Hayvan Sevgisini Tatmamış İnsanların Vicdana Gelmelerini Umuyorum

Merhaba Meral Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba, Almanya doğumluyum. Çocukluğum orada geçti. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümünü yarım bıraktım. Manisa Celal Bayar Üniversitesi İş Güvenliği bölümünü bitirdim. İş güvenliği uzmanlığı yapıyorum.

Meral Filiz

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Hayvanseverlerin sesi olmak ve sesimizi duyurmak istedim. Bu alanda böyle bir eksiklik vardı. İstedim ki hayvan hakları adına kalıcı bir şeyler olsun bizden de. Hayvan sevgisini tatmamış insanların hasbelkader kitabı olduklarında vicdana gelmelerini umdum. Çok şey mi istedim bilmiyorum. Bazı gazetelerde ve dergilerde başka yazılarım yer buldu ama hayvanlar konusunda bu ilk.

Hayati tehlike oluşturdukları gerekçesiyle başıboş sokak köpeklerinin uyutulması yasasının tartışmaları sürerken hayvanseverler olarak kaleme aldığınız “Hayvanlar Olmadan Asla” isimli ikili kitap Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Kitaplarımız iki cilt halinde çıktı. İçlerinde Yonca Evcimik, Ali Erkazan, Beste Acar, Atlas Karan Tumluer gibi ünlülerden ünsüzüne Türkiye’nin her yerinden ve yabancı ülkelerdeki bizden insanların anıları hikayeleri var. Hayvan kurtarma anınız var mı, ya da sizi kurtaran bir hayvanınız oldu mu diye yola çıkmıştık 2015 yılında.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Şu aralar başucu kitabım Enis Timuçin’in Katmanlar isimli kitabı. Bir de Hayvanlar Olmadan Asla kitapları. Okumak her zaman bana iyi gelmiştir. Kitabı okumadan önce yazarın hayatını okurum. Her kitapta ve yazar hayatında kendimden bir parça bir şeyler bulurum. Kitap okumak hayata daha farklı pencerelerden, farklı açılardan bakmamı sağlıyor.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Hayvanlar Olmadan Asla çok sevildi. Bu kitabın 3.sü de gelecek. Elimde kitaba sığmayan hikayeler var. Her biri kitapta olmayı hak ediyorlar. Emek var anılarda.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Kitap okusunlar. Okumaktan ve yazmaktan vazgeçmesinler. Her kitap bir dünyadır. Her kitap farklı bir bakış açısıdır ve hayata dokunmaktır.

Kalbinizi Gözle Gördüğünüze Emanet Etmeyin

Merhaba Furkan Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba. Aslen Adana doğumlu, eğitim hayatını Van, Ankara ve Mersin’de tamamlayan memur bir ailenin çocuğuyum. Eğitim hayatımı tamamladıktan sonra 2004 yılından itibaren özel sektörde büyük şirketlerin satış ve yönetim departmanlarında çalıştım. Halen çalışmaya devam ediyorum. Seyahat etmek, Kitap okumak ve ailemle birlikte vakit geçirmeyi çok seviyorum. 

Furkan Diker

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

İlk yazmaya başladığım dönemlerden bu yana her yaşamın nedeni olduğuna inanan bir insanım.  Yazma yolculuğum lise dönemlerinde başladı.  Elden ele dolaşan şiirlerim ve yazılarım, arkadaşlarımın dikkatini çekmeye başlayınca kendime ait bir defter oluşturdum. Bazen okur hüzünlenirim. Bazen de okur geçmişe yolculuk yaparım. Bir vakit yazmaya uzun bir ara verdim. Daha sonrasın da yaşadığımız bu hayat ve o tertemiz kalpleriyle sevgisiz büyüyen insanları gördükçe sanırım yazmayı bırakmamam gerektiğini öğrendim. Tekrardan yazılarıma başladım. Kalp güzelliğini dış güzellikten daha değerli yapacak ne varsa yazmak istedim. Böylece kitap yazmaya doğru uzun bir yolculuğa başladım.

Sizce şiir nedir? Şiirde olmazsa olmaz dediğiniz öğeler var mı?

Af buyurun lütfen. Tabi ki şiir yazmanın bir adabı ve kuralı vardır. Şiir kişiden kişiye farklılık gösterir. Kimine göre kafiyeli şiir şiirdir. Kimine göre serbest şiir şiirdir. Bana sorarsanız eğer naçizane fikrim şiir ruh ve bedenin birbirine uyum sağladığı bir hayat gibi büyülüdür.

Şairlik sizin için ne ifade ediyor? 

Şair yaşadığı dünyaya ve düzene herkesin gördüğünden farklı olarak bakmalı. O acıyı ve mutluluğu kalbinde yaşamalı. Bundandır ki şairlik bence bu dünyaya ait olan bir şey değil. Ben şairim diyebilmek büyük cesaret ister. Daha önümüzde bitmeyecek bir yol ve öğreneceğimiz birçok şey var.

Aforizmalar şeklinde yazılarınızın ve şiirlerinizin yer aldığı Larmina isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Herkese ayrı ayrı teşekkürlerimi sunuyorum. Kalbin çiçeği sabır, suyu umuttur. Nefesi sevgidir. Her satırı tertemiz kalplere sahip olan insanların söylemek isteyip de söyleyemediği kalpten gelen sözlerle dolu olduğuna inanıyorum. Sevgili dostlarım yalnız değilsiniz…

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Aslında Cemal Süreya’nın bende çok ayrı bir yeri var. Cemal Süreya’nın dediği gibi; ‘’Bugün yaşamayı seviyorum. Yarın da bir neden bulur severim. Daha sonra yeniden keşfeder yeniden severim. Benim sevmekten başka işim yok ki…’’ 

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Uzun zamandır üzerinde çalıştığım bir kitabım var aslında lakin şuan bunun için çok erken olduğunun kanaatindeyim. Anlayışınız için teşekkürlerimi sunuyorum.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

İnsanların anlamadığı bir dünya var aslında. Zamanı geldiğinde yüz güzelliğimiz gidecek. Yaşadığımız bu dünya da değişecek. Eşyalar eskimeye başladığında o acı gerçekle tanışacağız. Zamanla unutulacağız. Tek bir şey unutulmaz. O da temiz bir kalp ve sevgi azizim. Asla değişmeyecek ve daimi kalacak tek servetin. Merhametli olduğunuz için insanlar bazen size acıyan gözlerle bakar. Bilmezler ki temiz kalpte merhamet acıtmayan bir duygudur. Ağlarsın; lakin insanlar sana güler, güçsüz olduğunu düşünürler. Oysa sen kalbini temizlersin. Onlar sevgiden bihaberdir. Yaşadığımız şu bilmem kaçıncı çağda kalbi güzele denk gelmeniz dileği ile sözlerimi bitirirken; Ey Âşıklar! Kalbinizi gözle gördüğünüze emanet etmeyin. Sevgiyle kalın efendim.

