1592 yılında ölen ünlü deneme yazarı Montaine -enteresandır- Kitapların Değeri başlıklı denemesinde kitapları tanıtırken şu ilginç tespitleri yapar: “Birkaç yıl önce Philippe de Commines’i okuyordum. Çok iyi bir yazardır kuşkusuz Commines. Kitabında şu yabana atılmaz söz gözüme çarpmıştı: İnsanın efendisine ettiği hizmet onun bu hizmete verebileceği karşılığı aşmamalı. Meğer bu sözün değeri yazarda değil salt kendindeymiş. Aynı söze geçenlerde Tacitus’ta rastladım: İyilikler insana, karşılığını verebileceğini sandığı sürece hoş gelir. Bu ölçüyü aştılar mı onları minnetle değil kinle karşılarız. Seneka, aynı şeyi daha kuvvetle söylüyor: İnsan karşılık veremediğinden utandı mı karşılık verecek kimsesi olmasını istemez. Cicero da, biraz daha gevşek: Memnun edemeyeceğini sanan, kimsenin dostu olamaz, diyor.” *
Görüldüğü gibi kitapların önemini vurgulamak ve kitapların nasıl faydalı olduğunu anlatmak için nedense vefalı olmanın ve nankörlüğün sebeplerini irdeleyen bu cümleleri örnek gösterir. Demek ki o da benim gibi kafasındaki çok önemli bir soruyu bu yazarlar sayesinde çözmüş.
“Nankör” sözcüğü Farsça nān (ekmek) ve Farsça kūr ( görmez) sözcüklerinin birleşmiş halidir. Yani nimeti örten, görmeyen anlamına gelir. Bazı söylentilere göre bu sözcük Fransızca “sans coeur” (kalpsiz) söz öbeğinden gelmiştir. Hangisi olursa olsun “nankör” sözcüğünün anlamını bilmeyen yoktur. Evet, maalesef büyük düşünürlerin, ruhumuzun derinliğinde bizi esir alan duygularımız hakkında önemli tespitleri var. Örneğin kendisine kitapsız peygamber payesi verilmiş Tolstoy’un “İvan İlyiç’in Ölümü” adlı romanı… Roman, bir cenaze töreniyle başlar. Yazar diyor ki bu ölüm olayının zihinlerde uyandırdığı çeşitli makam değişikliği ve yeni bir göreve geçme düşünceleri bir yana, yakın bir tanıdığın ölmüş olması, hepsinde, her zaman olduğu gibi, 'iyi ki ölen ben değilim de o' yollu sevinç dolu bir duygu uyandırmıştı. Her biri, "Gördün mü, adam ölüp gitti! Ama ben yaşıyorum," diye düşünüyor ya da içinden böyle geçiriyordu. Yahut Suç ve Ceza romanında Dostoyevski der ki: “Hepsinin halinde, en yakınlarının beklenmedik bir felaketi karşısında bile insanlarda her zaman görülen tuhaf bir sevinç duygusu vardı.”
Kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim’de, Yüce Allah, “Şüphesiz insan çok zalimdir, çok nankördür.” der. (Diyanet tefsirinde: “İnsanoğlu çok zalim, çok nankördür!” buyurarak onun fıtratındaki olumsuz özelliklerine dikkat çekmiştir.” diyor.) Peki, insan gerçekten bu kadar kötü mü? Şüphesiz değil. Meyvesini yiyemeyeceğini bile bile ağaç diken, hayır sahibi, vatanı için, milleti için, çocukları için, insanlık için canını feda eden, şehirler kuran, medeniyetler inşa eden insan o kötü duyguların insanı olamaz. Vicdansızlık, vefasızlık, bencillik, kabalık, kıskançlık, hırsızlık… Bütün bu kötü davranışlarımız bizim ilkel, içgüdüsel, hayata gelme ve hayatta kalma dürtülerimizle ilgili şeyler. Bizi ana karnında var eden huylarımız.
Anne-baba, bir çocuk için eyleme geçtiklerinde adeta hayvanlaşırlar. O aşamada ebeveynin; görgüsünün, eğitiminin hiçbir önemi yoktur. Sonra anne karnına düşen birey adaylarından en güçlüsü, en bencili, en kaba olanı, en hırsız olanı, en kıskanç olanı, en vicdansız olanı vb. başarıyor, hedefine ulaşıyor ve bireyin anne karnındaki serüveni başlıyor. Sonra o birey adayı, başlıyor annesini sömürmeye. Sömürüyor, sömürdükçe semiriyor ve doğuyor. Aynı şekilde anneyi istismara devam ediyor. Kötü saydığımız her şeyden adeta zevk alıyor. Sonra inanma dönemi başlıyor çocuk için. Annesine inanıyor, babasına inanıyor. Aşina olduğuna inanıyor. Ve hatta aşina olmadığı öcülere inanıyor. Yüksek bir yerden hiç çekinmeden annesinin kucağına atlayabilecek kadar inanıyor. Ve o “kötü çocuk” bizim için “kötü” sayılmıyor. Hatta tartışmasız insan, en günahsız dönemini yaşıyor. Çünkü söylemesek de, farkına varmasak da insan yavrusu, o kötü duyguları ve davranışları sayesinde hayat bulacak; sonra o kötü duygularından kurtula kurtula olgunlaşacaktır. Ahmet Muhip Dıranas’ın deyişiyle bütün bunlar “Söylenmemiş aşkın güzelliğiyle” oluyor.
E, öyleyse bu ilkel duyguları, kanserli hücreler gibi ölene dek taşıyor olmamıza neden şaşıyoruz ki!
İşte hayatın nesnel (afakî) gayesi… İnsan bu yükselişi, bu miracı yaşamak için var oluyor belki de! “yoksa sonsuza yaslı ilâhî miraç mıyız?” şeklinde onun için soruyor şair.
* MONTAIGNE DENEMELER Türkçesi: Sabahattin EYUBOĞLU Cem Yayınevi