Yaban Tavşanı

Yazar Güz'ün Edebiyat Gazetesi'nin ağustos sayısında yayımlanan Yaban Tavşanı isimli yazısını sizlerle paylaşıyoruz.

Bu hafta sonunu, yakın dostum (Michael) ve onun anne (Clara) ve babasıyla (Ricky) karavanla kamp alanında geçirdim.  Yemyeşil ağaçlar, rengârenk çiçekler ve bitkilerin arasında, pırıl pırıl ışıldayan güneşin eşliğinde yürüyüş yaptım. Fırsat buldukça, orman banyosu yapmayı çok severim. Böyle zamanlarda, ruhum dinginleşir, kalbim açılır, zihnim berraklaşır, bedenim adeta yenilenir. Zaman zaman yolda durup, sağlı sollu yolu süsleyen böğürtlenlerin de lezzetlerini onurlandırmayı ihmal etmedim. Elime bulaşan mürekkebimsi mor renk bile huzur verdi bana. Hele toprağı ve çimeni hissederek yalın ayak tamamlamak yürüyüşü, kadifeden bir kumaşa sarılı vaziyette, annesinin kucağında uyuyan bebeğin hissedebileceği huzur etkisi yarattı üzerimde. Toprak ana ile içli dışlı iken, kendimi daha bir sarılıp, sarmalanmış, korunup kollanmış hissederim. 

Yazar Güz: Yaban Tavşanı

Yürüyüş sonrası, kalmakta olduğumuz karavanın önünde masamızı kurduk. Bisikletle çiçekçiye gidip aldığım papatya buketini, masanın üzerine koyarken gözüm karşı karavanın önünde oturmakta olan, hüzünlü gözlerle dalıp giden yetmişli yaşlarının ortalarında olduğunu düşündüğüm beyefendiye takıldı. Anlık olarak göz göze geldiğimizde, gözlerindeki hüzün içime işledi. Onun mahremine izinsizce girmiş olmaktan imtina ederek başımı öteki tarafa çevirdim. Beş dakika kadar sonra, masamız bembeyaz kenarları limon deseni işlenmiş masa örtümüz, içi papatya dolu vazomuz, en sevdiğimiz atıştırmalıkların olduğu tabaklar ve bir sürahi dolusu buz gibi limonata ile donatılmıştı.  Masanın etrafında, yemyeşil ağaçların altında, kuş seslerinin eşliğinde tatlı, huzurlu bir ruh hali ile sohbet ederken, gözüm karşı karavanın önündeki beyefendiye tekrar takıldı. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. O an, yıllar önce kaybetmiş olduğum babam geldi aklıma, onun bizlere veda etmeden önceki son halleri geldi aklıma, içimden bir ses bu beyefendiyle beş dakikalık da olsa yarenlik etmem gerektiğini fısıldadı. 

Tam o sırada bu beyefendinin de bana bakarak, gözyaşlarını sildiğini görünce, masadakilerden izin alarak bizim masaya davet etmek üzere yanına gittim. O ela gözlerdeki hüzün öyle derindi ki, o gözlere bakan birinin, onun ruhuyla bağ kurmaması imkânsızdı. İsmini dahi bilmediğim beyefendiyi bizlere eşlik etmesi için masamıza davet ettim. Cevaben bana tek söylediği “içime içime konuşmaktan yoruldum, sizlerin de keyfini kaçırmayayım” oldu.  Bunun üzerine, “içine konuşmak yerine, hiç tanımadığı belki de bir daha asla görmeyeceği bizlerle ismini dahi kullanmadan dertleşmek opsiyonu ona iyi hissettirebilir mi?” diye sordum. Her ruhun görülmeye, duyulmaya, anlaşılmaya ihtiyacı vardır yargısız ve kapsanan bir alan açılarak. 

