Gözlerimin mor kasığı, retinamda Mikail, bir kadın yıkanıyor yaşlarımın taburesinde
Işıksız çukur, ayakları devrilen sehpa, yangın hükmetti yağmurdan tarlalarıma…
Kanıksadım sabahların limon çiçeklerini.
Pencerelerde türlü giysiler içinde ayna…
Ağzımdan damlıyor kentin uçurum lekesi…
Kustum sokaklara cennetin çıplak sesini…
Dua eden güruh, başlarında yeşil aplik, kertenkele resitali…
Sönmüş yıldızın içindeki kan!
Ağzımda bir iğneyle eğildim mermerden rahibeye.
Plastik teniyle söndürdü dilimdeki cinneti…
Karanlığın şarabı peygamber mottosu…
Pusuya yatmış akbaba…
İstanbul’un vapur hatlarında bir kedi ilan etti kendini tanrı olarak- arp tellerine asılan yılanlar yıkıyor ellerini
Solucan patikası, sıcaklık fahrenayt, damıttı zihnimin etini otel odalarına…
Giydirdim kirli anahtarı tren kapılarına.
Yürüyordu çarşaflar ve kurban istiyordu haykırarak
Kumdan dirilişle astı kendini Zebercet.
Masada son kırıntı…
Güvercin kanatları…
Çözül ağır ölümüm!
Karanlık vagonlarda
Zaman kendini yiyen bir fare, ekşiyor bağıran kompartıman.
Kollarımda can veren “o” …
Çekiyor saçımı Zebercet.
Uyuyorum cam kırıkları üstünde.
Bekliyor Zebercet!
Düşen fotoğrafta aşağılık bir delilik içinde bekleyecek!
Bu ne ilk ne son felaket!
Her şey dönüşecek!