Hayal Kurmaktan ve Umut Etmekten Vazgeçmeyin

Merhaba Fethiye Deniz Hanım okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder mısınız?

Ben Fethiye DENİZ; 26 yaşındayım.  Üç üniversite okuyup, şu an dördüncü üniversitemdeyim. Okumayı hep sevdiğim, için her güne yeni yeniden derim. Bir filmi izlerken bile yanıma defter ve kalem alırım. Bu film bana ne öğretiyor derim. Bir ayete geçtiği gibi "her şey bir nedenden gelir." birazcık detaycıyım ben, bu da yorar insanı ancak ben yorulmuyorum.  İlham kaynağım olarak doğayı ele alırım. Boş zamanlarda genelde spor ile uğraşmak, Keman çalmak ve türlü türlü branşlarda eğitim alıp kendimi geliştirmekle geçer. Yaptığım işler genelde planlı yaparım, düzenin olmadığı yerde başarının olmadığını düşünürüm. Plansız yaptığım işlerin de başarıya ulaşmadığını gördüğüm zamanlar olunca; planın ve düzenin olduğu yerde başarının var olduğunu düşünürüm. Bu ikilinin olmadığı yerde beklenilen hedef doğrultusunda olsa da gerçek başarıya ulaşılmadığını analizini görüyorum.

Fethiye Deniz Demir

Her zaman kitap okumayı bir hobiden öte hayatın bir ihtiyacı olarak gördüm. Ve var olan boş zamanlarımı değerlendirmekten öte, okumanın bir ihtiyaç olduğun ve bu ihtiyaçlarının temel gereksinimini ruh ve zihnin besin kaynağı olarak görürüm. Ondan her güne, bir kitap, her geçen zamana bir sayfa sığdırma gayretine sahibim okumanın yaşı ve de cinsi olmadan, her kitap bir dünya sunar diyerekten, her türlü kitabı okuyup öğrenmemiz gerekenleri öğrenebilme gayretine sahip olmamız gerektiğini varsaydığım, için hep kitap okurum.

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misin? sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Çocukluk hayalim olun subaylık ve harbiye aşkı, beni yazı yazma itti. İlk okuldan beri şiir yazmaya başladım. Zamanla artık şiirlerin özel bir dile sahip olup, her şiirin de bir hikayesi olması tanısı ile düz yazı yazmaya ve aradan geçen beş yıldan sonra düz yazı yazma serüveninden insanlara bir bilgi, bir ışık olmak ve kendilerini basitte olsa bir cümlemde bulacaklarını kanaatini görerek kitap yazmaya başladım. Beni yazı yazma yönlendiren şeylerini yaşadığım askerlik mesleğine duyduğum sevgi ve aşkın yoğunluğu oldu. Çünkü kendimi şiirler ve yazılar ile daha iyi ifade ettiğimi hissediyordum.

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Başta üniversite arkadaşım Fatma Gül İŞÇİ, ailem ve yakın arkadaşlarım oldu.

Bir Harbiyeli ile Bahriyelinin imkânsız aşkını akıcı ve lirik bir dilde anlattığınız Yoldan Bir Haber isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okuyucularınızı ne gibi sürprizler bekliyor

Teşekkür ederim. Bu hikâyenin akışı yoğun ve Foça'da başlayan hikâye Barlas’ın eğitiminin bitmesi ile başlayan ayrılık ve aradan geçen iki yıl sonra Gizemin bir deniz subayı olarak İzmir'e atanmasıyla aşkın küllerinden yeniden doğmasını sağlayacak. “Bir aşk sevgiden, sabırdan, başka ne ister ki” sorusunun yanıtını verecektir sizlere. Azmin, başarını ve sabrın sonucunda yolların da insanlara sunacağı bir birlikteliğini olduğunu, verecektir, sizlere.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? yazarların ve kitabın hayatınızda nasıl bir etkisi oldu?

Yazdığım tür açısından kendimi gördüğüm herhangi bir yazar olmadı. Ancak hayatıma ışık tutan ve yolunda “daima ileri parolası olarak” Mustafa Kemal ATATÜRK oldu. Beni en çok etkileyip, defalarca okumaktan, bıkmadığım ve her okuduğumda bana ayrı bir şey çağrıştıran Gençliğe Hitabesi oldu. Özelikle de Gençliğe hitabe ’de yer alan Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şeriat içinde dahi vazifen Türk İstiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur. Sözünden yola çıkarak insanların sahip olduğu kudretin damarlarındaki asil kanda mevcut olduğunu ve bunu ancak kişilerin kendinde öngörerek hissederek yola girmeleri gerektiğini sunuyor, bizlere.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Hayat sürprizlerle dolu beklemede kalın.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Umut etmekten ve hayal kurmaktan asla vazgeçmesinler, her şeyin başı umut her adımı ilki hayal ile olur. Bir kitapta geçtiği gibi “umut karın doyurmaz ama insanı ayakta tutar”  Bizler her ne kadar hayal kurup da bir yol çizersek hayatın da bizlere sunacaklarının olacağını unutmamalıyız. Planlı ve düzen doğrultusun da olan insan, er ya da geç hedeflediğine ulaşır. Sadece inanmaktan ve neyi istediklerini bilmekten vazgeçmesinler. Her adım bir hayalle başlar diyerek okuyucularıma iyi okumalar size de bu keyifli röportajımızdan dolayı teşekkür ederim.

Ceren Talay: Buğulu Minnet

Çapaladığı toprak her darbede kokusunu daha fazla etrafa dağıtırken nemlenmiş alnını bahçe işlerinde kullandığı eski gömleğinin koluna sildi ve derin bir nefes verdi sabahtan beri ufak bostanıyla uğraşıp yorulduğu için. Yine de içinde iyiliğe dair öyle büyük bir umut vardı ki kolları ve parmakları yorulsa dahi çalışmaktan vazgeçmiyordu. Yaptığını büyük bir fedakarlık gibi görüyordu kendisi ve bugünden sonra gelecek neslin göreceği yeşil dünya için. 

Ceren Talay: Buğulu Minnet

Her kahvaltıdan sonra aylarca uğraşıp adam ettiği bahçesine girer, o gün tatmin olana dek ağaçlarıyla, çiçekleriyle ve bostanıyla ilgilenirdi. Ellerinden toprak kokusu hiç gitmezdi ve zaten o da artık alıştığı kokuyu duyamamaktan korkar olmuştu. Eski bakımlı ellerini feda etmişti bu uğurda. Elleri çatlamış, oyuklara kahverengi toprak parçaları dolmuştu. Yalnız asla elleri için kirli demezdi. Koyulaşmış teni yıllardır beklediği bir hasretlik gibi hissettiriyordu özellikle son zamanlarda. Toprağın dokusunu teninde duymasını alıkoyuyor diye eldiven de kullanmazdı. Hiçbir yılı es geçmeden kendisine türlü nimetlerle gelen toprağa eldivenlerle dokunmak saygısızlık gibi geliyordu çiçeği burnunda sevdalı için. Her defasında ayrı bir hayranlık fark ediyordu kendinde, aynı toprağın aynı su ile sulanıp çeşit çeşit çiçeği, meyveyi ve sebzeyi ona sunmasına karşın. Gözlerindeki yaşam ateşini yeniden yakmıştı bu kara yumuşaklık. Sanki tüm bu nimete ev sahipliği yaparken onun ruhunu da hevesli ve mütebessim bir halde konuk ediyordu. Çiçeği burnunda köylü tüm bu hayatla birlikte bir daha tutkuyla bağlanıyordu zaten her gün görmeye geldiği toprağa. 