Beyefendi, bizim masamıza gelmek için, kaldıkları karavanın içinde bir şeyler yapmakta olan eşinden izin istedi. Eşi ise “eğer birazcık neşeleneceksen git, ben de biraz uzanıp dinleneceğim” diyerek eşine sıcak, yumuşak bir sesle karşılık verdi.  Masamıza doğru ilerlerken, öksürerek “benim adım Mike” dedi bana.  Mike’ı masadakilerle tanıştırıp, kendisine, limonata ikram etmek istediğimde, “benim şekerim var, yükseliyor sonra“ dedi. Çay içmek isteyip istemediğini sorduğumda ise, “çayı çok sevdiğini” söyledi. O an dudaklarındaki minik tebessüme gözüm ilişti. Mike, uzaklara baktı ve “yoğun üniversite öğrenim hayatım boyunca çay ve kahve dolu uzun gecelerim çok oldu benim, oradan alışkanlık galiba, tiryakisiyim” dedi. Ricky, söze atladı, Mike’ın mesleğini sordu.  Emekli doktormuş Mike, cerrahmış. Bunu duyduğum an, içim sızladı. Benim babam da tıp doktoruydu ve o da çaya bayılırdı. O an, yeni tanışmış olduğum Mike’a kendimi epey yakın hissettim, bazen bir ses, bazen bir koku, ya da ortak bir nokta karşımızdakini ruh ailemizden biri gibi hissettirir ya, işte öyle bir şey oldu…

Ricky hemen beni işaret ederek “onun da babası tıp doktoru, nerede görev yaptınız, ne zaman emekli oldunuz?” gibi sorular sorarak Mike’a sözü bıraktı. Konuşma arasında Mike bana büyük kızı Rachel’in de saçlarının benim saçlarım gibi gür ve uzun olduğunu, hatta kızının saç tonunun bile benimle aynı olduğunu söyledi. Tesadüfen görmüş olduğum bir çift ela gözden süzülen yaşlar bizi bir araya getirse de, gönlünün yaralı, kalbinin kırık olduğu besbelli olan Mike’ın kalbine bir nebze de olsa ferahlık vermek beni de rahatlatacaktı, sanki bu karşılaşmanın ilahi bir misyonu varmış ve o an için görevim buymuş gibi hissettim. 

Mike, kızı Rachel’den bahsederken gözlerinde dikkat çekecek derecede bir pırıltı ve gurur ifadesi vardı. Onu gördüğüm an, benim de babamın akademik başarılarımla, hayattaki duruşumla duyduğu gururu, gözlerindeki pırıltıyı hatırladım… “Babalar ve kızları” diye geçirdim içimden…

Mike söze devam etti. Kızı Rachel de da babası gibi tıp doktoru imiş, hiç evlenmemiş, kendisini lösemili çocuklara adamış, şu anda 37 yaşında imiş. “Kendisini çocukların şifalanmasına adadı kızım, meğerse kendi çocukluğunu şifalandırma derdi varmış bilinçaltında” dedi Mike ve bunu der demez, gözlerinden yaşlar aktı. 

Daha sonra, boğuk ve titrek bir sesle sözlerine devam etti Mike. Ağzından ilk çıkan “kızlarıma, Rachel’e de Claudia’ya da borçluyum. Oysa Claudia da, Rachel de beni hep onurlandırdılar hayattaki duruşları ile” cümlesi oldu. Bunları söylerken Mike’ın yüzü tepemizde ışıldayan güneşe rağmen karardı, sanki gece tüm karanlığıyla ve boğuculuğu ile onun üzerine çöktü. O an aklımdan geçen; aynı masada ve zamanda olmamıza rağmen, o an Mike’la günün farklı zaman dilimlerini ve yılın farklı mevsimlerini deneyimliyor olduğumuz oldu. Kalpteki acı insanın gününü geceye, yazını kışa nasıl da çeviriyordu.

