşede kalmış, kalbi sızlatan duyguların, gölgeli kelimelerle dışa vurumudur. Şiirde olması gereken unsurların başında, her okuyuşta farklı anlamlar çıkarılabilecek bir tekniğin yer almasıdır. 

Şairlik sizin için ne ifade ediyor? Öykü, deneme tarzında yazılar da yazıyor musunuz?

Şairlik benim için, dizelere işlenen, gölgede ayrı, güneşte ayrı güzelliklere bürünen bir birikimi ifade ediyor. Zaman zaman yazdığım öykülerim ve denemelerim mevcuttur ama henüz basım aşamasında değildir malesef.  

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Ülkemizde, görme engellilerle  alakalı genel olarak sorulan ve merak edilenlerin bir cevabı olarak başladı yazma yolculuğum. Bu yolculuğa benzer olanlar elbette oldu ama ülkemizde ilk defa, görme engelli bir insan kendi hayatını, psikolojik dünyasını ve felsefi dünyasını anlattı benim kitaplarımda. Bu yolculukta, başta ailem olmak üzere, öğretmenlerim ve arkadaşlarım hep destek oldular bana. Yazmayı bırakmayı düşündüğüm anlarda dahi, beni güdülediler. 

Görme engelli bir yazar olarak eserlerinizi nasıl kaleme alıyorsunuz? Sizin gibi engelli yazar adaylarına tavsiyeleriniz nelerdir?

Eserlerimizi, bilgisayar yardımıyla kaleme alıyoruz. Bilgisayarlarda bulunan, ekran okuyucu yazılımı yardımıyla yazıyoruz. İç dünyasını, sahip oldukları özellikleri ve aktarmak istediklerini başka dünyalara yansıtmak  isteyen arkadaşların, bu yolculuğa kesinlikle katılmalarını öneriyorum. Kendi satırlarını, başka insanların çizgisinde görmek çok hoş bir his.

Uğultu isimli şiir kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı. Tebrik ederiz. Kitabınızda şiirseverleri ne tür şiirler bekliyor? İpucu verir misiniz?

Muhtelif şiirlerin yer aldığı Uğultu adlı kitabımda, dış dünyayı gözleriyle değil de, beyniyle görmeye çalışan bir insanın, hayata dair tespitleri,  iç dünyasında yer alan çalkantıları, özlem, hasret, acı ve daha birçok duygu yer almaktadır.

Başucu yazar, şair ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Küçüklüğümden beri, elime geçen her tür kitabı okuduğum için, bütün kitaplar benim için ayrı ayrı öneme sahiptir ve farklı dünyalara yol açar, fakat şiir konusunda Mehmet Akif, üslup konusunda ise Necip Fazıl benim için daha ayrı bir öneme sahiptir.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Şu an üzerinde çalıştığım bir aile dramı kitabım var. Eşi gören, fakat kocası görmeyen bir çiftin hayatını anlatıyorum. Buna ek olarak, Görünenin Ötesinde ve Kızıl adlı kitaplarımın devamı niteliğinde olacak, üçüncü kitabım da projelerim arasındadır.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Okuyucularıma tavsiyem, okumayı hayatın her köşesine yazsınlar, çünkü gözden kalbe yansıyan satırlar, hem kalbi, hem de beyni besler. Kalbin ve beynin yeterince beslendiği bir beden, hayata her zaman olumlu bakar ve mutlu olmayı başarır.

Kitapları Terk Edip Çağa Teslim Olmayın

Merhaba Can Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

1982 yılında İstanbul’da, şanslı olarak kütüphanesi olan bir evde doğdum. Okumayı sökmem dahi eve giren dönemin mizah dergileri sayesinde gerçekleşti. 90’lar ve 2000’lerin politik atmosferinde, epey çalkantılı yılların içinden geçerek  bugünlere sağ salim gelebildim. Akdeniz Üniversitesi Turizm İşletmeciliği bölümünü bitirsem de sektördeki insan kumaşı ve yoğun emek istismarını görerek sektörden profesyonel anlamda uzak durdum. Bunun yerine turistlere el emeği ürünler sattığım bir gelir modeline geçtim. Böylece hem sektörün sömürü çarkına ortak olmamış oldum, hem de kendi işimi yaparak zamanımı yönetebilen bir noktaya gelip kendimi özgürleştirdim. Gezi isyanının akabinde, 2013 sonlarına doğru  Asya maceram başladı. Ve tabii ki yazı maceram da…

Gezgin Can Erkan

Her gezginin bir yola çıkma hikâyesi vardır. Sizi yollara düşüren hikâye nedir?

Beni yollara düşüren şey, Türkiye’nin Gezi sonrası içinden geçmekte olduğu sosyal-politik durum oldu. Günümüzde tartışılmakta olan beyin göçünün ilk dalgası Gezi sonrasında başladı. Ülkenin nahoş koşulları ve içimde her daim var olan macera ruhu bir araya gelince kendimi yollara vurdum. İyi ki de bu maceraya açılmışım. Şu hayatta ardımdan bir ürün bırakmama vesile oldu.

Uzun yıllar Güneydoğu Asya’da yaşadınız. Seyahat ve yaşam notlarınız asyapolitik.com üzerinden binlerce okuyucuya ulaşıyor. Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi gezdiğiniz ülkeleri yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Asya’da yola çıktığınızda kendiniz gibi binlerce sırt çantalı gezgin (Backpacker) ile karşılaşıyorsunuz. Bu gezginlerin ellerinde, kitapçılarda, kaldıkları hostellerde “Lonely Planet” isimli rehber kitapçıklar gördüm. Avustralyalı gezgin bir çiftin hazırladığı bu rehber kitapçıklar ufkumu açtı, konuları ele alışları hoşuma gitti. Hem gezilip görülebilecek lokasyonlar detaylıca anlatılıyordu, hem de o ülkeye dair politik ortam, tarih , kültür işleniyordu. Bunun Türkçesini yapma hevesiyle blogger’lığa başladım. Bilgisayarım bile yoktu, ekranı kırık bir İphone4’ten bloglarımı yazmaya başladım. Bu kadar uzun yazıların telefonda nasıl hazırlanabildiği bazı okuyucuları şaşırtıyordu. İlerleyen yıllarda aldığım laptop ve Türkiye’de ailemden istediğim Türkçe klavye sayesinde daha rahat koşullarda yazabildim. Türkiye’ye geri dönüşümle birlikte bu yazıları kitap formatında bir araya getirme fikrine yoğunlaştım. 

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Açıkçası yola çıkarken Phuket’te yaşayıp beni Asya’ya ilk davet eden çocukluk arkadaşım Fırat dışında kimseden bir destek almadım. Zaman içinde Asya’daki Türk komünitesi ile tanıştım, güzel dostluklar edindim. Uzun yıllar yaşadığım Kamboçya’da, özellikle zorlu pandemi yıllarında hem çok fazla Türk’e destek oldum, hem de destek aldığım dostlarım oldu. Her anlattığımda dostlarım tebessüm ederler; Asya’ya 1300 dolar ile gidip 300 dolar ile geri döndüm. Dokuz yılda zararım 1000 dolar.

Dokuz yıl yaşadığınız Tayland, Vietnam, Kamboçya ve Laos'tan, tarih ve günümüz arasındaki diyalektik bağı koruyarak sosyo-politik gözlemlerinizi paylaştığınız Güneydoğu Asya Rehberi isimli eseriniz Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Çok teşekkürler. Güneydoğu Asya (özellikle Tayland) hem yıllardır turistik olarak Türk insanının odağında, hem de bölgenin politik geçmişi Türkiye’deki geleneksel sol okuyucunun ilgisini çekmekte. Anlattığım dört ülkenin ikisinde,  dünya üzerinde az sayıda kalmış olan Komünist parti iktidarları mevcut. Kamboçya ise Kızıl Khmer iktidarı nedeniyle kanlı ve enteresan bir tarihe sahip. Bu kitap hem gittiğiniz ülkelerin tarihini, kültürünü, bugünkü siyasi ve ekonomik yapısını anlatıyor, hem de bir gezi rehberi vasfıyla turistik destinasyonlardan haberdar ediyor. Bölgede uzun süre yaşamış biri olarak, sıradan bir gezginin ulaşamayacağı ilginç bilgileri okuyucu ile paylaştım. Bilhassa Vietnam Savaşı’nı merak edenler için eşsiz bir kaynak oldu. Zira Vietnam yazısını hazırlamak bir senemi aldı, çok emek verdim. Kitabın basımı için ona yakın yayınevi ile kontağa geçtim. Bana tek olumlu dönüş yapan, daha önce bir gezi kitabı basmış olan Alaska Yayınları oldu. Kendilerine bu vesile ile tekrardan teşekkür etmek istiyorum.

Başucu gezgin, yazar ve kitaplarınız nelerdir? Gezginlerin, yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Daha önce de bahsettiğim Lonely Planet serisini gezi rehberi olarak tek geçerim. Zira yazarlık serüvenine atılmamda etkisi oldu.  Türkiye’de en çok  feyz aldığım yazar Hakan Günday ve onun yer altı edebiyatı eserleri oldu. Dünya romancılarından ise insan psikolojisinin derinliklerinde dolaşan Dostoyevski favorim. Çocukluk yıllarımda kitap okumayı bana sevdiren Jules Verne’i de unutmayalım.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Latin Amerika seyahati için kendimi motive etmeye çalışıyorum. Kim bilir belki bir gün Güney Amerika Rehberi de yazarım.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Okumak insanı derinleştirir. Sosyal medyanın insanın odağını tarumar ettiği, insanı yüzeyselleştirdiği çağımızda kitapları terk etmemek çok önemli. Okuyun, yazın, çizin. Çağa teslim olmayın!

Yazmak Benim İçin Araç Değil Gönül İşidir

Merhaba Hatice Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Kahramanmaraş’ın Andırın ilçesinde doğdum. Eskişehir Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü mezunuyum. Halen İstanbul Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Çocuk Gelişimi bölümünde eğitimime devam ediyorum. İki çocuk annesiyim. Kahramanmaraş’ta ikamet ediyorum. Şiir, deneme, öykü ve yazılarım  Alkış, Edebiyatın Başkenti dergilerinde ve Maraş Fısıltı Haber sitesinde yayımlandı; hâlihazırda Düşeyaz Edebiyat Dergisi ve Adana Muhalif Haber Sitesi’nde yazmaktayım. Yazılarımda toplumun kültürel dokusuna dikkat ediyorum, şiirlerimde daha çok hasret, umut, sevgi ve aşk gibi temaları işlemekteyim.