Güneşin ısıtan ve ışıtan dalgaları altında ellerinin altındaki toprak öğleye dek yavaş yavaş ısınırdı. Hele ki yaz ayları geldiğinde bu sıcaklık adeta kalbine dek yükselir, sanki bitmek bilmeyen cümbüşünden dolayı dışarıda oturulan yaz geceleri gibi o da bir türlü topraktan kopup da evine gidemezdi. Öyle hissediyordu ki bu sevgi yalnız kendine has değildi. Ne sabah kendisini bahçeye atsa denizin de kokusunu toprağın üstüne yolladığını, o bereketli kokuyu doya doya maviliğine doğru çektiğini görürdü. Bu bereketli topraklara yaz erken gelirdi belki de bu sevdalıların hürmetine. 

Çeşit çeşit meyve sebzenin çıktığı bu memleket kimine aş kimine iş kapısı oluyordu. Buranın yerlisinden kendini farksız görmeyen genç kadın için de bu bereket kendi karın tokluğuna ve hediyelerine karşılık buluyordu. Topladığı elmaları, limonları kendi ördüğü sepetlere koyup dağıtırken ne vakit bir özel gün olsa çiçeklerinden yaptığı buketleri de hayranlık duyduğu köyün kadınlarına hediye olarak götürürdü. Burada öyle sıcak karşılanmıştı ki öğretmen hanım diye gösterdikleri güler yüzle beraber sofralarında da kendisine müstesna bir yer vermişlerdi. Kalbinde hissettiği tüm bu sıcaklık bakıp büyüttüğü çiçeklerinde anlam bulurken öğretmen de en turuncu ve sarı olanları toplardı. Papatyalarından taç yapardı ve bayramlıklarına yakışsın diye kızların saçlarını süslerdi. Bazen hafif bir rüzgar olurdu yaz akşamları ve bahçenin bir kenarındaki güllerinin kokusu vururdu sanki tüm yol boyu. 

Çapaladığı yerden gözlerini kaldırıp beyaz bulutlara baktı. Sanki o çalışırken üstüne gölge olur gibi aheste aheste başının üstünden geçiyorlardı. Doğa, gösterdiği hürmete karşılık ona her türlü iyiliğini yapıyor ve sanki öğretmen ne zaman başını uçsuz bucaksız mavi göğe kaldırsa yumuşacık bir tebessümün kendisine hediye edildiğine inanıyordu. Baharın bu aydınlık günleri sanki yalnız kendinde değil, adeta tüm köy sakinlerinden bir bayram havası estiriyordu. O zamanlar kimi görse kuş gibi şakıyarak selam veriyor, yaptığı işin ağırlığı altında kamburlaşan sırtına rağmen bir tebessüm edip devam ediyordu yoluna. Buz mavisi gök sarı ışıklarla bezeli halde kaldığında sanki her şeye ayrı bir can gelirdi köyde ama bir de bir grilik boyadı mıydı tüm bu günlük güneşlik havalar en az birkaç gün kaybolur, toprak bol bol suya doyardı. Öylesine güzel bir bütünlük vardı ki yerle gök arasında yağmur daima en doğru zamanda imdada yetişir gibi düşüyordu bir anne şefkatini hissettirircesine. Buralarda her şey çok merhametliydi. 

Çapayı kenara bırakıp ellerini toprağın üstüne koydu ve yumuşacık hissi parmakları arasında duymak için yavaşça avucuna aldı bir parçasını. Her  tutuşunda bu his değişiyordu. Daha ufak bir çocukken annesini kaybettiğinde avuçladığı ve kokladığı toprağın tüm o havası bambaşka geliyordu ya da öyle düşünmek istiyordu. Hırçınlığını çoktan kaybetmiş gözyaşlarına karşın irisleri nemlenmiş olduğundan tüm bu sevgisinin doğru olup olmadığı takıldı yeniden aklına. Gerçekten can mı veriyordu toprak, gerçekten nimetler içinde boğazlarından geçecek birkaç lokmayı ve gözlerine, burunlarına hitap edecek türlü çiçeği önlerine mi sunuyordu yoksa tüm bunlar bir özür dileme vesilesi miydi? Sayamayacağı bitki tüm o aldığı canlara bedel olur muydu ve insanlık bunu kabul ettiğinin farkında mıydı? Belli ki ellerinden alınan sevdiklerine karşın – kendi de dahil olmak üzere- can bulan bunca varlığın hürmetine, bir hesapla başlarına gelmiş olayları görmezden gelecek kadar minnet duygusu gelip çöküyordu herkesin üstüne. Kalbi ağrıyordu aslında herkesin usul usul. Kimse istese de nefret edemezdi zaten. Toprak cezalandırılamazdı ve belki besledikleri bunca sevgi bir hürmetten öte mecburiyetin yalancı samimiyetinden ibaretti. Böyle dokunmasalar toprağa, nefes almasını sağlamasalar aç kalıp giderlerdi. 

 “Sonra bir bakmışsın de can var ne canan.”

Vefa Neden İstanbul'da Bir Semt Adı Sadece - 5

Bütün geleneksel ahlaki öğretilerde yetimden, yetim malına gösterilmesi gereken hassasiyetten bahsedilir de neden işin vefasızlık ve nankörlük yönü hep argoya yahut öfkeli anlarımıza havale edilmiştir? Yetimlik ya da öksüzlük bir peygamber ayrıcalığıdır aslında biraz da ama yine de Tanrı kimseyi küçük yaşta yetim veya öksüz bırakmasın. Büyüyünce hepimiz yetim ve öksüz kalıyoruz zaten. Yalnız, burada yapmak istediğim meseleye bir diğer açıdan bakmak biraz da.

Vefa Neden İstanbul'da Bir Semt Adı Sadece - 5

Neden din adamları sürekli yetim malına el uzatan zalimlerin, sonu kötü biten ibretlik hikâyelerini anlatır da hiçbir zulme maruz kalmadan sırf iyilik gördüğü kişiye karşı nankörlük yapan, yetimlerden bahsetmezler? Ya da neden anlatılarda üvey anneler hep kötüdür? Neden? Yetim-öksüzler, kendileriyle ilgilenen kişilerden yakınmalarında her zaman haklı mıdır acaba? Şüphesiz ki hayır.  