Mike, “Kızlarıma karşı kendimi çok borçlu hissediyorum, çok üzgünüm, vicdan azabım dinmiyor. Yıllardır kızlarımın çocukken ne yaşadıklarından, uğradıkları zarardan bihaberdim, vicdan azabından kurtulamıyorum” diye sözlerine devam ederken bir yandan öksürüyor, bir yandan da elleri titriyordu heyecandan, dudaklarını ısıra ısıra, gözleri masa örtüsündeki limon desenlerine takılı bir şekilde duraklayıp, derin nefes, aldı. O an, ona uzattığım bardaktan bir yudum su içtiğinde, içimden “kızlarına acaba bir başkası zarar verdi de Mike engelleyemedi mi?” diye bir düşünce geçti. Mike’ın yüzündeki hüzün ve acıdan anlayabildiğim kadarıyla, Mike çocuklarına bile isteye zarar verecek biri değildi. Acaba, “zararla” kastı mesleki yoğunluğu nedeniyle çocukları ile yeterince zaman geçirememiş olması mıydı? diye de geçti aklımdan. Bunlar aklımdan geçerken, derin bir nefes alarak, tüm dikkatimi tekrar Mike’a verdim. Olabildiğince yargısız bir taraftan onu dinlemeye kalbimi açtım.

Mike gözlerinden süzülen yaşlar eşliğinde, erkek kardeşi Tim’in üniversite öğrenimine denk gelen bir buçuk yıl kadar bir süreyi, Mike ve Mike’ın ailesinin yanında misafir olarak geçirdiğini anlattı.  Mike, erkek kardeşi Tim’den 17 yaş kadar büyükmüş. “Tim, bizimle kalmak istediğini söyleyince, kızlarımın annesi Melanie’nin de desteğini alarak, kapımızı ardına kadar açtım Tim’e. Öz evlatlarıma göstermediğim hoş görü, özeni gösterdim ona ne de olsa 20’li yaşların başındaydı ve hayat yolculuğu için kendine yol ve güzergâh çizmek derdindeydi diye düşündüm” diyerek anlattı Mike, ancak her halinden bunu yaptığına bin pişman olduğu belliydi.  Melanie, çok anlayışlıdır pardon çok anlayışlı idi, çok sevgi dolu, fedakâr idi” dedi. Ardından daha da hüzünlü bakan gözlerle kızlarının annesi Melanie’yi büyük kızı Rachel 21 yaşında iken kaybettiklerini ekledi sözlerine. “Melanie bambaşkaydı, herkesi kapsar, sevgiyle evinin kapısını açar, elindeki her şeyi paylaşırdı, herkesi sever, hataları hoş görür, insanları kolaylıkla affeder, mütevazilikte onunla yarışabilecek kimseyle karşılaşmadım” dedi Mike. “Ben de onunla iken onunla dönüştüm, mizacımda da vardı belki de, bir de zaten meslekten ötürü de insanlara yaşam yolculuklarında yardım etmek benim yaşam felsefemdi” derken yüzü aydınlanmıştı Mike’ın.   Rachel’den de, Melanie’den de bahsederken gözleri parlıyordu. Tim’in adını anarken ise, hayatının en büyük hatasını, suçluluğunu, pişmanlığını anlatır gibi yüzü kararıyordu adeta. 