Yazar Hatice Güzel

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Öncelikle yazmaya bir haber sitesinde köşe yazılarıyla başladım. Aradan bir kaç yıl geçtikten sonra, bir sanal derginin imtiyaz sahibi; “Hatice hanım sizi dergimiz de görmekten mutlu oluruz” demesi üzerine uzunca bir süre hem haber sitesinde hem de dergi de gündem yazıları yazdım. Zaman zaman dergiye şiirler de gönderdim.  İlk kitabım “Karanlıktaki Çığlık” (Deneme) 2021 yılında okuyucularıyla buluştu. Sonraki yıllarda “Bedel” (Hikâye) “Ciğerimin Sızısı”(Deneme) “Karanlıktaki Çığlık” (öykü) gözden geçirilmiş ikinci baskısı ve “Âşık Hüseyin Topal” (Biyografi) kitaplarım okuyucularına kavuştu. Her kitabımda ayrı bir heyecan duydum. Ben bu heyecan ve mutluluğu, çocuklarımı ilk kucağıma aldığım zaman duyduğum heyecan ve mutluluğa benzetiyorum. Çünkü o an ki duyguları her kitabım baskıya girdiğin de ve baskıdan çıktıktan sonra yaşıyorum.  Kitabımı elime aldığımda bir çocuğum daha dünyaya geldi diyorum ve kitabımın sayfalarını açıp kokluyorum. Doğumdan sonra bebeğimi ilk kucağıma alıp öperek kokladığım gibi kitabımın sayfalarını açıyor sarılıyorum ve Yaradan’a şükür ediyorum.

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

İlk yazma önerisini değerli arkadaşım, aynı zaman da yazmama vesile olan Gazeteci-Yazar Ali Keklik beyefendidir. Bana “Köşe yazısı yazmayı hiç düşündünüz mü?” dediğini dün gibi hatırlıyorum. İmtiyaz sahibi olduğu haber sitesinde uzun bir süre köşe yazarlığı yaptım. Yazma serüvenime vesile olduğu için Ali Keklik Bey’e teşekkür ediyorum. Bu yolculukta her daim yanım da olan ve desteklerini esirgemeyen kıymetli hocam; (Mehmet Memdoğlu müstear ismiyle yazan) Mehmet Feti Ceylan Bey’e teşekkürü bir borç biliyorum. Menzili görünmeyen uzun yolculukta donanım ve engin bilgilerinden istifade ediyor, önümüze çıkan ve çıkma ihtimali olan engelleri bu minvalde aşmaya çalışıyoruz. Aynı zaman da kitaplarımın editörlüğünü yaptıkları için kendilerine ayrıca teşekkür ediyorum. Yolumuz uzun ve çetrefilli. Çetrefilli yolda emin adımlarla hedefimize doğru ilerliyoruz.  Her ne kadar dışarıdan engel ve problemler yokmuş gibi görünse de hedefimize odaklı bir şekilde yolumuza devam ediyoruz. Elbette ki henüz yolun başındayız. Menzil ırak, yol uzun;  yolcu yola baş koymuş bir meftun.

Kahramanmaraş Andırın ilçesi ve çevresinde, kaybolmaya yüz tutmuş âşıklık ve ozanlık geleneğinin temsilcisi ve kültür elçisi Âşık Hüseyin Topal’ın yaşamını anlattığınız biyografi kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Âşık Hüseyin Topal’ın yaşamının anlatıldığı biyografi kitabım Alaska yayınlarından çıktı, evet. Öncelikle İsrafil Bey’e, sayfa düzeni, kapak tasarımı için emeği geçenlere ve tüm Alaska yayınları çalışanlarına nitelikli ve titiz çalışmaları için teşekkür ediyorum. Kitabımda okuyucuları büyük sürprizler ve ters köşe bilgiler bekliyor. Özellikle kimlik bilgilerindeki ters köşe bilgilerin gerçekliği karşısında okuyucular şaşıracak aynı zaman da meraklarını gidermek için kitabı hemen bitirmek isteyecekler... Ayrıca o zamanın koşullarına rağmen 1960’lı yıllardan sonra köyde bulunan bütün gençlerin ve köy halkının eğitime ne kadar önem verdiklerini, gelişime açık bir köy olması, dünya görüşlerinin o tarihlere nazaran gelişmiş olması, günümüz bireylerinin kendini sorgulamasına vesile olacaktır.  Sevgili okuyucularımız “Âşık Hüseyin Topal” kitabını okuduklarında, o zamanki pratik zekâ ile günümüzün teknik zekâsını mukayese etmelerine olanak sağlayacaktır. Her ne kadar teknik zekâ ile tanışılmamış olsa da pratik zekânın nimetlerinden faydalanılmıştır. Yaşadığı dönemin imkânsızlıklarına rağmen Âşık Hüseyin Topal’ın 1978 yılında TRT ye girmek için gösterdiği çabaya okuyucular ilk kez şahit olacak.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Herkes gibi benim önceliğim insana ve insanlığa dair katkılar sunan nitelikli edebi eserlerdir. Özellikle Türk edebiyatının klasiklerini ve dünya klasiklerini zevkle okuduğum gibi günümüz yazarlarını okumayı da ihmal etmiyorum. Okuduğum her klasik eser, hem düşünsel hem de manevi doyum sağlıyor. Günümüzde popüleritesi yüksek yazarlar revaçta olsa da ben, nitelikli edebi eserlerin hak ettiği değeri elbet bir gün göreceğine inanıyorum... Şuan ki konumumu küçük yaşlardan itibaren kitap okumama borçluyum.  Bilginin ve bilgeliğin yolu okumaktan geçer. Hedeflerime ulaşmak için kitap okumayı ihmal etmiyorum. Hedefimize giden yolda ilerlemek okuduğumuz kitaplardan çıkaracağımız sonuçlar değil, kitabın hayatımıza kattığı değişimle mümkündür. Bu değişim hayatımızdaki en güzel zenginliktir.  

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Üzerinde çalıştığım iki dosyam var. İlk olarak okuyucularımın bir kaç yıldır beklediği dosyaya öncelik vereceğim. Ne zaman bir gönderi paylaşsam takipçilerim yorumlarına “şairem” diye başlıyor. Bu da bize okuyucuların bir şiir çalışması beklediğini ortaya koyuyor.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Yazmak Yaradan’ın bahşettiği en büyük ayrıcalıktır. Bana yazmayı nasip eden Rabbim’e şükürler olsun. Yazmaya başladığım ilk kitabım “Karanlıktaki Çığlık” tan sonra “Bedel” “Ciğerimin Sızısı” “Âşık Hüseyin Topal” biyografisinden sonra yaşamım süresince kaç eser yazacağım bilmiyorum. Lakin elim kalem tuttuğu müddetçe yazmaya devam edeceğimi çok iyi biliyorum. Hedeflerimiz ve projelerimiz doğrultusunda emin adımlarla her şeye rağmen edebiyata gönlümü koydum. Yazmak benim için araç değil, gönül işidir. 

Deniz Boyraci: Başınıza Sırça Köşk Kurdurtmayın

Bu ay ki kitap yolculuğumuza  Sabahattin Ali'nin Sırça Köşk isimli kitabı ile devam ediyoruz. Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “Burası benimdir” diyen ve buna inanacak kadar saf olan insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun ilk kurucusu oldu. O zaman biri çıkıp, çitleri söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da insanlara “Sakın dinlemeyin bu sahtekârı. Meyveler herkesindir. Toprak hiç kimsenin değildir. Ve bunu unutursanız mahvolursunuz” diye haykırsaydı, işte o insan, insan türünü, nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden kurtaracaktı.

Deniz Boyraci: Başınıza Sırça Köşk Kurdurtmayın

Eserde; Sabahattin Ali için bahsi geçen toprak parçası belki de bu sırça köşktür. Hikayede; Kendi kendisine yetebilen ve halkının mutlu olduğu birbiriyle anlaştığı bir şehre üç yabancı gelir. Bu üç yabancı ellerinden bir iş gelmeyen avarelerdir. Şehirde onlar gelmeden önce her şey yolundadır. Şehre girerler ve halka neden bir sırça köşklerinin olmadığını sorarlar. O güne kadar bir eksikliklerinin olduğunu düşünmeyen halk üç gencin şehrin içinde gezip insanlara neden sırça köşklerinin olmadığını, tüm büyük şehirlerde sırça köşkün olduğunu söylerler. Sonunda bir köşk yapmanın şehirde olan eksikliği gidereceğine kanaat getiren şehirliler bu köşkü inşaa etmeye karar verir. İşte şehrin bütün hikayesi ihtiyaçlarının olmadığı bu sırça köşkün inşasına karar vermeleriyle şekillenir. Daha sonra köşkü gittikçe büyütürler. Sırça köşkün ihtiyaçları giderek artar, oraya giren hazır yemeye alıştığından oradan ayrılmak istemez, dışarıda kalanlar da oraya girmeye çalışırlar.

Sırça köşk giderek halka yük olmaya başlar. Halk, üç uyanık arkadaşa sorular sorar, bu sorulara uygun birer bahane  uydurulur ve halk kandırılmaya devam eder. Günden güne halk sırça köşkün sonsuz talepleri sonucunda fakirleşir. Sırça köşkün ihtiyaçları karşılanamadığında, sırça köşktekiler zora başvurur. Halkın yiyeceğini, içeceğini zorla alır, itiraz edenleri sırça köşkün bodrumuna kapatırlar. Halk bu beladan kurtulmaya çalışmaz, sırça köşkün adamları da köşkün hiçbir kuvvetin yıkamayacağı kadar sağlam olduğu düşüncesini yayarlar, safları inandırır, inanmayanları hile ve zorla sustururlar. Hikayenin başı hikayenin sonuna doğru unutulur sanki halk sırça köşk sayesinde varmış gibi yutturulmaya çalışılır. Zamanla halkın vereceği bir şey kalmaz. Son koyunlarını da bir emirle getirirler. Bu durumda halkın artık korkmayacağını bilen üç tembel arkadaşın elebaşını sesini yumuşatarak halk için yaptıkları fedakârlıkları anlatır. Öyle bir anlatılır ki amaç hep sırça köşkün ne kadar gerekli ne kadar vazgeçilmez olduğudur. Sabrı taşan halka karşı getirdikleri koyunların hepsini yemediklerini bir kısmını halka geri vereceklerini büyük bir fedakarlık gibi açıklarlar. Sanki koyunlar halktan alınmamış gibi lütfederler. Sonra koyunların sadece kellelerinin halka dağıtılması emredilir. Kelleler dağıtılır. Halk  bakar ki kellelerin beyni yok. Kellelerin dili ve gözü de yoktur. Kellelerin beyin, göz ve dillerinin olmayış nedenini sorduklarında "Siz onları ziyan edersiniz" cevabını alırlar. Yani yüksekte halktan, halk sayesinde yükselen o sırça köşktekiler halkı aşağı görür. Öyle bir aşağı görmedir ki bu halka hiçbir işe yaramayan kafa tasları layık görülür. 