Tabii ki vefa sahibi insanlar kadar yaptığı iyiliğin manevi hazzını yaşayan erdemli insanlar da var; tabii ki kötülük yapan kadar nankörlük yapan da...

Hatırlarsak Tacitus şöyle demişti: “İyilikler insana, karşılığını verebileceğini sandığı sürece hoş gelir. Bu ölçüyü aştılar mı onları minnetle değil kinle karşılarız.” Bu söz bağlamında bir yetimi veya öksüzü düşünelim. Bir de o yetim-öksüzün kendisini büyüten yakınını, akrabasını. Bu çocuğa yakını zulmetmişse, zaten bu yakını kötü bir kimsedir dolayısıyla yetim, o yakınına haklı olarak kin ve nefretle bakacaktır. Bu konumuz dışındadır. 

Yok, yetim-öksüz, kendini yetiştirenden iyilik görmüşse;  düşünün o iyiliğe o yetim-öksüzün tam olarak karşılığını vermesi mümkün müdür? Bu, mümkün olamayacağı için–o yakını iyi bir insan olsa dahi- o yakınına yine nefret ve kinle bakacaktır.  

Peki, burada bir sorun yok mu? Elbette var. “Birey” olma yolunda ilk adımını atan “ergen”, -bilinçsizce- kendini var eden ilkel kötü huylarının farkındadır ve bu yüzden kendini değersiz hissetmektedir. Yetim-öksüz örneğinde olduğu gibi çevresel faktörler de değersizlik duygusunu köpürtürse ergen birey, kendini daha da değersiz hissetmektedir. İnsanın bir miracı(yükselişi)  yaşaması için var olduğunu varsaymıştık. 

İşte bu değersizlik duygusunu iyice hisseden ergen, önce “birey” e (daha sonra “olgun birey”e) dönüşmekle ödevli olduğu için “birey” gibi kendini, yapılan iyiliğe karşı borçlu hissediyor. Ödeyemeyeceği borç karşısında ise ezik kalıyor. Eziklik yarasını sağaltıcı “kin” ve “nefret” duyguları devreye giriyor böylece. Oysa “birey”, anlayışla karşılıyor. Kendini kısmen borçlu hissediyor kısmen de vefa duygusu geliştiriyor kendine yapılan iyiliğe. 

“Olgun birey” ise böyle bir borç hissetmediği için sevgi ve vefa duygusu geliştiriyor. Çünkü biliyor ki bu, ne kendisinin ne de karşısındakinin meselesidir. Yetim-öksüz ve değersiz olmayı kendi seçmemiştir. Kendine iyilik yapan da “Bir fırsat doğsa da iyilik yapsam!” diye düşünerek o yetim-öksüze yardım etmemiştir. Dolayısıyla kendi elimizde olmayan durumlar için ne kendimizi borçlu hissetmeye ihtiyacımız vardır ne de eziklik duymaya… Her iki durumda da daha insan olmaya ihtiyacımız vardır.

Amacım hâşâ yetim ve öksüzleri incitmek değil. Sadece haddim olmayarak meseleye teşhis koymak istedim. Demek ki ister yetim-öksüz olsun ister olmasın çocuk eğitiminde mutlaka çocuklara değerli olduklarını hissettirmeliyiz.  Ayrıca borçluluk duygusuna kapılmaması için iyilik yaptığımız kişilere -durumlarına uygun bir şekilde-  bize olan borçlarını ödemelerine fırsat vermeliyiz.

Kişide “vefa” ve “sevgi” duygusunun gelişmesi için mutlaka kişinin, çok değerli olduğunun bilincine ulaşması gerekiyor. Çevremizde bize değer verecek insanlar olmasa bile sadece insan olarak dahi çok değerli olduğumuzun bilincinde olmak... Ne diyor Şeyh Galip: “Hoşça bak zatına ki sen âlemin özüsün, göz bebeğisin.”

İşte gerçekten bu bilince ulaşmış insanın vefasız ya da nankör olması artık mümkün değildir.

Not 1: “Ey insan evladı! Kendine saygıyla/hürmetle yaklaş; çünkü sen kâinatta yaratılmışların özü/göz bebeği olan insansın.”

İrfan Erdoğan: Babamın Huyu

Rahmetli babamın bir huyu vardı, birisine borç para verdiği zaman onu ispat edecek herhangi bir senet vs. belge almazdı borç verdiği kişiden. Almayı da ayıp sayardı zaten. Sorduğumuzda "söz insanın ağzından çıkar, Senet sepetin ne önemi var" der geçerdi...

İrfan Erdoğan: Babamın Huyu

Birgün ne olduysa yakın bir köyden Ali Efendi adından birisi babamdan borç para almak için bizim eve geldi. Hoş beşin ardından da babam Ali efendinin istediği parayı verdi ve ardından Ali efendi babama "seneye harman zamanı öderim hiç merak etme" diyerek, babamla vedalaştıktan sonra çekip gitti...

Günler, aylar böyle geçip giderken babamın adama verdiği borç paranın üzerinden tam beş yıl geçti ama Ali efendi borcunu hâlâ ödememişti. Birgün ne olduysa babam kendisinden borç para alan Ali efendi ile değirmende karşılaşıyor. Karşılaşır karşılaşmaz, babam hemen "Ali efendi beş harman zamanı geçti hala borcunu ödemedin, öde artık şu borcunu birader para bana da lazım deyince belli ki bunca zamandan sonra borcunu unutan Ali efendi babama "abi verdim ya ne parası" demez mi?

Öyle deyince babam biraz sinirlenerek kaşlarını çatar ve "Efendim nasıl olur, almış olsam niye isteyeyim. Allah bilir ki almadım. Benimle eğlenmeyin. Almadığıma Allah da şahit kul da "diyor ama Ali efendi dediğinden zerre adım atmayarak "verdim" demeyi sürdürerek babamı atlatıp yoluna devam edeceği sırada bu defa babam yakasına yapışarak "rezillik yapma borcumu ver şimdiye kadar kimseden hakkım olmayanı istemedim. Haksızlık yapma" diyor ama Ali efendi yine aynı nakaratı tekrarlayarak "verdim abi" demekten geri adım atmıyor...

Babam artık Ali efendiden parayı alamayacağına kesin gözle bakmış olacak ki aniden Değirmendeki herkesin gözü önünde Ali efendinin üzerine atlayarak altına yatırıyor ve her iki eliyle Ali efendinin ağzını açıp ağzının ortasına tükürüyor. Değirmendeki kalabalık hemen olaya müdahale ederek ortalığı yatıştırıyor ama Ali efendi ortamın vahametini gördüğü için yerden aniden kalkıp kaçıyor kaşla göz arasında. Babam bu defa Ali Efendiyi elinden kaçırmanın can sıkıntısıyla ardından bağırarak "Artık borcunu vermesen de olur rezil herif. Söz tanımaz ağzının hakkını da verdim ya "dedikten sonra gerisin geri eve dönüyor....