Tim, hayattaki her şeyden şikâyet edip, hiçbir şeyden mutlu olmayan bir ruh hali içindeymiş. Ya da öyleymiş gibi yansıtıyormuş Melanie ve Mike’a. Melanie, Tim’in depresyonda olduğunu düşünüp, onun için üzülüyormuş. Tim, üniversite hayatında da sosyal ilişkilerinde de başarısız oluşunu içinde bulunduğu depresif ruh haline bağladıkça, Melanie ve Mike ona tüm kaynaklarını sınırsızca açıp, onun mutluluğu için ellerinden geleni yapmışlar. Melanie, Tim’in en sevdiği yemekleri yapar, odasına sırf o dikkati bölünmeden ders çalışabilsin diye, günde dört-beş kere kahve servisinde bulunur, meyve tabağına kadar hazırlayıp, Tim ders çalışırken odasına götürürmüş. Mike da maddi ve manevi tüm kaynaklarını Tim’e sunmuş. Her isteğini, her ihtiyacını gözetip, onun için ellerinden gelenin en iyisini yapmışlar.  Yaz döneminde, Melanie’ye haftada 2-3 gün üçer saatlik Norveççe-İtalyanca eş zamanlı tercümanlık yapması için iş teklifi gelmiş.  Mike’ın o zamanlar altı ve dört yaşlarında olan kızları Rachel ve Claudia haftada 2-3 gün birkaç saat Tim’in yanında kalmışlar ve bu şekilde Melanie iki, üç ay kadar çalışmış. Sonrasında, Tim başka bir üniversiteye geçiş yaparak, başka bir şehre taşınmış. Üniversiteyi, tam yedi yılda bitirebilmiş, Melanie ve Mike’dan her türlü desteği görmesine rağmen. Tim, üniversiteden mezun olduktan sonra hiçbir şekilde iş bulamamış. Mezuniyet sonrası da gelip, Mike’ın evinde kalmış bir süre. Mike, Tim’e yine kol kanat gererek, onu çeşitli mesleki eğitimlere göndermiş, ancak bu da fayda etmemiş. Nihayetinde, Mike geniş sosyal ağını kullanarak, Tim’in bir işe yerleşmesini sağlamış. Mike, bugüne kadar kendi öz kızları için bunların hiçbirini yapmamış, zaten kızları da babaları gibi her şeyi tek başlarına başaran, azimli, çalışkan mizaçtaymışlar.

Tim’in işe yeni başladığı dönemlerde, Melanie’nin bazı sağlık sorunları baş göstermiş. Tim, ona bir abla gibi kol kanat geren Melanie’nin hastalığını bile sağda solda yalanlayıp, Melanie’nin bu hastalığı manipülasyon amaçlı uydurduğunu anlatmış. Ortak bir tanıdıkları Melanie ve Mike’ı bu konuda uyarsa da bu hainliği Tim’e yakıştıramadıkları için buna inanmamışlar. Mike, bunları anlatırken uzaklara dalarak, “Kişi karşısındakini en çok kendi gibi biliyor, maalesef bizi uyaran dostumuz gerçeği söylemiş, biz sadece kendimizi kandırmışız, belki de insan kendi vermiş olduğu emekten, fedakarlıklardan ötürü karşısındakine hainliği yakıştıramıyor, aksi takdirde içinde onarılmayacak bir yara açılmasından korkuyor belki de” dedi zar zor yutkunarak.  Bir süre sonra, her gerçeğin er ya da geç ortaya çıkışı gibi, Tim’le ilgili bu söylenenlerin doğru olduğu da ortaya çıkmış. 

Melanie, bundan da şikâyetçi olmamış, “herkesin olgunluk seviyesi ve derinliği aynı şekilde olmaz, onun hayatı okuyuşu, bilinç düzeyi bu noktada demek ki” demiş. “Melanie, Tim’den sadece yedi yaş büyük olmasına rağmen bu kadar olgun bir ruh imiş” diye içimden geçirerek, “Mike’ın Melanie’ye olan hayranlığının sebeplerinden biri de bu olsa gerek” diye düşündüm.  Bu olaylardan kısa bir süre sonra, Melanie maalesef hayata gözlerini yummuş. 

Bunu duyunca, “Peki ya, karavanın içindeki” diye sormuş bulundum istemsizce, bir yandan da içimde bir burukluk hissederek.  Melanie’nin karavandaki hanımefendi olduğunu düşünerek dinlemiştim Mike’ın anlattıklarını, heyecanla onunla tanışmayı bekliyordum. O an, sanki büyü bozulmuştu benim için. Karavandaki hanımefendi, Mike’ın ikinci eşi Zonne imiş. 