Ve halka 'Siz konuşmayan, görmeyen, duymayan boş  kafalar olun 'mesajı  verilir.

Ama halktan biri "bana böyle başın lüzumu yok" diye kelleyi sırça köşke  fırlatınca sırça köşkte bir delik açılır. Sağlamlığı, yıkılmışlığı, gücü, köklülüğü temsil eden o köşkte bir delik açılır. İşte devrim o saraylarda ilk deliği açan ve sarayların çürümüşlüğünü halka gösteren ilk isyandır, ilk cesarettir. Böylece birbirinin ardı sıra halka reva görülen kuru kafalar sırça köşk duvarlarına isabet eder. Herkes elindeki kelleyi fırlatınca, sağlamlığına inanılan köşk tuzla buz olur. Halk normal yaşayışına döner.

Maalesef sıklıkla karşılaşılan bir durum bir zümrenin  iktidar hırsı ve onun yıkıcı  sonuçları halkı  hep yoksulluğa  ve savaşlara sürüklemiştir. Küçük  bir iktidar grubunun kendi çıkarları  uğruna  yapamayacakları çirkinlik yoktur. Bu küçük grupların halkı  bu şekil  sömürmesine  izin vermemek için; Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde  böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuz buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter.  Sabahattin Ali usta kalemi ve öngörüsüyle  1940larda günümüzde de yaşanan  kaosu ve iktidar belasını sırça köşkün masalında vermiş. Bugün Türkiye de  belki  sırça  köşk değil  ama sırça  saray kurulmuş. Erdoğan  ve etrafındakiler  Sırça  Saray hikayesiyle 2023 e doğru  giderken halkın  eline dili gözü  beyni çıkarılmış  boş  kelleler tutuşturuyor.

Birilerinin  saray duvarına   kelle fırlatması  onları  kan emici olmaktan çıkaracaktır bunun çoktan  zamanı  geldi ve geçiyor  duvarlarına  açılan  gedikleri  büyütüp sarayı beslemekten vazgeçilmelidir. Bu ülkenin tüm vatandaşları ülke kaynaklarından  eşit yararlanırsa, demokrasi  adalet ve özgürlükler ile huzur gelecektir. 'Biri yer biri bakar kıyamet ondan kopardı ya' işte o kıyameti  koparmanın  zamanıdır. 

Halkın  gücünün açığa  çıkması için  uyanmak lazım  Demokratik güçlerin birliği  ve akılcı  yönetimlerle bu mümkündür. Ama Siz siz olun Sakın tepenize bir sırça köşk kurdurmayınız. Ama günün birinde böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu da sanmayın. Bu Sabahattin Ali'nin arzu ettiği bir durumdur. O böyle yaşanılan bir dünya, bir ülke, bir düzen aramakta, bunun özlemini duymaktaydı.

SABAHATTİN ALİ KİMDİR?

Sabahattin Ali 25 Şubat 1907'de Eğridere'de doğdu. 2 Nisan 1948, Kırklareli'de vefat etti. Türk yazar ve şairdir. Edebi kişiliğini toplumcu gerçekçi bir düzleme oturtarak yaşamındaki deneyimlerini okuyucusuna yansıttı ve kendisinden sonraki cumhuriyet dönemi Türk edebiyatını etkileyen bir figür hâline geldi. Daha çok öykü türünde eserler verse de romanlarıyla ön plana çıktı; romanlarında uzun tasvirlerle ele aldığı sevgi ve aşk temasını, zaman zaman siyasi tartışmalarına gönderme yapan anlatılarla zaman zaman da toplumsal aksaklıklara yönelttiği eleştirilerle destekledi. Kuyucaklı Yusuf (1937), İçimizdeki Şeytan (1940) ve Kürk Mantolu Madonna (1943) romanları Türkiye'deki edebiyat çevrelerinin takdirini toplayarak hem 20. yüzyılda hem de 21. yüzyılda etkisini sürdürdü. 

Hayatının son yıllarında Türk milliyetçileriyle yaşadığı tartışmalarla da öne çıktı, özellikle Türkçü-Turancı yazar Nihal Atsız ile yaşadığı gerilim giderek artarak Irkçılık-Turancılık davasının bir parçası oldu. Bu dönemde Aziz Nesin'le beraber çıkardığı Markopaşa dergisinde siyasileri eleştirmesi yüzünden çeşitli davalarla uğraşmak zorunda kaldı. Hakkındaki davaların aleyhinde seyrettiği bir dönemde Türkiye'den ayrılmak istedi ve Bulgaristan sınırını geçmek isterken kendisine kaçma girişiminde rehberlik eden ve Sabahattin Ali'nin kendisine yardım eden bir  arkadaşı olduğuna inandığı Ali Ertekin tarafından milliyetçi gerekçelerle öldürüldü.

Hülya Cabi: Sesimi Duyan Var mı?

Hülya Cabi: Sesimi Duyan Var mı?

Enkaz altındayım artık,

Gücümde yok, kaçacağım yerde

En büyük korkum dar alan ve karanlık

Yanımda biri yokken hep tedirgin olurum


Dışarıda sesimi duyan var mı?

Sevdiklerim yaşadığımdan haberdar mı

Yada onlar da yaşıyor mu

Onlar benden ses bekliyor,

Ben de onların sesini duymuyorum


Önceden de duymuyordu kimse sesimi,

Asla kabullenemezdim adaletsizliği

Haksızlıklara baş kaldırırken beni,

İtaat etmediğimden suçlayan düzeni

Dışarıda sesimi duyan var mı


Çürük binaların kimi demirinden çaldı,

Kimi betonundan, varlık sahibi oldu,

Sonunda olan bana oldu,

Hayallerim, hedeflerim enkaz altında

Dışarıda sesimi duyan var mı


Sesimi duyan var mı?

Kuralsız yapılarda konaklamaya zorlanırken,

Beni Kader diye inandırmaya çalışırken

Dar alanda ölümle kalım savaşındayken Dışarıda sesimi duyan var mı


Artık sesim çıkmıyor beton tozları boğazımı tıkadı

Sizde de yaşadığıma dair umut kalmadı

Sevdiklerim size kurtarmak için sormadılar mı

Bir kez daha kontrol edin der miydiniz belki de canlı


Enkaz kaldırılıyor ses gelmeyen yerden Demiyorlar ki nasıl çıkacak sesi,

O köhne yerde aç susuz beklerken,

Mazi önünde film şeridi gibi zihnimden geçerken

Dışarıda sesimi duyan var mı


Aşklarım, sevdiklerim, pişmanlıklarım

Yüzleşiyorum yaşadığım zamanla

Dakikalar geçiyor, belki de saatler

Bilmiyor kaç gündür enkaz altındayım

Dışarıda sesimi duyan var mı?


Buradan kurtulursam, hayatımda kim kaldı bilmiyorum

Nasıl geleceğe dair plan yapacağım düşünemiyorum

Hala plan diyorum ders alalım felaketten

Dışarıda sesimi duyan var mı


Yavrularım bekliyor mu dışarıda beni,

Duyuyorlar mı dışarıya çıkma çabamı, sesimi

Oysa ne çok istemiştim anneliği,

Kabul etmiyorum kader kimsesizliği

Dışarıda sesimi duyan var mı


Oğluma hep kız kardeşini teslim ederdim

Oğlum kardeşine ulaştı mı, yok haberim

Ben onların gözlerini görmezsem neylerim,

Dışarıda sesimi duyan var mı?


Belki bir daha hiç birbirimizi göremeyeceğiz

Bir mezarımız olmayacak, veda bile edemeyeceğiz

Bu şehirlerden bir daha bahsetmeyeceğiz

Dışarıda sesimi duyan var mış

Orkun Cabi: Sivrisinekle İmtihanım

Nedir bu insanoğlunun sivrisineklerden çektiği? Yaz gecesi denince akla gelen ilk olumsuzluklardan biri sanırım sivrisinekler. Geçen gece bir sivrisinekle iddialaşmam sonucunda yaşadığım komik olaydan sonra bu ay sivrisineklerle ilgili bir yazı yazmaya karar verdim. Geçen sene yazlıktaki sineklik telleri yenilendikten sonra epey bir süredir rahat uyuyordum geceleri. 

Orkun Cabi: Sivrisinekle İmtihanım

Odaya girip kulağımın dibinde vızıldayarak uykumu bölen sivrisineklerden kurtulmuştum. Fakat geçen gece nasıl olduysa bir tane sivrisinek içeri sızmayı başarmış. Gecenin bir yarısı kulağımın etrafında bir azalıp bir artan klasik sivrisinek uğultusunu duyunca, tam uyku halinden yarı uyku haline geçerek, uyumak ile uyanmak arasında bir yerlerde, karar vermeye çalıştım. Taktik olarak, genelde uyuyamayacağıma karar verdiğim anda, hızlıca yataktan doğrulup mümkün olan en kısa sürede odanın lambasını yakıp, yatağa en yakın yerlerde ararım sivrisineği. Genel de bu uyanıklar lamba yanınca, istop oyununda ebenin topu yakaladığı anda, istop diye bağırması ile herkesin aniden durması gibi, en yakın yere konuyorlar. Lambayı yakıp seri göz kırpışları ile göz bebeklerimin merkeze odaklanmasını sağladıktan sonra, hızlıca yatak başucu civarını tarayarak sivrisineğin yerini tespit edebilirsem, hakem penaltıyı veriyor. Orada maharet penaltıyı gole çevirebilmek. Fakat bir de penaltıyı kullanırken gürültü yapıp ev halkını uyandırma endişesi var. O yüzden mümkün olan en teknik penaltı vuruşunu yapmak gerekiyor. Bunun için yıllardır kullandığım metod genelde kirli bir tişört olur. Tabi ilk vuruşta vurdun vurdun, yoksa iş zorlaşıyor. Nasıl bir savaş programı yüklenmişse oncacık hayvana, öyle bir savunmaya geçiyor ki, en kuytu köşelere en ulaşılmaz yerlere saklanıp sabırla bekliyor. Bulamayıp yatayım artık dedikten hemen sonra uykuya dalar dalmaz tekrar başlıyor kulağının dibinde uğuldamaya. Hele bir de seni ısırdıktan sonra kanını emip ağırlaştıysa, yüklü kargo uçağı gibi daha fazla ses çıkarmaya başlıyor. Tüm yaz içeçekleri bir zerre kan ama bütün yazı zehir ediyorlar, ne balkonda rahat bırakıyorlar ne uyurken huzur veriyorlar. Halbuki bu sivrisineklerle bir anlaşma yapabilsek, biraz  akıllı olsalar, sendikalaşsalar mesela, ya da efendi bir mafya teşkilatına da razıyız, yaz başı bağış toplasalar, bir iki gram kan verenle anlaşıp sokmasalar diyetini ödeyeni; ben her yaz başı verirdim bunlara bir miktar kan. 