* İrfan Erdoğan - İşçi Yazar

Meyliyeva Zebiniso Yazdı: Anne

Meyliyeva Zebiniso Yazdı: Anne

Yazsam tarife kelimeler yetmez

Anne sen cennetin direğisin.

Küçük canım için acı çektim

Hasta olsam bile geceleri uyuyamıyorum.


Anne sen kendinden fazlasını gördün 

Hayallerin mutluluğun neşen çocuğum 

Engellere karşı kalkan sabırda eşsiz

Ah vurursan hüzne ulaşır. 


Anne sana sadece teşekkür ediyorum 

Arkamdaki inanç sen benim dağımsın 

Söyle bana aklından ne geçiyor 

Bana tek bir kelime söyle. 


Sadece Allah'a hamt ederim

Beni sana verdiğin için. 

Hayatımın en güzel anı

Küçük bir kız olduğum için.

Edebiyat ve İletişim

İletişim konusu Edebiyat derslerinde işlenen konuların başında gelir. İlk haftalarda işlenir, Daha sonra üstünde fazla durulmaz. İletişim günümüzde toplumda önem kazanan bir bilim haline geldi. Basın yayın alanındaki fakültelerin( Radyo, Televizyon, Gazetecilik, Halkla İlişkiler alanlarının) ismini İletişim Fakültesi olarak değiştirdik. İletişim daha doğrusu iletişimsizlik toplumumuzda büyük sorunlara yol açıyor. Peki nedir iletişim?

Edebiyat ve İletişim

İletişim bir mesajın( iletinin) dolaşımıdır. İleti varsa ilişki vardır. İleti karşılıklı yapılıyorsa ş ekini ekleriz. Ş eki dilbilimde işteş çatı ekidir. İşteş çatı eki varsa o iş en az iki kişi tarafından karşılıklı yapılıyor demektir. Mesela kucaklaşmak gibi. İletme işi karşılıklı olarak yapılıyorsa ve bir sistem içinde yapılıyorsa bu sistem iletişimdir.

İletişimin öğeleri Edebiyat derslerinde şu şekilde verilir: Gönderici, alıcı, kanal, kod, bağlam, dönüt. Bir mesaj, bir kanal yoluyla kod dediğimiz şifrelenmiş dille aktarılıp dönüt dediğimiz karşı mesajla tamamlanıyorsa iletişim tamamlanmış demektir. Teorik olarak böyle açıkladığımız bu sistemde eksik bir öğe varsa iletişimde sorunlar ortaya çıkıyor. Dil bu sistem içinde çok önemli bir yere sahip. Dilde ortaya çıkan sorunlar iletişime zarar veriyor. Göndericinin bir sözcüğe yüklediği anlamla alıcının o sözcüğe yüklediği anlam farklıysa sorun çıkıyor. İletişim kazalarına örnek olarak Nihat Genç’ten alıntıladığım bir hikayeyi aktarmak istiyorum. Bir sahil kentine tatile gelen arkadaş grubu denize yüzmeye giderler. İçlerinden bir tanesi yüksekçe bir yere çıkıp oradan denize atlamak ister. Yükseltiye çıktıktan sonra arkadaşlarına seslenir, deniz sığ mı? Arkadaşları bağırır, deniz sığ. Genç suya atlar ve ayakları kırılır. Çünkü sığ sözünü derin olarak anlamıştır. Halbuki sığ derin olmayan demektir.

Edebiyata önem vermeyen toplumlarda insanların sözcük dağarcıkları zayıf oluyor, Az sözcükle iletişim kuruyorlar. Güldür Güldür adlı komedi programında beş kelimeyle konuşan bir karakter var. İşte kitap okumayan, sözlüğe bakmayan insanlar bu komedi karakterine dönüşüyorlar. Yaşar Kemal orta ikiden terk, eğitim hayatı bu kadar az ama binlerce kelimeyle yazıyor, Sait Faik’ten Orhan Veli’ye Orhan Kemal’den Sabahattin Ali’ye birçok yazar binlerce kelimeyle yazıyorlar. Kullandıkları bu sözcükler bizlere atalarımızdan kalan miras. Bizler ise çok az kelimeyle konuşuyoruz. Birbirimizin ne dediğini anlamayınca sorunu kavgayla, şiddetle halletmeye çalışıyoruz.

Televizyon programlarında gündüz kuşağında Müge Anlı’nın programları en çok izlenenlerin başında geliyor. Müge Anlı insanları konuşturarak suçluları yakalatıyor. Suçluları, suça maruz kalanları, Onların yakınlarını dinlediğimizde kendilerini ifade etmekte yetersiz insanlar olduklarını görüyoruz. Derdini anlatabilse ya da karşıdaki anlayabilse sorun çözülecek. Sorun konuşmakla çözülebilse şiddete gerek kalmayacak. Bana niye yan gözle baktın diye kızarak karşısındaki adama saldırıyor, Sonra adamın şaşı ya da kör olduğu anlaşılıyor. Soruyu sorduktan sonra dinlemeyi bilse sorun çözülecek.

Köşe dönmeyi temel görüş kabul eden toplumumuzda sözcük dağarcığına değil para kesesine önem veriliyor. Okumadan, dilini, kültürünü geliştirmeden kazanılan para geçici bir para demektir. Bu konuda edebiyatta örnek cümleler var ama insanların kulakları bu cümlelere kapalı. Yine de bu cümleleri hatırlatmak zorundayız.

Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır. Hacı Bektaş Veli

İlim ilim bilmektir

İlim kendin bilmektir

Sen kendini bilmezsin

Ya nice okumaktır.

Yunus Emre

Gençliğimizde, internetin olmadığı zamanlarda ders kitaplarımızı devlet vermezdi, Kitabevlerinden satın alırdık. Türkçe ders kitabıyla birlikte kalın sözlükler alırdık. Bir kitabı okuduğumuzda ,anlamadığımız bir sözcükle karşılaştığımızda sözlüğe bakıp anlamını öğrenirdik. Günümüz gençlerinin böyle zorluklar yaşamalarına gerek yok çünkü sözlükler internet sitelerine yüklenmiş halde. Bir tıklamayla sözcüğün anlamını öğrenebilirler ama yapmıyorlar. İçlerinde öğrenme hevesi yok. Bu olumsuz tutumu her genç için söylemiyorum. Öğrenmeye hevesli, Ülkemizin yüz akı olacak birçok gencimiz var. Onlar okuyarak, yazarak, İletişim kurarak bu ülkeyi daha güzel günlere taşıyacaklar. Umudum büyük, gençler güzel günler görecekler. Nazım Hikmet’in umutlu dizeleriyle yazımı bitiriyorum:

Güzel günler göreceğiz çocuklar

Motorları maviliklere süreceğiz.