Mike’a bir bardak daha çay koymak için içeri gidip geldiğimde, arkadaşımın annesi Clara, sordu “Neden bu kadar üzgünsünüz, eşinizi kaybettiğiniz dönemde kızlarınıza yeterince destek olamadınız mı, ondan mı?” diye. Ardından da ekledi, “Ben  de eşimi kaybetsem dayanamazdım, belki de çocuklarımı ihmal ederdim, Melanie’yi anlatırken gözlerinizdeki parıltıdan ona olan sevgi ve saygınızı derinden hissettim ben” dedi. Mike ona servis ettiğim vanilya çayının kokusunu içine çekip, bir yudum çayından aldıktan sonra, anlatmaya başladı. “Çok yakın zamanda, kardeşim Tim!in oğlu Olsen yirmi kişilik kapasiteli bir barda beş dakikalık bir skeç ile sahne almış, mekanda başka kişiler de varmış art arda beşer onar dakikalık sahne alan. Tesadüf bu ya, Zonne’nin yeğeni de o sırada o barda. Zonne’nin yeğeni ve küçük kızım Claudia çok iyi anlaşırlar, yaşları da yakın, ikisi de biyokimya doktoru, zaten Zonne ile tanışmam da Zonne’nin yeğeni Sofia, ve Claudia sayesinde olmuştu… Neyse, Sofia, Claudia’ya yollamak için, skeci baştan sona kadar telefonunun kamerası ile kayıt edip, Claudia’ya yollamış. Claudia izleyince şok olmuş, Olsen, tüm skeç boyunca benim sağlık sorunlarımla dalga geçip eğleniyormuş videoda, ancak kendisinden başka gülen de alkışlayan yok Olsen’i mekanda. Claudia,  videoyu izleyince ağlayarak ablası Rachel’i arayıp, onu da bilgilendirmiş konu hakkında ve ablasına da yollamış videoyu. Kızlarım, beni üzmemek için videoyu bana yollamamaya karar vermişler.  Ancak, Sofia, Zonne’ye de bilgi amaçlı videoyu yollamış. Zonne, videonun içeriğinde ne olduğunu bilmediği için videoyu benim yanımda açınca, o malum skeci baştan sona kadar ben de dinlemiş oldum. Video baştan sona, benim son zamanlarda baş gösteren sağlık sorunlarımla dalga geçmek üzerine kuruluydu. Olsen,  “Amcamda var bu hastalık “diyerek, gülüp, eğleniyor.  Video kaydından anladığımız kadarıyla, mekandaki hiç kimse gülmemiş bile bunun anlattıklarına, sadece kendi gülüyor. Ben yine de üzülmedim, malum herkes  yaratıcı olamaz, kişinin yaptığı espri vizyonunu, genel kültürünü, hayata bakış açısını, ruh sağlığını da yansıtır. Ayrıca, herkes yaratıcı, üretken mizaçta da olamayabiliyor, herkesi ilham perileri ziyaret etmiyor maalesef.  Yaşı 35 olsa da, başarısız eğitim ve iş hayatı denemeleri sonrası nerden esinlendi bilemem şansını sahne şovlarında denemek istemiş anlaşılan Olsen. Dünyaya açılan penceresi maalesef amcasının sağlık sorunlarını komik görebilecek kadar genişmiş ya da darmış bilemedim, bu konu ona komik gelmiş, aynı sağlık sorunları ile mücadele etmek zorunda kalan insanları da yaralayabileceğini düşünemiyor. Herkes Melanie ve benim kızlarım gibi olgun, hatır bilir, güzel erdemli ve ahlaklı olmuyor demek ki diye düşündüm. Sonra da bu düşüncemin bile yargılayıcı, dışlayıcı olduğunu düşünerek, bu düşüncemden bile rahatsız oldum.”