Neyse geçen akşam uzun zamandır sivrisinekler tarafından rahatsız edilmediğim için kafamın etrafında duyduğum sivrisinek uğultusuna, yarı uyku halimde, aldırış etmemeye karar verdim. Dedim içerde sadece bir tane sivrisinek var, ne istiyorsa yapsın, kalkmayacağım. Nasıl olsa uyku ağır basar, uyuya kalırım. Artık neremden sokar, ne kadar emer; dedim serbest, bu gece senin gecen olsun sivrisinek, kalkmayacağım. Ama sanki sivrisinek benim niyetimi ve vurdum duymazlığımı hissetti, sanki benim ona aldırmama kararıma gıcık oldu. Peşpeşe kulağıma doğru bir iki artan ses sortisi yaptı fakat  kararıma sadık kalarak oralı olmadım. Ama birden daha önce yaşamadığım, hiç beklemediğim bir şey oldu, kulağımın etrafında uçuş yapan sivrisinek ani bir hamle ile kamikazeye bağlayıp burun deliğimden içeri dalmaz mı? Bugüne kadar hiç başıma gelmemişti bu. Sivrisinek kaale alınmadığını anlayıp inadına mı yaptı, yoksa bunların nihai amaçları aslından buydu da, bu geceye kadar hiç bu raddeye gelmesine müsaade etmediğim için mi daha önce başıma gelmemişti bu. Tabi burun deliğinin içinde kanat çırpmaya devam etme şansı olmayacağını o da anladı ve hemen geri kaçtı sanırım. Ben de panik halinde burundan dışarı sertçe verilen köpek nefesi ile yataktan fırladım. Bir yandan hala içerideyse daha fazla ilerleyemeyip içeride ölsün diye telaşla burnumu kaşıyordum. Tabi anında eski taktiğe dönmeye karar verip lambayı yakmaya koştum ki lambanın bozuk olduğu aklıma geldi. Hemen odadaki banyonun ışığını açıp, o ışıktan  yararlanarak görmeye çalıştım içeriyi. Fakat pek net görünmüyordu etraf. Koltuğun üstünde görüp elime aldığım tişörtle sağa sola aduket çekerek sivrisineği sanki görüyormuşum gibi aldatmaya  çalışarak havalandırıp banyodaki ışığa çekilmesini sağlama çabası içerisine girdim. Epey bir gezindikten sonra kamikaze sivrisineği banyonun tavanına yakın bir irtifada uçarken gördüm. Eminem’in şarkısında söylediği gibi tek bir şansım olduğunun farkındaydım.  Beynimin içinde çalan şarkının sözleri ‘do not miss your chance’e gelince hızlı bir kararla sivrisineğe doğru elimdeki tişörtle son aduketi çektim. İyi yere göndermiştim atışı ama isabet kaydettiğimden tam emin olamadım. Kısa bir süre arama kurtarma ekibi gibi etrafı taradıktan sonra, her ne kadar kara kutuyu bulamasam da, vurmuş olduğuma kendimi inandırarak tekrar yatağa uzandım. Neyse ki bir daha uyanmadım, sanıyorum indirmişim keratayı. 

Dünya kurulduğundan beri belki en çok insanın ölümüne neden olan bu canlıyı pek sevmesek de nefret de edilmiyor nedense. Belki de fazla ortada görünüp göze batmadıkları için. Mesela  kara sinekler gibi yemeklere konmuyorlar ya da arılar gibi canımızı yakmıyorlar. Sadece geceleri rahatsız ediyorlar bizi. Zaten bu iğnecilerin kaşındırma sebepleri de bizi düşündükleri için. Soktuktan sonra kanama olmasın diye bıraktıkları salgı imiş bizi kaşındıran. Ama tabi iyi birşey de söylenmiyor haklarında, ya da olumlu benzetmelerde kullanılmıyorlar. Mesela eli çok hafif bir hemşireye sivrisinek gibi hiç hissettirmeden sokar iğneyi denmiyor.  Yakından bakıldığında tipleri de komik, karikatür gibiler ya da çok kolay karikatürize edilebiliyorlar. Belki de bunlar yüzünden hala çok nefret edilmemeleri.

En çok insan kaybına sebep oluşlarına gelince bilindiği gibi sıtma başta olmak üzere yaydıkları hastalıklar. Öyle ki Afrika’nın en fazla nüfusa sahip olan yerleri yüksek olan yerler imiş. Sebebi ise sıcaklık daha düşük olduğu için sivrisineklerin yaşamasına daha az elverişli coğrafyalar olması. İşte Dünya’nın en zeki varlığı insanoğlunun nüfus yoğunluğu bir küçücük sivrisineğe bağlı olarak şekil alabiliyor. Hatta yeri gelmişken insana bu yönden bakıldığında diğer bir ilginç bilgi de Dünya’da nüfusun en kalabalık olduğu yerler pirincin en fazla yetiştiği bölgeler, hatta bu bölgeye pirinç halkası deniyor; Güneydoğu Asya. Pirinç doğru tarımla yılda üç dört kez mahsul verdiği için insanoğlu doyduğu bu bölgede en fazla çoğalmış. Bu çok kibirli insanoğlu maalesef Dünya’ya uzaktan bakınca bir bakteri gibi doydukça çoğalmış ve hastalıklarla azalmış. Sivrisineklerin nüfusa etkisi ve pirinç halkası mevzusunu bir doktor arkadaşımla ettiğim sohbet esnasında paylaşınca, o da şöyle bir ekleme ile; Evet aslında insan dünyaya uzaktan bakıldığında nüfusun yoğun olduğu bölgelerde bir bakteri gibi yaralar açıyor ve yeryüzünün bir yara gibi kabuk bağlamasına sebep oluyor benzetmesini yapmıştı. Büyük şehirlerde taşla, betonla toprağın ve yeşilin üzerinin örtülmesini Dünyanın kabuk bağlayan yaralarına benzetmişti.  Sivrisineklerin bölmediği deliksiz uykular, kaşıntısız geceler, gereksiz lüksler yüzünden kirlenmeyen bir Dünya dilerim herkes için.

Edebiyat ve Demokrasi Kültürü

Demokrasi kültürü günümüzde dünyanın her yerinde bir sorun haline gelmiş durumdadır. Amerika’dan Rusya’ya, Çin’den Avrupa’ya her ülke demokrasinin tanımı ve ne olduğu üzerine kafa yoruyor. Nasıl yaşama geçirilmesi gerektiği konusunda tartışmalar yapılıyor. Demokrasi konusunda çok farklı görüşler var. Demokrasi üzerine yazılmış binlerce kitap var.

Edebiyat ve Demokrasi Kültürü

Demokrasinin kelime anlamı halk yönetimi demektir. Demos halk, kratos ise iktidar, yönetim, güç anlamlarına gelmektedir. Demokrasinin ilk ortaya çıktığı  kentler Yunan kentleridir. Bu kentlerin çoğu bugün Anadolu toprakları içinde yer alıyor. Ülkemiz için demokrasinin beşiği denmesinin sebebi budur. Demokrasi kültürünün filizlendiği topraklarda yaşıyoruz. İlk forum alanları, amfi tiyatrolar, saraylar, sokaklar Ege bölgesinde bulunuyor. Efes antik kentini gezenler insanların toplanıp kararlar aldıkları alanları görebilirler. Sokrates, Platon, Aristo, Stoacılar gibi düşünürler demokrasi konusunda farklı fikirler ileri sürdüler. Sokrates demokrasiyi yönetim biçimlerinin en kötülerinden biri olarak görmektedir. Daha sonraki düşünürler ise demokrasiye daha çok sahip çıkıyorlar. Demokrasinin ne olduğunu anlayabilmek için önce halkın ne olduğunu anlamak gerekiyor.

Atatürk’ün Halkçılık ilkesinin tanımına göre Halk, farklı inançlardan, kültürlerden gelip ekonomik olarak işbirliği yapan insanların oluşturduğu imtiyazsız, kaynaşmış bir kitledir. İçinde işçilerin, köylülerin, esnafların, memurların, zenginlerin bulunduğu insan topluluğudur. Değişik bölgelerden göç etmiş insanlar bir araya gelir ve halkı oluşturur. Bu farklı insanların yönetimi nasıl olur? Halkın yönetimi demokratik olursa halka faydalı olur. Halkın yönetimi halkın kendi iradesiyle olursa başarıya ulaşılır. İnsanlar kendi yönetimleriyle ilgili kararlarda söz sahibi olurlarsa hem daha mutlu olurlar hem de daha çok özveri gösterirler. İnsanların birbirlerine saygılı olmaları, farklı kültürlerden, farklı inançlardan, farklı etnik kimliklerden kişilere değer vermeleri demokrasinin olmazsa olmazlarındandır. Demokrasi özünde bir arada yaşama kültürüdür. Farklı olana saygılı olma işidir. Bizim gibi olana saygılı olmak kolaydır. Zor olan farklı olanı kabullenebilmektir. Bir arada yaşama kültürü çatışmayı değil uzlaşmayı gerektirir. Edebiyatımız kavgayı değil uzlaşmayı tavsiye ediyor. Farklı olanı anlamaya çalışmayı öneriyor. Bu konuda edebiyatımızdan birçok örnek verebiliriz. Önemli olan bu örnekleri okuyup geçmek değil içimize sindirebilmektir. Atatürk, "Demokrasi ilkesinin en yeni ve akıcı uygulamasını sağlayan hükümet biçimi cumhuriyettir." demiştir.

İlk çağlardan günümüze Anadolu topraklarında çok kan aktı, çok acılar çekildi. Çok analar gözyaşı döktü. Ozanlarımız, aşıklarımız, şairlerimiz  hep barışı savundular, dostluğu, kardeşliği övdüler. İşte size örnekler:

Yaradılanı hoş gör yaradandan ötürü-Yunus Emre

Ne olursan ol  gel, Bin kere tövbeni bozmuş olsan da gel. - Mevlana Celaleddin Rumi

Yetmiş iki millete bir gözle bakmayan bizden değildir. - Hacı Bektaş-ı Veli

Bir toplum, hoşgörüsü kadar güçlü, sağlam, haklıdır. Zulmü kadar  zalim, zayıftır. - Yaşar Kemal

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine. - Nazım Hikmet

Bir insan ya insan olmalı, insanlar için canını vermeli ya da kalabalık etmemeli dünyamıza. - Orhan Kemal

Anadolu coğrafi açıdan Doğu ile Batı arasında bir köprüdür. Doğu kültürleri ile Batı kültürleri burada tanışıp kaynaşır. Bizler burada Arnavut ciğeri ile Rus salatası yeriz, Arnavut kaldırımında yürür, bahçemizde Cezayir menekşesi yetiştiririz. Pazarda Hint kınasının yanında Arap sabunu satılır. Her kültürden insan burada kendine yaşam alanı bulur. Atatürk döneminde Nazi Almanya'sından kaçan Yahudi bilim adamları Türkiye’ye gelip burada bilimsel çalışmalar yaptılar.