Hayatı Yaşama ve Yaşamama Arasındaki Tercih

Irvin D. Yalom, Bugünü Yaşama Arzusu - Schopenhauer Tedavisi isimli eserinde  iki insanın anlam arayışının büyüleyici hikâyesini ele alıyor. Yalom’un kitaplarındaki varoluşsal özgürlük, özgürlüğün getirdiği bireysel sorumluluk ve bireysel sorumluluğun getirdiği endişe bu kitapta da varlığını sürdürüyor. Ölümlü oluşumuz ve  sadece bir  hayatımızın olması onu nasıl kullandığımız konusunda üzerimize büyük sorumluluk yüklüyor.  Bu sorumluluk kimi insanları daha da özgürleştirir ve cesaretlendirirken; kimi insanları endişelendiriyor. Günün sonunda iki seçenek ortaya çıkıyor. 

Irvin D. Yalom

Birincisi, hayatın tek ve sonlu olduğunu fark edip arzuladıklarının peşinden bir parça cesaretle gitmek. İkincisi, hayatın tek ve sonlu olduğunu fark edip varoluşsal krizler ve endişe yaşamak, dolayısıyla hayatı doyasıya yaşayamamak. Kitapta; Julius’un hayatının son aylarında isteklerinin peşinden gitmesini ve hayatını anlamlandırmasını, bir yandan da Philip’in Schopenhauer felsefesiyle kendini avuturken aslında nasıl korkakça kendini ilişkilerden, sevgiden ve varoluştan çektiğini görüyoruz. Yalom, iki seçenek arasındaki çekişmeyi iki yetişkin birey üzerinden gizlice yansıtmış oluyor.

Eserde, Schopenhauer’in felsefesini benimsemiş Philip’in grup terapisine katılmasıyla grup içi dinamikler bir hayli değişmeye başlıyor. Grup terapisi bireylerarası iletişimin rehberi sayılabilir. Grup içinde yaşanan gerilimler, yardımlaşmalar ve dramalar, sert eleştiriler,  psikolojiye ilgisi olmayan insanların grup terapisini merak etmesine sebep oluyor. Yalom, bu kitapta tam anlamıyla o ilgi çekici grup içi dinamiklerini ortaya döküyor. Bir yandan terapist Julius’un ölümlülüğünü, bir yandan Schopenhauer’ın acı dolu, soğuk, karamsar yaşamını ve felsefesini, bir yandan grup içi yardımlaşmalar ve sorgulamaları, bir yandan da Schopenhauer felsefesiyle iyileşmiş Philip’in grup içinde var olmayı öğrenmesine tanık oluyoruz.

Eserimiz güçlü  bir psikanalizdir. Psikanaliz; 1890'larda Viyana'da nevrotik ya da histerik belirtiler gösteren hastalara etkili bir tedavi bulmaya çalışan bir nörolog olan Sigmund Freud'dan miras kalmıştır. Bu hastalarla konuşmalarının sonucunda, Freud hastaların rahatsızlıklarının kültür tarafından kabul edilmeyen, sonuç olarak bastırılmış ve bilinçdışı cinsel doğanın arzu ve fantezilerden kaynaklandığına inanmıştır. Kuramı geliştikçe, Freud da hastalarını tedavi ederken karşılaştığı olayları biçimlendirmek ve açıklamak için sayısız sistem geliştirmiş ve kenara koymuştur. İrwin D. Yalom kitaplarında bizi büyük filozofların yaşam ve ahlak hakkındaki görüşleriyle tanıştırmayı seviyor. Üstelik bu tanıştırma basit bir düşünce aktarımı değil. Yalom'un tarzını ilginç kılan da bu: psikanaliz tekniğini kullanarak bu düşüncelerle yani bu felsefi mottolarla  yaşanan yaşamların iç dünyalarını keşfetmemize imkan veriyor.

Kitabin Hikâyesi:

Rutin bir doktor kontrolünde ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrenen saygın psikiyatr Julius Hertzfeld uzun mesleki geçmişini gözden geçirmeye karar verir ve yirmi yıl kadar önce terapide başarısız olduğu seks bağımlısı Philip Slate’le iletişime geçer. Philip, Julius’un terapisi işe yaramasa da Alman filozof Arthur Schopenhauer’in öğretileri yoluyla mucizevî bir şekilde bağımlılığından kurtulduğunu iddia etmektedir ve dahası, şimdilerde felsefi danışman unvanı  almak için eğitim görmektedir. Julius Hertzfeld ile Philip Slate görüşmelerinin ardından bir anlaşmaya varırlar. Philip, Julius’tan eğitimi için süpervizörlük yapmasını ister, Julius da Philip’in danışman olmak için öncelikle insan sevmez ve soğuk yanını değiştirmesi  gerektiğini düşünerek ona grup terapisine katılma şartı koşar. Önlerinde uzanan birkaç ay kısa gibi görünse de grup terapisinin dinamiği ve üyelerin birbirleriyle olan iletişimi herkesi beklenmedik ölçüde dönüştürür.

Gruba neredeyse her meslek grubundan insanları  alarak hayatın  birçok  yanı  masaya yatırılır. Yapılan  sert ama gerçekçi yapıcı  eleştiriler ile  insanlar kendilerine paradigmasal bir değişimle bakma imkanı görürler, gerçeği ve anlamı  bulmaya çalışırlar. Bir yerde kalıplarından  çıkıp  kendilerine uzaktan bakma ve bugüne kadar yaşadıkları hayata göz atma fırsatı  bulurlar.  Deyim yerinde ise kendilerinde yaralı, hastalıklı  yerleri tedavi etmeye çalışırlar.Bir anda kendinizi grup içinde terapide bulacağınız  bu eserde sizde ruhunuzdaki yaraları  tedavi  etme şansını  yakalayacaksınız. Eserin okuyucuda yarattığı büyük  etkiler dünya  basınında  büyük  yankı  bulmuş kitaba dair atılan  manşetler  yapılan  yorumlar kitabın  içeriğini  ve önemini yansıtıyor. 

Şöyle; “Yalom bir yandan terapinin etkisini ve sınırlarını irdelerken diğer yandan felsefe ile psikolojinin buluştuğu noktaları bir romancının bakış açısıyla gözler önüne seriyor.”

Washington Post

“Nesiller boyunca faydalanılacak bir kaynak. Yalom’un grup terapisinin işleyişini konu eden bu romanı gündelik hayatla ve psikoterapiyle ilgili en önemli konulara parmak basıyor.”

Publishers Weekly

“Dünyanın ilk ve en gerçekçi grup terapisi romanı. Okuyucuyu büyüleyen bu hikâye iki insanın anlam arayışını konu ediyor.”

Greensboro News & Record

“Verilen kayıpların, cinsel arzunun ve anlam arayışının izini süren bir felsefi roman.”

Library Journal

“Yalom’un heyecanı ve hevesi gerçekten bulaşıcı. Bir psikiyatr olarak sizi uykusuz bırakacak bir romanı nasıl yazması gerektiğini de çok iyi biliyor.”

Los Angeles Times

“Felsefe, psikiyatri ve edebiyat gibi alanların entelektüel birikimle harmanlanması sayesinde bu kitabı okumak zihin açıcı bir aktiviteye dönüşüyor.”

