Bütün geleneksel ahlaki öğretilerde yetimden, yetim malına gösterilmesi gereken hassasiyetten bahsedilir de neden işin vefasızlık ve nankörlük yönü hep argoya yahut öfkeli anlarımıza havale edilmiştir? Yetimlik ya da öksüzlük bir peygamber ayrıcalığıdır aslında biraz da ama yine de Tanrı kimseyi küçük yaşta yetim veya öksüz bırakmasın. Büyüyünce hepimiz yetim ve öksüz kalıyoruz zaten. Yalnız, burada yapmak istediğim meseleye bir diğer açıdan bakmak biraz da.
Neden din adamları sürekli yetim malına el uzatan zalimlerin, sonu kötü biten ibretlik hikâyelerini anlatır da hiçbir zulme maruz kalmadan sırf iyilik gördüğü kişiye karşı nankörlük yapan, yetimlerden bahsetmezler? Ya da neden anlatılarda üvey anneler hep kötüdür? Neden? Yetim-öksüzler, kendileriyle ilgilenen kişilerden yakınmalarında her zaman haklı mıdır acaba? Şüphesiz ki hayır.
Tabii ki vefa sahibi insanlar kadar yaptığı iyiliğin manevi hazzını yaşayan erdemli insanlar da var; tabii ki kötülük yapan kadar nankörlük yapan da...
Hatırlarsak Tacitus şöyle demişti: “İyilikler insana, karşılığını verebileceğini sandığı sürece hoş gelir. Bu ölçüyü aştılar mı onları minnetle değil kinle karşılarız.” Bu söz bağlamında bir yetimi veya öksüzü düşünelim. Bir de o yetim-öksüzün kendisini büyüten yakınını, akrabasını. Bu çocuğa yakını zulmetmişse, zaten bu yakını kötü bir kimsedir dolayısıyla yetim, o yakınına haklı olarak kin ve nefretle bakacaktır. Bu konumuz dışındadır.
Yok, yetim-öksüz, kendini yetiştirenden iyilik görmüşse; düşünün o iyiliğe o yetim-öksüzün tam olarak karşılığını vermesi mümkün müdür? Bu, mümkün olamayacağı için–o yakını iyi bir insan olsa dahi- o yakınına yine nefret ve kinle bakacaktır.
Peki, burada bir sorun yok mu? Elbette var. “Birey” olma yolunda ilk adımını atan “ergen”, -bilinçsizce- kendini var eden ilkel kötü huylarının farkındadır ve bu yüzden kendini değersiz hissetmektedir. Yetim-öksüz örneğinde olduğu gibi çevresel faktörler de değersizlik duygusunu köpürtürse ergen birey, kendini daha da değersiz hissetmektedir. İnsanın bir miracı(yükselişi) yaşaması için var olduğunu varsaymıştık.
İşte bu değersizlik duygusunu iyice hisseden ergen, önce “birey” e (daha sonra “olgun birey”e) dönüşmekle ödevli olduğu için “birey” gibi kendini, yapılan iyiliğe karşı borçlu hissediyor. Ödeyemeyeceği borç karşısında ise ezik kalıyor. Eziklik yarasını sağaltıcı “kin” ve “nefret” duyguları devreye giriyor böylece. Oysa “birey”, anlayışla karşılıyor. Kendini kısmen borçlu hissediyor kısmen de vefa duygusu geliştiriyor kendine yapılan iyiliğe.
“Olgun birey” ise böyle bir borç hissetmediği için sevgi ve vefa duygusu geliştiriyor. Çünkü biliyor ki bu, ne kendisinin ne de karşısındakinin meselesidir. Yetim-öksüz ve değersiz olmayı kendi seçmemiştir. Kendine iyilik yapan da “Bir fırsat doğsa da iyilik yapsam!” diye düşünerek o yetim-öksüze yardım etmemiştir. Dolayısıyla kendi elimizde olmayan durumlar için ne kendimizi borçlu hissetmeye ihtiyacımız vardır ne de eziklik duymaya… Her iki durumda da daha insan olmaya ihtiyacımız vardır.
Amacım hâşâ yetim ve öksüzleri incitmek değil. Sadece haddim olmayarak meseleye teşhis koymak istedim. Demek ki ister yetim-öksüz olsun ister olmasın çocuk eğitiminde mutlaka çocuklara değerli olduklarını hissettirmeliyiz. Ayrıca borçluluk duygusuna kapılmaması için iyilik yaptığımız kişilere -durumlarına uygun bir şekilde- bize olan borçlarını ödemelerine fırsat vermeliyiz.
Kişide “vefa” ve “sevgi” duygusunun gelişmesi için mutlaka kişinin, çok değerli olduğunun bilincine ulaşması gerekiyor. Çevremizde bize değer verecek insanlar olmasa bile sadece insan olarak dahi çok değerli olduğumuzun bilincinde olmak... Ne diyor Şeyh Galip: “Hoşça bak zatına ki sen âlemin özüsün, göz bebeğisin.”
İşte gerçekten bu bilince ulaşmış insanın vefasız ya da nankör olması artık mümkün değildir.
Not 1: “Ey insan evladı! Kendine saygıyla/hürmetle yaklaş; çünkü sen kâinatta yaratılmışların özü/göz bebeği olan insansın.”