1930’lu yıllarda Akşam gazetesinde iki yazarımız; Nazım Hikmet( Orhan Selim takma adıyla) ile Peyami Safa farklı konularda tartışmaya yönelik yazılar yazıyorlardı. Yazılarında birbirlerini eleştiriyorlardı. Bu yazılarda herhangi bir küfre, adi söze rastlamak mümkün değildir. Demokrasi kültürünün ne olduğunu anlayabilmek için bu yazıları okumak gerekir. Nazım Hikmet’in Necip Fazıl Kısakürek’e mektubu ve onun cevabı demokrasi kültürüne bir örnektir. Bu yazarlar farklı siyasi, edebi, felsefi görüşleri savunuyor olabilirler. Fakat bu yazılarda karşıdakini küçük görme, aşağılama asla bulunmaz. Küfür, argo hiç yoktur. Birbirlerini eleştirirler ama karşı karşıya geldiklerinde birbirlerinin yüzüne bakamaz duruma gelecek sözler sarf etmezler. Eleştiriler saygısızlığa sebep olmaz. Demokrasi bir eğitim işidir. Eğitimsiz insanların başarabileceği bir kültür değildir. Bunu ilk çağlarda Platon söylemiştir. Eğitim kalitesi yükseldikçe demokrasi kültürü de gelişecektir. Bu konuda devlete ve bireylere çok iş düşüyor. Hepimize kolay gelsin.

Yaban Tavşanı

Bu hafta sonunu, yakın dostum (Michael) ve onun anne (Clara) ve babasıyla (Ricky) karavanla kamp alanında geçirdim.  Yemyeşil ağaçlar, rengârenk çiçekler ve bitkilerin arasında, pırıl pırıl ışıldayan güneşin eşliğinde yürüyüş yaptım. Fırsat buldukça, orman banyosu yapmayı çok severim. Böyle zamanlarda, ruhum dinginleşir, kalbim açılır, zihnim berraklaşır, bedenim adeta yenilenir. Zaman zaman yolda durup, sağlı sollu yolu süsleyen böğürtlenlerin de lezzetlerini onurlandırmayı ihmal etmedim. Elime bulaşan mürekkebimsi mor renk bile huzur verdi bana. Hele toprağı ve çimeni hissederek yalın ayak tamamlamak yürüyüşü, kadifeden bir kumaşa sarılı vaziyette, annesinin kucağında uyuyan bebeğin hissedebileceği huzur etkisi yarattı üzerimde. Toprak ana ile içli dışlı iken, kendimi daha bir sarılıp, sarmalanmış, korunup kollanmış hissederim. 

Yazar Güz: Yaban Tavşanı

Yürüyüş sonrası, kalmakta olduğumuz karavanın önünde masamızı kurduk. Bisikletle çiçekçiye gidip aldığım papatya buketini, masanın üzerine koyarken gözüm karşı karavanın önünde oturmakta olan, hüzünlü gözlerle dalıp giden yetmişli yaşlarının ortalarında olduğunu düşündüğüm beyefendiye takıldı. Anlık olarak göz göze geldiğimizde, gözlerindeki hüzün içime işledi. Onun mahremine izinsizce girmiş olmaktan imtina ederek başımı öteki tarafa çevirdim. Beş dakika kadar sonra, masamız bembeyaz kenarları limon deseni işlenmiş masa örtümüz, içi papatya dolu vazomuz, en sevdiğimiz atıştırmalıkların olduğu tabaklar ve bir sürahi dolusu buz gibi limonata ile donatılmıştı.  Masanın etrafında, yemyeşil ağaçların altında, kuş seslerinin eşliğinde tatlı, huzurlu bir ruh hali ile sohbet ederken, gözüm karşı karavanın önündeki beyefendiye tekrar takıldı. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. O an, yıllar önce kaybetmiş olduğum babam geldi aklıma, onun bizlere veda etmeden önceki son halleri geldi aklıma, içimden bir ses bu beyefendiyle beş dakikalık da olsa yarenlik etmem gerektiğini fısıldadı. 

Tam o sırada bu beyefendinin de bana bakarak, gözyaşlarını sildiğini görünce, masadakilerden izin alarak bizim masaya davet etmek üzere yanına gittim. O ela gözlerdeki hüzün öyle derindi ki, o gözlere bakan birinin, onun ruhuyla bağ kurmaması imkânsızdı. İsmini dahi bilmediğim beyefendiyi bizlere eşlik etmesi için masamıza davet ettim. Cevaben bana tek söylediği “içime içime konuşmaktan yoruldum, sizlerin de keyfini kaçırmayayım” oldu.  Bunun üzerine, “içine konuşmak yerine, hiç tanımadığı belki de bir daha asla görmeyeceği bizlerle ismini dahi kullanmadan dertleşmek opsiyonu ona iyi hissettirebilir mi?” diye sordum. Her ruhun görülmeye, duyulmaya, anlaşılmaya ihtiyacı vardır yargısız ve kapsanan bir alan açılarak. 

Beyefendi, bizim masamıza gelmek için, kaldıkları karavanın içinde bir şeyler yapmakta olan eşinden izin istedi. Eşi ise “eğer birazcık neşeleneceksen git, ben de biraz uzanıp dinleneceğim” diyerek eşine sıcak, yumuşak bir sesle karşılık verdi.  Masamıza doğru ilerlerken, öksürerek “benim adım Mike” dedi bana.  Mike’ı masadakilerle tanıştırıp, kendisine, limonata ikram etmek istediğimde, “benim şekerim var, yükseliyor sonra“ dedi. Çay içmek isteyip istemediğini sorduğumda ise, “çayı çok sevdiğini” söyledi. O an dudaklarındaki minik tebessüme gözüm ilişti. Mike, uzaklara baktı ve “yoğun üniversite öğrenim hayatım boyunca çay ve kahve dolu uzun gecelerim çok oldu benim, oradan alışkanlık galiba, tiryakisiyim” dedi. Ricky, söze atladı, Mike’ın mesleğini sordu.  Emekli doktormuş Mike, cerrahmış. Bunu duyduğum an, içim sızladı. Benim babam da tıp doktoruydu ve o da çaya bayılırdı. O an, yeni tanışmış olduğum Mike’a kendimi epey yakın hissettim, bazen bir ses, bazen bir koku, ya da ortak bir nokta karşımızdakini ruh ailemizden biri gibi hissettirir ya, işte öyle bir şey oldu…

Ricky hemen beni işaret ederek “onun da babası tıp doktoru, nerede görev yaptınız, ne zaman emekli oldunuz?” gibi sorular sorarak Mike’a sözü bıraktı. Konuşma arasında Mike bana büyük kızı Rachel’in de saçlarının benim saçlarım gibi gür ve uzun olduğunu, hatta kızının saç tonunun bile benimle aynı olduğunu söyledi. Tesadüfen görmüş olduğum bir çift ela gözden süzülen yaşlar bizi bir araya getirse de, gönlünün yaralı, kalbinin kırık olduğu besbelli olan Mike’ın kalbine bir nebze de olsa ferahlık vermek beni de rahatlatacaktı, sanki bu karşılaşmanın ilahi bir misyonu varmış ve o an için görevim buymuş gibi hissettim. 

Mike, kızı Rachel’den bahsederken gözlerinde dikkat çekecek derecede bir pırıltı ve gurur ifadesi vardı. Onu gördüğüm an, benim de babamın akademik başarılarımla, hayattaki duruşumla duyduğu gururu, gözlerindeki pırıltıyı hatırladım… “Babalar ve kızları” diye geçirdim içimden…

Mike söze devam etti. Kızı Rachel de da babası gibi tıp doktoru imiş, hiç evlenmemiş, kendisini lösemili çocuklara adamış, şu anda 37 yaşında imiş. “Kendisini çocukların şifalanmasına adadı kızım, meğerse kendi çocukluğunu şifalandırma derdi varmış bilinçaltında” dedi Mike ve bunu der demez, gözlerinden yaşlar aktı. 

Daha sonra, boğuk ve titrek bir sesle sözlerine devam etti Mike. Ağzından ilk çıkan “kızlarıma, Rachel’e de Claudia’ya da borçluyum. Oysa Claudia da, Rachel de beni hep onurlandırdılar hayattaki duruşları ile” cümlesi oldu. Bunları söylerken Mike’ın yüzü tepemizde ışıldayan güneşe rağmen karardı, sanki gece tüm karanlığıyla ve boğuculuğu ile onun üzerine çöktü. O an aklımdan geçen; aynı masada ve zamanda olmamıza rağmen, o an Mike’la günün farklı zaman dilimlerini ve yılın farklı mevsimlerini deneyimliyor olduğumuz oldu. Kalpteki acı insanın gününü geceye, yazını kışa nasıl da çeviriyordu.

Mike, “Kızlarıma karşı kendimi çok borçlu hissediyorum, çok üzgünüm, vicdan azabım dinmiyor. Yıllardır kızlarımın çocukken ne yaşadıklarından, uğradıkları zarardan bihaberdim, vicdan azabından kurtulamıyorum” diye sözlerine devam ederken bir yandan öksürüyor, bir yandan da elleri titriyordu heyecandan, dudaklarını ısıra ısıra, gözleri masa örtüsündeki limon desenlerine takılı bir şekilde duraklayıp, derin nefes, aldı. O an, ona uzattığım bardaktan bir yudum su içtiğinde, içimden “kızlarına acaba bir başkası zarar verdi de Mike engelleyemedi mi?” diye bir düşünce geçti. Mike’ın yüzündeki hüzün ve acıdan anlayabildiğim kadarıyla, Mike çocuklarına bile isteye zarar verecek biri değildi. Acaba, “zararla” kastı mesleki yoğunluğu nedeniyle çocukları ile yeterince zaman geçirememiş olması mıydı? diye de geçti aklımdan. Bunlar aklımdan geçerken, derin bir nefes alarak, tüm dikkatimi tekrar Mike’a verdim. Olabildiğince yargısız bir taraftan onu dinlemeye kalbimi açtım.