Kızlarım geçen hafta bizi ziyarete geldiler. Eşim Zonne’nin doğum günüydü.  Bu videoda geçen olayı başkasından duymayıp, benden duymalarını istediğim için onlara gösterdim videoyu, konuyu çok yumuşatan bir dille girizgahı yaparak. Ona kızmamalarını, onun belki de malzeme bulamadığını, herkesin yaratıcı olamayacağını, salonda hiç kimsenin gülmediği bu skeçle en çok kendisini kötü duruma düşürdüğünü, üzerine gitmemeleri gerektiğini söyledim. O sırada, Rachel ağlayarak “Ben daha fazla bunu saklayamayacağım” dedi  Maalesef iki kızım da yıllarca çocukluklarında, her türlü yardımda bulunduğum kardeşim Tim tarafından defalarca hem fiziksel hem de psikolojik şiddete uğramışlar. Çocuklarım o dönem anneleri Melanie’nin vefat eden ablası nedeniyle üzgün olduğunu gözlemleyerek, zaten üzgün olan annelerini daha da üzmemek için bunu saklamışlar. Her şey, Melanie’nin Norveççe-İtalyanca eş zamanlı çeviri yapmak için işe gittiği ve çocuklarımın Tim’le evde yalnız kaldıkları dönemde olmuş. Düşünsenize bizim evimizde kral gibi ağırlanan Tim, bizim çocuklarımıza ona emanet edildikleri birkaç saat içinde kabus gibi anlar yaşatmış ve sonrasında da hiçbir şey olmamış gibi soframıza oturup, yıllarca her türlü kaynağımızı vampir gibi sömürmüş. Neyse, annelerini üzmemek için o dönem susan kızlarım, sonrasında da anneleri sağlığını kaybedip, hayata gözlerini yumunca bu konuyu sır gibi beni de üzmemek için içlerine atmışlar. Bunu öğrendiğimde, başımdan kaynar sular döküldü. Tim’e Melanie ve benim göstermiş olduğumuz onca ilgi, sevgi, karşılıksız destek ve her türlü yardıma rağmen çocuklarıma bu yaptıkları, bana ve Melanie’ye bunca ihanette bulunmasına sebep neydi diye günlerdir düşünüyorum. İşin içinden çıkamıyorum. Bu kadar nankörlüğü, hainliği hazmetmekte zorlanıyorum. Üzüntüden kalp krizi geçirip, hastaneye kaldırıldım bunları öğrendikten sonra.  Kızlarım, geriye dönük dava mı açsak baba, bir sonuç almasak bile temiz bir yüzleşme olur dediler.  İşin içinden çıkamadım, doğayı çok severim, sessiz ve huzurlu bir şekilde yolumu bulmak için geldik işte karavanla buraya, bir hafta kadar burada izole bir şekilde düşüneceğim” dedi. 

O sırada, gözüme Mike’ın yanı başındaki yaban tavşanı takıldı. Tam sol tarafında, sandalyesinin yanında bir yaban tavşanı kıpırdamadan öylece duruyordu. Mike’a elimle tavşanı göstererek “Bu neyi sembolize eder, bilir misiniz?” diye sordum.  Tavşan, oldukça iri ve sakindi. Mike anlamını bilmediğini ve bu konudaki her türlü yorumuma açık olduğunu söyledi. “Tavşanın yeniden doğuşu temsil ettiğini” söyledim. “Nereden biliyorsunuz bunu?” diye sordu bana. Çocukluğumdan beri sembollerle ilgilendiğimi anlattım ona. “Bu yaşanan olaylar ile siz ve kızlarınız yeniden doğuyorsunuz” dedim. Mike durakladı; “Bu yaştan sonra, bunca ihanet, nankörlük ve hainlik nedeniyle duyduğum acıyla nasıl yeniden doğacağım?” diye sordu bana, bir kaşını yukarıya kaldırarak. Mimiklerinden ve ses tonundan sinirlendiği belli oluyordu. Devam ettim sözlerime “Kızlarınız yaşadıkları travmatik olay nedeniyle psikolojik destek şu anda da alabilirler, hiçbir şey için geç değil bu konuda. Tim’in yaptıklarının üzerinin örtülmemesi ve geç de olsa kızlarınızın seslerinin duyulması için de geriye dönük yasal olarak yapılabilecek şeyler varsa, onları da yaparsınız ancak şunu da bilin ki ben karmaya inanırım, Tim, zamanında Melanie’nin hastalığını yalanlarken Melanie’yi itibarsızlaştırmış olmasının bedelini, kızlarınıza yaptıklarının bedelini, sizin ona maddi ve manevi olarak sunmuş olduğunuz imkanların karşılığını ihanet ve nankörlükle size yansıtmış olmasının ve amcasının sağlık sorunları ile dalga geçebilecek karakter ve bilinç düzeyinde bir evlat, Olsen’i yetiştirmiş olmasının bedelini öder bu hayatta öyle ya da böyle bir şekilde. Olsen de babasına iyilik dışında bir şey yapmayan, kendisi insanlara şifa dağıtan amcasının sağlık sorunları ile dalga geçecek mizaçta olması ve bundan para kazanmayı umuyor olması nedeniyle bence bedel öder hayatta. Olsen de aynı şekilde karma yarattı ve bedelini ödeyecek. Umarım anlattığı skeçteki hastalığın aynısı kendisin başına gelmez. Ben karmaya inanırım.” dedim. 