San Francisco Chronicle

“Hem bir insanın ömrünün hem de bir terapi grubunun son yılını konu eden enfes bir hikâye.”

Kirkus Reviews.

Tüm  bu yorum, konu başlıkları  ve daha fazlasını  bu kitapta bulacaksınız.

Arthur Schopenhauer

Romanımızı  daha iyi anlayabilmek acısından Schopenhauer'i ve felsefesini kısada  olsa tanımak yararlı  olacaktır.   Filozof Arthur Schopenhauer, 1788 yılında Danzig‘de doğdu. 1860 yılında Frankfurt Main‘de hayatını kaybetti. Hiçbir felsefe okuluna bağlı olmadığını dile getirse de Arthur Schopenhauer’ın, Kant‘ın, Fichte‘in ve Hint felsefesinin etkisinde kaldığı aşikârdır. Bu etki altında oluşturduğu felsefesi, bu etkinin karamsar bir bakış açısından yorumlanması olduğunu söylemek mümkündür. Bu kötümser denecek felsefe eleştirisinin yanında, Hegel eleştirisiyle de tanınmaktadır. Göttingen’de tıp eğitimi gören Arthur Schopenhauer daha sonra Berlin’de Fichte‘nin derslerini izledi. Hayatındak dönüm noktası sayılacak olaylardan biri Goethe ile tanışması oldu.  Tam bu dönemde bir doğu kültürü araştırmacısı ona Hintlilerin kutsal kitabı olan “Upanişadlar”ı verdi. Böylece Arthur Schopenhauer zaten ilgi duyduğu doğu kültürüyle de derinlemesine ilgilenir oldu. 1820 yılında Berlin Üniversitesinde doçent oldu. Hemen hemen bütün filozofları acımasızca eleştiren Arthur Schopenhauer, Immanuel Kant‘a hayrandı. Ona göre insanlar Kant’tan önce kördüler Kant felsefesiyle onların gözünü açtı. Schopenhauer, potansiyel olarak aktif anlamlar taşıyan iki entelektüel beceriyi yani aklı ve anlayışı birbirinden ayırmıştır. Anlayış, bakmayı kavramsal ve terimsel olarak düşünebilme sonrasında içinde barındırdığını temsil etme yetisidir. Bu zihindeki soyut bir konsepttir. Akıl ise buna karşılık, baktığıyla kendini doğrudan doğruya belirsiz; bir insanın ne kadar hızlı veya güçlü olabileceğini bilebilmek, bir gürültünün nedeninin ne olabileceğini veya bir mızrağın hedefine varması için hangi açıyla ya da hangi güçle fırlatılması gerektiğini tahmin ve hesap etmek şeklinde muhakemelerin içinde bulur. Akıl ile bütün hayvanları kastederken, anlayışta da en öne çıkan ölçüt olma özelliğiyle insanı kastetmiştir. Her şeye rağmen Schopenhauer, bu düşünsel yaklaşımı ve çıkış noktasıyla anlayış yetisi üzerine Kant veya idealistlerden daha fazla skeptik şeyler yazmıştır. “Sonsuz uzayda etrafında bir düzine daha küçük kürenin döndüğü, üzerindeki küflü tabakanın canlı ve bilinçli varlıklar ürettiği, soğuk, sert bir kabukla kaplı aydınlık küre. İşte bu... gerçek dünya.”

Kitabımızın  yazarı Irvin D. Yalom Kimdir?

Irvin David Yalom dünyaca ünlü Amerikan psikoloji yazarıdır. Tarihler 13 Haziran 1931’i gösterdiğinde Washington’da dünyaya gelmiştir. Fakir bir ailede doğduğu için ailesinin verdiği dini eğitim dışında bir eğitim alamamıştır. Buna rağmen okumaya karşı büyük bir tutkusu olmuştur. Okuma aşkı onu haftada iki gün şehirdeki kütüphaneye gitmesini sağlamıştır. Irvin David Yalom George Washington Üniversitesinde sanat eğitimi almıştır. Daha sonra Boston Üniversitesinde tıp eğitimi almıştır. Psikiyatri bölümünü seçmiştir. John Hopkins Üniversitesinde eğitim aldığı sırada felsefeye ağırlık vermiştir. 1963 yılında başladığı Stanford Üniversitesinde psikoterapist, yazar ve fahri profesör olarak çalışmıştır. Irvin David Yalom gençliğinde genellikle roman ve hikaye okumuştur. Okudukları içinde en çok Tolstoy, Dostoyevski, Sartre, Kafka gibi yazarlardan etkilenmiştir. Bu sayede edebiyat ile bilimi iç içe anlatarak alanında farklı bir bakış açısı yakalamıştır.

1970 yılında yazdığı ilk eser olan Grup Psikoterapisinin Teoriği ve Pratiği adlı kitabında seans deneyimleriyle terapi çalışmalarını birleştirmiştir. Bu eserinde grup terapilerinin olumlu, olumsuz yönlerini ve işleyişini kaleme almıştır. Kitaba American Journal Of Psychology, muhtemelen konusunda yazılmış en iyi kitap demiştir. Kitaplarında terimlerden çok, her kesimden insanın anlayabileceği bir dil kullanmıştır. Yazarın ilk romanı Nitzsche Ağladığında kitabıdır. Bu eserde Nietzsche, Freud ve Salome’nin hayatları kurgulanmıştır. Varoluş kuramının kader, hakikat, ölüm, inanç gibi sorularını bu romanında işlemiştir. Bu eser edebiyatla felsefenin aynı çatıda toplanmış halidir. Irvin David Yalom ikinci romanı olan Divan’da mesleğe yeni geçmiş bir doktorun, ünlü ve başarılı meslektaşının hastalarıyla cinsel ilişkiye girip girmediğini soruşturmakla görevlendirilmesi konu edinmiştir. Hasta doktor ilişkisini, doktorların hastalara bakışını ve doktorlukta görülen büyüklük kuruntusu hastalığını kendine özgü üslubuyla anlatmıştır. Yazar Bugünü Yaşama Arzusu adlı eserinde ise bir psikoterapistin ölümcül bir hastalığa yakalanması sonrası iç hesaplaşmasını konu edinmiştir. Bu eserinde hayatının son anlarında olan insanların psikolojisi gözler önüne serilmiştir. The American Psychiatric Association 2000 yılında Irvin DaviDavidoffd Yalom’a dine ve psikiyatriye katkılarından dolayı Oskar Pfister ödülünü vermiştir. 