Mike gözlerinden süzülen yaşlar eşliğinde, erkek kardeşi Tim’in üniversite öğrenimine denk gelen bir buçuk yıl kadar bir süreyi, Mike ve Mike’ın ailesinin yanında misafir olarak geçirdiğini anlattı.  Mike, erkek kardeşi Tim’den 17 yaş kadar büyükmüş. “Tim, bizimle kalmak istediğini söyleyince, kızlarımın annesi Melanie’nin de desteğini alarak, kapımızı ardına kadar açtım Tim’e. Öz evlatlarıma göstermediğim hoş görü, özeni gösterdim ona ne de olsa 20’li yaşların başındaydı ve hayat yolculuğu için kendine yol ve güzergâh çizmek derdindeydi diye düşündüm” diyerek anlattı Mike, ancak her halinden bunu yaptığına bin pişman olduğu belliydi.  Melanie, çok anlayışlıdır pardon çok anlayışlı idi, çok sevgi dolu, fedakâr idi” dedi. Ardından daha da hüzünlü bakan gözlerle kızlarının annesi Melanie’yi büyük kızı Rachel 21 yaşında iken kaybettiklerini ekledi sözlerine. “Melanie bambaşkaydı, herkesi kapsar, sevgiyle evinin kapısını açar, elindeki her şeyi paylaşırdı, herkesi sever, hataları hoş görür, insanları kolaylıkla affeder, mütevazilikte onunla yarışabilecek kimseyle karşılaşmadım” dedi Mike. “Ben de onunla iken onunla dönüştüm, mizacımda da vardı belki de, bir de zaten meslekten ötürü de insanlara yaşam yolculuklarında yardım etmek benim yaşam felsefemdi” derken yüzü aydınlanmıştı Mike’ın.   Rachel’den de, Melanie’den de bahsederken gözleri parlıyordu. Tim’in adını anarken ise, hayatının en büyük hatasını, suçluluğunu, pişmanlığını anlatır gibi yüzü kararıyordu adeta. 

Tim, hayattaki her şeyden şikâyet edip, hiçbir şeyden mutlu olmayan bir ruh hali içindeymiş. Ya da öyleymiş gibi yansıtıyormuş Melanie ve Mike’a. Melanie, Tim’in depresyonda olduğunu düşünüp, onun için üzülüyormuş. Tim, üniversite hayatında da sosyal ilişkilerinde de başarısız oluşunu içinde bulunduğu depresif ruh haline bağladıkça, Melanie ve Mike ona tüm kaynaklarını sınırsızca açıp, onun mutluluğu için ellerinden geleni yapmışlar. Melanie, Tim’in en sevdiği yemekleri yapar, odasına sırf o dikkati bölünmeden ders çalışabilsin diye, günde dört-beş kere kahve servisinde bulunur, meyve tabağına kadar hazırlayıp, Tim ders çalışırken odasına götürürmüş. Mike da maddi ve manevi tüm kaynaklarını Tim’e sunmuş. Her isteğini, her ihtiyacını gözetip, onun için ellerinden gelenin en iyisini yapmışlar.  Yaz döneminde, Melanie’ye haftada 2-3 gün üçer saatlik Norveççe-İtalyanca eş zamanlı tercümanlık yapması için iş teklifi gelmiş.  Mike’ın o zamanlar altı ve dört yaşlarında olan kızları Rachel ve Claudia haftada 2-3 gün birkaç saat Tim’in yanında kalmışlar ve bu şekilde Melanie iki, üç ay kadar çalışmış. Sonrasında, Tim başka bir üniversiteye geçiş yaparak, başka bir şehre taşınmış. Üniversiteyi, tam yedi yılda bitirebilmiş, Melanie ve Mike’dan her türlü desteği görmesine rağmen. Tim, üniversiteden mezun olduktan sonra hiçbir şekilde iş bulamamış. Mezuniyet sonrası da gelip, Mike’ın evinde kalmış bir süre. Mike, Tim’e yine kol kanat gererek, onu çeşitli mesleki eğitimlere göndermiş, ancak bu da fayda etmemiş. Nihayetinde, Mike geniş sosyal ağını kullanarak, Tim’in bir işe yerleşmesini sağlamış. Mike, bugüne kadar kendi öz kızları için bunların hiçbirini yapmamış, zaten kızları da babaları gibi her şeyi tek başlarına başaran, azimli, çalışkan mizaçtaymışlar.

Tim’in işe yeni başladığı dönemlerde, Melanie’nin bazı sağlık sorunları baş göstermiş. Tim, ona bir abla gibi kol kanat geren Melanie’nin hastalığını bile sağda solda yalanlayıp, Melanie’nin bu hastalığı manipülasyon amaçlı uydurduğunu anlatmış. Ortak bir tanıdıkları Melanie ve Mike’ı bu konuda uyarsa da bu hainliği Tim’e yakıştıramadıkları için buna inanmamışlar. Mike, bunları anlatırken uzaklara dalarak, “Kişi karşısındakini en çok kendi gibi biliyor, maalesef bizi uyaran dostumuz gerçeği söylemiş, biz sadece kendimizi kandırmışız, belki de insan kendi vermiş olduğu emekten, fedakarlıklardan ötürü karşısındakine hainliği yakıştıramıyor, aksi takdirde içinde onarılmayacak bir yara açılmasından korkuyor belki de” dedi zar zor yutkunarak.  Bir süre sonra, her gerçeğin er ya da geç ortaya çıkışı gibi, Tim’le ilgili bu söylenenlerin doğru olduğu da ortaya çıkmış. 

Melanie, bundan da şikâyetçi olmamış, “herkesin olgunluk seviyesi ve derinliği aynı şekilde olmaz, onun hayatı okuyuşu, bilinç düzeyi bu noktada demek ki” demiş. “Melanie, Tim’den sadece yedi yaş büyük olmasına rağmen bu kadar olgun bir ruh imiş” diye içimden geçirerek, “Mike’ın Melanie’ye olan hayranlığının sebeplerinden biri de bu olsa gerek” diye düşündüm.  Bu olaylardan kısa bir süre sonra, Melanie maalesef hayata gözlerini yummuş. 

Bunu duyunca, “Peki ya, karavanın içindeki” diye sormuş bulundum istemsizce, bir yandan da içimde bir burukluk hissederek.  Melanie’nin karavandaki hanımefendi olduğunu düşünerek dinlemiştim Mike’ın anlattıklarını, heyecanla onunla tanışmayı bekliyordum. O an, sanki büyü bozulmuştu benim için. Karavandaki hanımefendi, Mike’ın ikinci eşi Zonne imiş. 

Mike’a bir bardak daha çay koymak için içeri gidip geldiğimde, arkadaşımın annesi Clara, sordu “Neden bu kadar üzgünsünüz, eşinizi kaybettiğiniz dönemde kızlarınıza yeterince destek olamadınız mı, ondan mı?” diye. Ardından da ekledi, “Ben  de eşimi kaybetsem dayanamazdım, belki de çocuklarımı ihmal ederdim, Melanie’yi anlatırken gözlerinizdeki parıltıdan ona olan sevgi ve saygınızı derinden hissettim ben” dedi. Mike ona servis ettiğim vanilya çayının kokusunu içine çekip, bir yudum çayından aldıktan sonra, anlatmaya başladı. “Çok yakın zamanda, kardeşim Tim!in oğlu Olsen yirmi kişilik kapasiteli bir barda beş dakikalık bir skeç ile sahne almış, mekanda başka kişiler de varmış art arda beşer onar dakikalık sahne alan. Tesadüf bu ya, Zonne’nin yeğeni de o sırada o barda. Zonne’nin yeğeni ve küçük kızım Claudia çok iyi anlaşırlar, yaşları da yakın, ikisi de biyokimya doktoru, zaten Zonne ile tanışmam da Zonne’nin yeğeni Sofia, ve Claudia sayesinde olmuştu… Neyse, Sofia, Claudia’ya yollamak için, skeci baştan sona kadar telefonunun kamerası ile kayıt edip, Claudia’ya yollamış. Claudia izleyince şok olmuş, Olsen, tüm skeç boyunca benim sağlık sorunlarımla dalga geçip eğleniyormuş videoda, ancak kendisinden başka gülen de alkışlayan yok Olsen’i mekanda. Claudia,  videoyu izleyince ağlayarak ablası Rachel’i arayıp, onu da bilgilendirmiş konu hakkında ve ablasına da yollamış videoyu. Kızlarım, beni üzmemek için videoyu bana yollamamaya karar vermişler.  Ancak, Sofia, Zonne’ye de bilgi amaçlı videoyu yollamış. Zonne, videonun içeriğinde ne olduğunu bilmediği için videoyu benim yanımda açınca, o malum skeci baştan sona kadar ben de dinlemiş oldum. Video baştan sona, benim son zamanlarda baş gösteren sağlık sorunlarımla dalga geçmek üzerine kuruluydu. Olsen,  “Amcamda var bu hastalık “diyerek, gülüp, eğleniyor.  Video kaydından anladığımız kadarıyla, mekandaki hiç kimse gülmemiş bile bunun anlattıklarına, sadece kendi gülüyor. Ben yine de üzülmedim, malum herkes  yaratıcı olamaz, kişinin yaptığı espri vizyonunu, genel kültürünü, hayata bakış açısını, ruh sağlığını da yansıtır. Ayrıca, herkes yaratıcı, üretken mizaçta da olamayabiliyor, herkesi ilham perileri ziyaret etmiyor maalesef.  Yaşı 35 olsa da, başarısız eğitim ve iş hayatı denemeleri sonrası nerden esinlendi bilemem şansını sahne şovlarında denemek istemiş anlaşılan Olsen. Dünyaya açılan penceresi maalesef amcasının sağlık sorunlarını komik görebilecek kadar genişmiş ya da darmış bilemedim, bu konu ona komik gelmiş, aynı sağlık sorunları ile mücadele etmek zorunda kalan insanları da yaralayabileceğini düşünemiyor. Herkes Melanie ve benim kızlarım gibi olgun, hatır bilir, güzel erdemli ve ahlaklı olmuyor demek ki diye düşündüm. Sonra da bu düşüncemin bile yargılayıcı, dışlayıcı olduğunu düşünerek, bu düşüncemden bile rahatsız oldum.”