Mike, tavşanın başka anlamının olup olmadığını sorunca bana, tavşanın bolluk bereketi de sembolize etmenin yanı sıra, Budizm’de fedakarlığı sembolize ettiğini ve belki de Mike’ın fedakarlıkta ölçüyü kaçırdığı için Tim’in doymak bilmeyen aç gözlülüğünü, karanlık tarafa kayan yanlarını görmediğini ve Tim’i sürekli kendi bolluk bereketinden feragat ederek beslediğini söyledim Mike’a olabildiğince yumuşak bir ses tonuyla, onu daha da üzmemeye çalışarak.  

Hafta sonu şahit olduğum bu üzücü olaydan, ben de payıma düşen mesajı aldım; fedakârlıkta da, vericilikle de ölçülü olmak, karşı tarafın samimiyetini, iyi niyetini, inceleyip, tartmak gerekliymiş. Vermenin de, yardım etmenin de, destek olmanın da insana zarar verebildiği bir nokta varmış. Tıp doktoru olan babamın bir sözü vardı kortizon için “Kortizon uygun zaman ve uygun dozda çok mecbur kalındığında kullanılırsa hayat kurtarır, aksi takdirde hastaya çok zarar verir, o nedenle hekim çok dikkatli olmak zorunda ”derdi. Babamla, meslektaş olan Mike’a gülümseyerek demek ki “Fedakârlık da kortizon gibi doğru zamanda, doğru hastaya, doğru miktarda verilmeli imiş” dedim. Mike, “Bu tam benlik bir cümle oldu, bundan böyle bu bizim rehber cümlemiz olsun.” dedi. Bu hafta sonundan beri ben de değiştim, dönüştüm, bunu derinlerde hissediyorum.  Sanırım ben de yeniden doğdum.  Mike’da ve Melanie’de yakaladığım kurtarıcı rolüne girmeye her koşulda gönüllü oluş, etrafta mağduru, acizi oynayan herkese maddi ve manevi her anlamda destek olmak, hatta bazen kendimi bazı zorlayıcı sorumlulukların altına sokmak, kendime zarar verecek derecede kaynaklarımı kullandırmak, hatta kendi hak ve önceliklerimden feragat etmek gibi hal, tavır, alışkanlık ve bilinç altı kodları bende de vardı bu hafta sonuna kadar. Saatlerce yanımızda kıpırdamadan duran yaban tavşanın temsil ettiği sembolik anlamları, ilahi bir mesaj olarak kendim için de aldım, cebime koydum. Ölçülü fedakârlık, ölçülü emek ve kaynak akıtmak, bundan böyle benim de yaşam felsefem. Aşırı derecede yaptığımız fedakârlıklar,  bizleri suistimale maruz bırakırken, karşımıza geçip manipülasyon amaçlı mağdur rolünü oynayanların da içlerindeki nefs denen doymak bilmeyen ejderhalarını daha da vahşileştiriyormuş. Bunu hiç bu şekilde düşünmemiştim. 

Güzel ve aydınlık ruhlarla karşılaşmak ve her konuda ölçülü olabilmek dileğiyle, aşk ve sevgiyle kalın…

1932-2024 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447