Kızlarım geçen hafta bizi ziyarete geldiler. Eşim Zonne’nin doğum günüydü.  Bu videoda geçen olayı başkasından duymayıp, benden duymalarını istediğim için onlara gösterdim videoyu, konuyu çok yumuşatan bir dille girizgahı yaparak. Ona kızmamalarını, onun belki de malzeme bulamadığını, herkesin yaratıcı olamayacağını, salonda hiç kimsenin gülmediği bu skeçle en çok kendisini kötü duruma düşürdüğünü, üzerine gitmemeleri gerektiğini söyledim. O sırada, Rachel ağlayarak “Ben daha fazla bunu saklayamayacağım” dedi  Maalesef iki kızım da yıllarca çocukluklarında, her türlü yardımda bulunduğum kardeşim Tim tarafından defalarca hem fiziksel hem de psikolojik şiddete uğramışlar. Çocuklarım o dönem anneleri Melanie’nin vefat eden ablası nedeniyle üzgün olduğunu gözlemleyerek, zaten üzgün olan annelerini daha da üzmemek için bunu saklamışlar. Her şey, Melanie’nin Norveççe-İtalyanca eş zamanlı çeviri yapmak için işe gittiği ve çocuklarımın Tim’le evde yalnız kaldıkları dönemde olmuş. Düşünsenize bizim evimizde kral gibi ağırlanan Tim, bizim çocuklarımıza ona emanet edildikleri birkaç saat içinde kabus gibi anlar yaşatmış ve sonrasında da hiçbir şey olmamış gibi soframıza oturup, yıllarca her türlü kaynağımızı vampir gibi sömürmüş. Neyse, annelerini üzmemek için o dönem susan kızlarım, sonrasında da anneleri sağlığını kaybedip, hayata gözlerini yumunca bu konuyu sır gibi beni de üzmemek için içlerine atmışlar. Bunu öğrendiğimde, başımdan kaynar sular döküldü. Tim’e Melanie ve benim göstermiş olduğumuz onca ilgi, sevgi, karşılıksız destek ve her türlü yardıma rağmen çocuklarıma bu yaptıkları, bana ve Melanie’ye bunca ihanette bulunmasına sebep neydi diye günlerdir düşünüyorum. İşin içinden çıkamıyorum. Bu kadar nankörlüğü, hainliği hazmetmekte zorlanıyorum. Üzüntüden kalp krizi geçirip, hastaneye kaldırıldım bunları öğrendikten sonra.  Kızlarım, geriye dönük dava mı açsak baba, bir sonuç almasak bile temiz bir yüzleşme olur dediler.  İşin içinden çıkamadım, doğayı çok severim, sessiz ve huzurlu bir şekilde yolumu bulmak için geldik işte karavanla buraya, bir hafta kadar burada izole bir şekilde düşüneceğim” dedi. 

O sırada, gözüme Mike’ın yanı başındaki yaban tavşanı takıldı. Tam sol tarafında, sandalyesinin yanında bir yaban tavşanı kıpırdamadan öylece duruyordu. Mike’a elimle tavşanı göstererek “Bu neyi sembolize eder, bilir misiniz?” diye sordum.  Tavşan, oldukça iri ve sakindi. Mike anlamını bilmediğini ve bu konudaki her türlü yorumuma açık olduğunu söyledi. “Tavşanın yeniden doğuşu temsil ettiğini” söyledim. “Nereden biliyorsunuz bunu?” diye sordu bana. Çocukluğumdan beri sembollerle ilgilendiğimi anlattım ona. “Bu yaşanan olaylar ile siz ve kızlarınız yeniden doğuyorsunuz” dedim. Mike durakladı; “Bu yaştan sonra, bunca ihanet, nankörlük ve hainlik nedeniyle duyduğum acıyla nasıl yeniden doğacağım?” diye sordu bana, bir kaşını yukarıya kaldırarak. Mimiklerinden ve ses tonundan sinirlendiği belli oluyordu. Devam ettim sözlerime “Kızlarınız yaşadıkları travmatik olay nedeniyle psikolojik destek şu anda da alabilirler, hiçbir şey için geç değil bu konuda. Tim’in yaptıklarının üzerinin örtülmemesi ve geç de olsa kızlarınızın seslerinin duyulması için de geriye dönük yasal olarak yapılabilecek şeyler varsa, onları da yaparsınız ancak şunu da bilin ki ben karmaya inanırım, Tim, zamanında Melanie’nin hastalığını yalanlarken Melanie’yi itibarsızlaştırmış olmasının bedelini, kızlarınıza yaptıklarının bedelini, sizin ona maddi ve manevi olarak sunmuş olduğunuz imkanların karşılığını ihanet ve nankörlükle size yansıtmış olmasının ve amcasının sağlık sorunları ile dalga geçebilecek karakter ve bilinç düzeyinde bir evlat, Olsen’i yetiştirmiş olmasının bedelini öder bu hayatta öyle ya da böyle bir şekilde. Olsen de babasına iyilik dışında bir şey yapmayan, kendisi insanlara şifa dağıtan amcasının sağlık sorunları ile dalga geçecek mizaçta olması ve bundan para kazanmayı umuyor olması nedeniyle bence bedel öder hayatta. Olsen de aynı şekilde karma yarattı ve bedelini ödeyecek. Umarım anlattığı skeçteki hastalığın aynısı kendisin başına gelmez. Ben karmaya inanırım.” dedim. 

Mike, tavşanın başka anlamının olup olmadığını sorunca bana, tavşanın bolluk bereketi de sembolize etmenin yanı sıra, Budizm’de fedakarlığı sembolize ettiğini ve belki de Mike’ın fedakarlıkta ölçüyü kaçırdığı için Tim’in doymak bilmeyen aç gözlülüğünü, karanlık tarafa kayan yanlarını görmediğini ve Tim’i sürekli kendi bolluk bereketinden feragat ederek beslediğini söyledim Mike’a olabildiğince yumuşak bir ses tonuyla, onu daha da üzmemeye çalışarak.  

Hafta sonu şahit olduğum bu üzücü olaydan, ben de payıma düşen mesajı aldım; fedakârlıkta da, vericilikle de ölçülü olmak, karşı tarafın samimiyetini, iyi niyetini, inceleyip, tartmak gerekliymiş. Vermenin de, yardım etmenin de, destek olmanın da insana zarar verebildiği bir nokta varmış. Tıp doktoru olan babamın bir sözü vardı kortizon için “Kortizon uygun zaman ve uygun dozda çok mecbur kalındığında kullanılırsa hayat kurtarır, aksi takdirde hastaya çok zarar verir, o nedenle hekim çok dikkatli olmak zorunda ”derdi. Babamla, meslektaş olan Mike’a gülümseyerek demek ki “Fedakârlık da kortizon gibi doğru zamanda, doğru hastaya, doğru miktarda verilmeli imiş” dedim. Mike, “Bu tam benlik bir cümle oldu, bundan böyle bu bizim rehber cümlemiz olsun.” dedi. Bu hafta sonundan beri ben de değiştim, dönüştüm, bunu derinlerde hissediyorum.  Sanırım ben de yeniden doğdum.  Mike’da ve Melanie’de yakaladığım kurtarıcı rolüne girmeye her koşulda gönüllü oluş, etrafta mağduru, acizi oynayan herkese maddi ve manevi her anlamda destek olmak, hatta bazen kendimi bazı zorlayıcı sorumlulukların altına sokmak, kendime zarar verecek derecede kaynaklarımı kullandırmak, hatta kendi hak ve önceliklerimden feragat etmek gibi hal, tavır, alışkanlık ve bilinç altı kodları bende de vardı bu hafta sonuna kadar. Saatlerce yanımızda kıpırdamadan duran yaban tavşanın temsil ettiği sembolik anlamları, ilahi bir mesaj olarak kendim için de aldım, cebime koydum. Ölçülü fedakârlık, ölçülü emek ve kaynak akıtmak, bundan böyle benim de yaşam felsefem. Aşırı derecede yaptığımız fedakârlıklar,  bizleri suistimale maruz bırakırken, karşımıza geçip manipülasyon amaçlı mağdur rolünü oynayanların da içlerindeki nefs denen doymak bilmeyen ejderhalarını daha da vahşileştiriyormuş. Bunu hiç bu şekilde düşünmemiştim. 

Güzel ve aydınlık ruhlarla karşılaşmak ve her konuda ölçülü olabilmek dileğiyle, aşk ve sevgiyle kalın…

İnsan Mükemmel mi Doğar? - 4

1592 yılında ölen ünlü deneme yazarı Montaine  -enteresandır-  Kitapların Değeri başlıklı denemesinde kitapları tanıtırken şu ilginç tespitleri yapar: “Birkaç yıl önce Philippe de Commines’i okuyordum. Çok iyi bir yazardır kuşkusuz Commines. Kitabında şu yabana atılmaz söz gözüme çarpmıştı: İnsanın efendisine ettiği hizmet onun bu hizmete verebileceği karşılığı aşmamalı. Meğer bu sözün değeri yazarda değil salt kendindeymiş. Aynı söze geçenlerde Tacitus’ta rastladım: İyilikler insana, karşılığını verebileceğini sandığı sürece hoş gelir. Bu ölçüyü aştılar mı onları minnetle değil kinle karşılarız. Seneka, aynı şeyi daha kuvvetle söylüyor: İnsan karşılık veremediğinden utandı mı karşılık verecek kimsesi olmasını istemez. Cicero da, biraz daha gevşek: Memnun edemeyeceğini sanan, kimsenin dostu olamaz, diyor.” *

Hüseyin Avni Cengiz: İnsan Mükemmel mi Doğar? - 4

Görüldüğü gibi kitapların önemini vurgulamak ve kitapların nasıl faydalı olduğunu anlatmak için nedense vefalı olmanın ve nankörlüğün sebeplerini irdeleyen bu cümleleri örnek gösterir. Demek ki o da benim gibi kafasındaki çok önemli bir soruyu bu yazarlar sayesinde çözmüş. 

“Nankör” sözcüğü Farsça nān  (ekmek) ve Farsça kūr ( görmez) sözcüklerinin birleşmiş halidir.  Yani nimeti örten, görmeyen anlamına gelir. Bazı söylentilere göre bu sözcük Fransızca “sans coeur” (kalpsiz) söz öbeğinden gelmiştir.  Hangisi olursa olsun “nankör” sözcüğünün anlamını bilmeyen yoktur. Evet, maalesef büyük düşünürlerin, ruhumuzun derinliğinde bizi esir alan duygularımız hakkında önemli tespitleri var. Örneğin kendisine kitapsız peygamber payesi verilmiş Tolstoy’un “İvan İlyiç’in Ölümü” adlı romanı… Roman, bir cenaze töreniyle başlar. Yazar diyor ki bu ölüm olayının zihinlerde uyandırdığı çeşitli makam değişikliği ve yeni bir göreve geçme düşünceleri bir yana, yakın bir tanıdığın ölmüş olması, hepsinde, her zaman olduğu gibi, 'iyi ki ölen ben değilim de o' yollu sevinç dolu bir duygu uyandırmıştı. Her biri, "Gördün mü, adam ölüp gitti! Ama ben yaşıyorum," diye düşünüyor ya da içinden böyle geçiriyordu. Yahut Suç ve Ceza romanında Dostoyevski der ki: “Hepsinin halinde, en yakınlarının beklenmedik bir felaketi karşısında bile insanlarda her zaman görülen tuhaf bir sevinç duygusu vardı.”

Kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim’de, Yüce Allah, “Şüphesiz insan çok zalimdir, çok nankördür.” der. (Diyanet tefsirinde: “İnsanoğlu çok zalim, çok nankördür!” buyurarak onun fıtratındaki olumsuz özelliklerine dikkat çekmiştir.” diyor.)  Peki, insan gerçekten bu kadar kötü mü? Şüphesiz değil. Meyvesini yiyemeyeceğini bile bile ağaç diken, hayır sahibi, vatanı için, milleti için, çocukları için, insanlık için canını feda eden, şehirler kuran, medeniyetler inşa eden insan o kötü duyguların insanı olamaz. Vicdansızlık, vefasızlık, bencillik, kabalık, kıskançlık, hırsızlık… Bütün bu kötü davranışlarımız bizim ilkel, içgüdüsel, hayata gelme ve hayatta kalma dürtülerimizle ilgili şeyler. Bizi ana karnında var eden huylarımız. 

Anne-baba, bir çocuk için eyleme geçtiklerinde adeta hayvanlaşırlar. O aşamada ebeveynin; görgüsünün, eğitiminin hiçbir önemi yoktur. Sonra anne karnına düşen birey adaylarından en güçlüsü, en bencili, en kaba olanı, en hırsız olanı, en kıskanç olanı, en vicdansız olanı vb. başarıyor, hedefine ulaşıyor ve bireyin anne karnındaki serüveni başlıyor. Sonra o birey adayı, başlıyor annesini sömürmeye. Sömürüyor, sömürdükçe semiriyor ve doğuyor. Aynı şekilde anneyi istismara devam ediyor. Kötü saydığımız her şeyden adeta zevk alıyor. Sonra inanma dönemi başlıyor çocuk için. Annesine inanıyor, babasına inanıyor. Aşina olduğuna inanıyor. Ve hatta aşina olmadığı öcülere inanıyor. Yüksek bir yerden hiç çekinmeden annesinin kucağına atlayabilecek kadar inanıyor. Ve o “kötü çocuk” bizim için “kötü” sayılmıyor. Hatta tartışmasız insan, en günahsız dönemini yaşıyor. Çünkü söylemesek de, farkına varmasak da insan yavrusu, o kötü duyguları ve davranışları sayesinde hayat bulacak; sonra o kötü duygularından kurtula kurtula olgunlaşacaktır. Ahmet Muhip Dıranas’ın deyişiyle bütün bunlar “Söylenmemiş aşkın güzelliğiyle” oluyor. 

E, öyleyse bu ilkel duyguları, kanserli hücreler gibi ölene dek taşıyor olmamıza neden şaşıyoruz ki! 

İşte hayatın nesnel (afakî) gayesi… İnsan bu yükselişi, bu miracı yaşamak için var oluyor belki de! “yoksa sonsuza yaslı ilâhî miraç mıyız?” şeklinde onun için soruyor şair.

* MONTAIGNE DENEMELER Türkçesi: Sabahattin EYUBOĞLU Cem Yayınevi

Alihan Hamitoğlu: Edebiyatın Özel Yolculuğu

Edebiyat, benim için sadece kelimelerin sıralanması değil, gerçek bir içsel yolculuktur. Her yeni kitap, bir kapı aralar ve beni farklı bir dünyaya taşır. Sayfalar arasında dolaşırken, yazarın sesini duyarım ve karakterlerin iç dünyalarına misafir olurum. 

Alihan Hamitoğlu: Edebiyatın Özel Yolculuğu

Edebiyatın benim üzerimdeki en derin etkisi, empatiyi güçlendirmesidir. Roman kahramanlarıyla birlikte sevinir, üzülür ve büyürüm. Onların yaşadıklarını deneyimlemek, kendi hayatımda karşılaştığım sorunlara farklı açılardan bakmamı sağlar. Bir bakıma, her hikaye, beni daha iyi bir insan yapma potansiyeline sahiptir. Ayrıca, edebiyat benim için bir zihin açıcısıdır. Yeni bir kitapla tanıştığımda, düşüncelerim ve bakış açılarım genişler. Yazarın dünyasına adım attığımda, sadece hikayenin değil, aynı zamanda kendimin de bir parçası haline gelirim. Bu yolculuk, benim düşünsel sınırlarımı zorlamama ve yeni fikirler keşfetmeme yardımcı olur.

En önemlisi, edebiyat benim için bir ruh arkadaşıdır. Bir kitapla baş başa kaldığımda, yalnız olmadığımı hissederim. Sözcüklerin gücüyle içsel bir derinlik kazanırım ve kendimle olan bağımı güçlendiririm. Her sayfa, beni daha da yakından tanımama ve hayatın karmaşıklıklarını anlamama yardımcı olur. Sonuç olarak, edebiyat benim için sadece bir hobiden öte, hayatımda bir rehberdir. Her okuduğum kitap, benim için yeni bir keşif yolculuğudur ve bu yolculuklarım, beni daima zenginleştiren ve dönüştüren deneyimlerdir.

Binnaz Deniz Yıldız: Çözül Ağır Ölümüm!

Binnaz Deniz Yıldız: Çözül Ağır Ölümüm!

Gözlerimin mor kasığı, retinamda Mikail, bir kadın yıkanıyor yaşlarımın taburesinde

Işıksız çukur, ayakları devrilen sehpa, yangın hükmetti yağmurdan tarlalarıma…

Kanıksadım sabahların limon çiçeklerini.

Pencerelerde türlü giysiler içinde ayna…

Ağzımdan damlıyor kentin uçurum lekesi…

Kustum sokaklara cennetin çıplak sesini…

Dua eden güruh, başlarında yeşil aplik, kertenkele resitali… 

Sönmüş yıldızın içindeki kan! 

Ağzımda bir iğneyle eğildim mermerden rahibeye. 

Plastik teniyle söndürdü dilimdeki cinneti…

Karanlığın şarabı peygamber mottosu…

Pusuya yatmış akbaba…

İstanbul’un vapur hatlarında bir kedi ilan etti kendini tanrı olarak- arp tellerine asılan yılanlar yıkıyor ellerini

Solucan patikası, sıcaklık fahrenayt, damıttı zihnimin etini otel odalarına…

Giydirdim kirli anahtarı tren kapılarına. 

Yürüyordu çarşaflar ve kurban istiyordu haykırarak

Kumdan dirilişle astı kendini Zebercet. 

Masada son kırıntı…

Güvercin kanatları…

Çözül ağır ölümüm!

Karanlık vagonlarda

Zaman kendini yiyen bir fare, ekşiyor bağıran kompartıman.

Kollarımda can veren “o” …

Çekiyor saçımı Zebercet. 

Uyuyorum cam kırıkları üstünde.

Bekliyor Zebercet! 

Düşen  fotoğrafta aşağılık bir delilik içinde bekleyecek!

Bu ne ilk ne son felaket! 

Her şey dönüşecek!

Deniz Sarıtop: Devrimci Nedir?

Deniz Sarıtop: Devrimci Nedir?

- Herhangi bir branşta

düşünen, 

           sorgulayan, 

                         üreten.

- Herhangi bir alanda

fikir veren, 

       ışık tutan, 

             önderlik eden.

- Branşta ve alanda

karanlıkta kalan halkı

aydınlığa çıkartan.

- Branşta ve alanda

insan için yaşamı kolaylaştıran

kişiliklere, verilen

unvan'dır.

Bir de Çocuğumuz Olsun

Mahmut amcayı tanıdığımda ellisinde falandı. İkisi kız beşi oğlan olmak üzere yedi çocuk babasıydı. Hastane yatakları üreten bir Fabrikada işçiydi. Mahmut amca bir sürü çoluk çocuk sahibi olmasına rağmen zevkine eğlencesine de çok düşkün olduğu kadar bileğine de güçlüydü. Kavgayı çok severdi. Şehir merkezinde bulunan diskotekte çıkan kavgaların içinde Mahmut amcayı mutlaka bulurdunuz. Bu vesileyle onu polis de yakından tanıyordu. Bu derece ünlenmişti yani. Hatta birinde bir kavgada karakolluk olduğunda şehir emniyet müdürü ona "Mahmut ben emniyet müdürüyüm ama sen benden ünlüsün." diyerek ona çay ısmarlayıp uslu durması için nasihat ediyor.

Bir de çocuğumuz olsun

Sigara iki parmağının arasında düşmezdi hiç. Biri bittiğinde diğerini yakardı. İçki desen yine aynı keza elinde bira bardağı düşmez birahanelerden çıkmazdı. Çoğu zaman çocukları onun iş çıkışı eve gelmeyeceğini bildikleri için her Allah'ın günü şehirdeki birahaneleri tek tek dolaşır onu ararlardı. Kazandığı parayı birahanelerde ve sokaklarda kafa dengi arkadaşlarıyla yer içer keyfine bakardı, evi düşünmezdi. Allah'tan çocukları babasının bu durumunu bildikleri için çalışır evi onlar geçindirirlerdi.

Mahmut amca bir gün gittiği bir birahanede Birgitte diye bir Alman kadınla tanışıp arkadaş oluyor. Kadınla tanışırken çocuklarımdan ayrı yaşıyorum diyerek kadını kandırıyor. Kadın da inanıyor. Bu defa Mahmut amcanın bir arkadaş bulduğunu duyan çocukları her ne kadar babalarını yaptığı bu uygun olmayan davranışından vazgeçirmeye çalıştıysa da Mahmut amca ille de Birgitte'yi seviyorum diyerek Birgite'nin yüzünden sonunda evi ve çocuklarını terk etti. Bir süre sonra da Bitgitte ile ilerleyen arkadaşlıklarını kendine yeni ev bularak birlikte yaşamayla taçlandırdılar. Günler böyle geçip giderken Mahmut amca bir gün nasıl oluyorsa Birgite'ye "Madem evlendik birlikte yaşıyoruz artık sen benim Hanımımsın bir de çocuğumuz olsun." diyor.

Bitgitte şaşkın bir halde Mahmut amcaya "Delirdin mi sen ben 52 yaşında bir kadınım nasıl çocuk doğururum." deyince Mahmut amca sen bir erkeğe nasıl karşı gelirsin diyerek Birgite'ye güzel bir meydan dayağı çekiyor. Olay üzerine eve gelen polis Mahmut amcaya eve gelme yasağı koyunca haliyle Mahmut amca da tekrar kendisine başka bir ev bularak bu defa Bitgitte'den ayrılmak zorunda kaldı.

Bu olaydan sonra Mahmut amcanın zor durumda kaldığını gören konu komşu araya girerek Mahmut amcayı yeniden ailesiyle barıştırıp zor bela eve geri dönmesini sağladılar ama Mahmut amca Birgite'ye şiddet uyguladığı için polis Mahmut amcayı mahkemeye verdi, mahkeme de Birgitte'ye uygulanan şiddetin cezası olarak acı parası ve hastane masrafları olmak üzere Mahmut amcayı tam yedi bin mark para cezasına çarptırdı ve Mahmut amcanın aşk macerası da böylece sona erdi.

* Kahramanın gerçek ismi başka. Ben Mahmut taktım.

1932-2024 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447