Deniz Boyraci

Gökkuşağı

Bulutlar yoğunlaşmaya başlamıştı gökyüzünde. Az önce ışıl ışıl parlayan huzur veren masmavi gökyüzü, yerini git gide grileşen bir ortama bırakmıştı. Tüm bu kasvetli renge rağmen, yine de bulutlar önceden sözleşmişçesine bir koreografiyi takip eder gibi dans ediyorlardı. Ancak, bulutlar yoğunlaştıkça, bir kaygı, endişe, kapana kısılmışlık hissine teslim oluyordu içlerinde bulunan her su damlacığı istemsizce. Su damlacıkları dile gelmişti. Farklı tını ve kelimelerle birbirlerine aynı şeyi soruyorlardı. “Değişim, dönüşüm, alışageldikleri yöreyi terk etme zamanı mı gelmişti yoksa?” Aralarında konuşuyorlardı, safların sıkılaştığını, daha fazla aynı formda kalamayacaklarını, döngünün devam ettiğini, dönüşümün zorunlu olduğunu birbirlerine anlatıyorlardı. Yok olmaktan ne farkı vardı ki bu denli büyük bir dönüşümün, üstelik de birbirlerinden ayrılacaklardı, nereye gideceklerini, neye dönüşeceklerini de bilmiyorlardı. Ah o bilinmezlik, belirsizlik, en korkutucu, en çaresiz bırakan şey değil miydi, ne olacaktı şimdi…

Gökkuşağı

Bulutlar yoğunlaştıkça, sesler yükselmeye devam etti; “Bir köye mi düşeceğiz sence? Bari güzel ve temiz bir köy olsa orası” dedi içlerinden bir tanesi. Bir diğeri ise “Düştüğümüz yerde, birbirimizi bulup, el ele tutabilecek miyiz, ya yalnız kalırsak, tekrar kavuşamazsak, birbirimizi tekrar hiç bulamazsak” dedi, ağlamaklı bir sesle.  Arkalardan bir ses “Ölüyor muyuz yoksa, bizsiz bu gökyüzü yetim kalır, biz olmazsak bu gökyüzü nasıl tekrar eski güzelliğinde olur ki, bizsiz hiçbir şey eskisi gibi olamaz” diye haykırdı. Ön sıradan cevap geldi “Döngü böyle, her şey değişir, dönüşür, her şeyin yeri doldurulur, değişim, dönüşüm olmadan, gelişim olmaz, istesek de istemesek de, dirensek de, kabule geçsek de olacak olan olur, bize kalan adapte olup keyfini çıkarmak” oldu. Ortalardan gelen fısıltı şeklindeki cevap ise “Sessizce, huzur içinde sürecimde kalmak isterdim ama etraftan ne çok isyana teşvik eden, nasihat veren ses geldi, sükunette ne çok huzur vardı oysa”. Başka bir su damlacığı ise “Benim de iç sesim susmuyor ki, içime içime konuşuyorum, sessiz kalsam da,  ne farkım var isyan edip bağıranlardan” diye düşündü. Yanındaki su damlacığına baktı, öylesine sessiz, huzurlu, sadece seyir halindeydi. O an, onun halini kendine hal edindi.

O sırada gök gürledi, “Hah işte şimdi sur çaldı, geldi işte kıyamet” dedi en öndeki su damlacıklarından biri. Ardından, yağmur damlaları olarak gökyüzünde süzülmeye başladılar. Kimileri endişe ve kaygı içindeydi ya eskiyi özlerlerse diye, kimileri sanki ellerinden bir şey gelirmiş gibi düşmemeye çalışıyordu ama nafile güçleri bunu engellemeye yetmiyordu, kimileri ise bu yolculuğu yeniliklere açılan bir kapı olarak görüp şarkılar söylüyordu, yolculuğu bir yok oluş olarak algılayanların tersine… 

İsyan etseler de direnseler de, ağlasalar da, sevinseler de nihai an gelmişti. Yağmur damlaları farklı farklı yerlere düşmüşlerdi, ağaçlara, rengarenk çiçeklere can olmuşlardı, denizle kucaklaşmışlardı, bir kız çocuğunun elindeki elma şekerine düşenleri vardı, nikah salonundan çıkan genç kızın duvağına davetsiz misafir olarak ilişeni, bir cenaze merasiminde toprağa düştüğü an cenaze sahiplerini “gökten bereket yağıyor” diye sevindirenleri de vardı. O an anladı her bir yağmur damlası boşa üzülmüşlerdi, yeni bir döngü başlıyordu her biri için, yaşam değişerek de, dönüşerek de güvenli bir şekilde devam edebiliyormuş, olması gereken olması gereken zamanda oluyormuş, bu yolculuk onlarda bu idraki çıkarmaya hizmet etmişti en çok. Birden, güneş tekrar gökyüzünde parladı olanca güzelliğiyle, ardından beliren gökkuşağı eşliğinde. 

Az önce, “Yok mu olacağız yoksa?”  diye haykıran su damlacığı, yanındaki damlacığa bu sefer görmüş geçirmiş bir bilge edasında “ Gökkuşağının belirmesi için, meğerse binlerce yağmur damlasının düşmesi  gerekiyormuş, iyi ki o damlalardan biri de benim” deyivermişti. Bazen göz yaşı, acı, hayal kırıklığı, yenilgiler, kayıplar, değişimler, dönüşümler gerekir ki özümüzü bulalım, kalbimizde kendi gökkuşağımıza yer açabilelim. Aşk ve sevgiyle nice gökkuşaklarını mutlulukla kucaklayabilmeniz dileğimle…

Mervenur Uç: Günbegün

 

Mervenur Uç: Günbegün

Kızıl şafakların söktüğü gün,

Savrulsun saçlar gönlüme. 

Dersen, ömrün sadece bir gün,

Ya çölde serap olurum,

Ya da hapsolmuş sürgün. 


Çıkarsam günbegün meftun, 

Sorarsan olurum özün. 

Dersen, saklanma özgürsün, 

Korkma, o gün bugün.

Emre Andersson: Büyük Buhran

Emre Andersson: Büyük Buhran

Cenaze beyazı bulutlar asılı tepemde

Kuyruklu bir göktaşı felakete gebe 

Semada kederin kandillerini taşıyor mistik gece

Hislerimiz alıkoyuyor bizi musibetten kıyamete


Güreşmeliyiz bahtsızlığın kızgın boğasıyla

Boynuzlar kalkmalı bir bir dehşet ve hazza

Elimizde bir bıçaktır şiir kibre cinnetle saldıran

Dibe düşmek boyamaktır arşı bir hışımla kızıla


İhtiras ayaklarımızın altında ani bir zelzele

Kederin yüce ve acımasız hazretlerine

Kara toprağın yürek delen ayazı ve işte

Alem dedikleri koca kanlı bir sahne!


Soğuktur kara koynu intiharların sabahında

Çilekeş ermişler yalın ayak yürüyorlar 

Alay ediyor onlarla bizim mecnun çocuklar 

Perişan gömlekleri ile haziran güneşinin altında

Okumayan İnsan Yazamaz

Merhaba Teyfik Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

1969 Kahramanmaraş doğumluyum. Eğitim fakültesi mezunuyum. On bir yıl Millî Eğitim Bakanlığına bağlı çeşitli okullarda öğretmenlik ve yöneticilik yaptıktan sonra üniversiteye intisap ettim. Gaziantep, Adıyaman ve Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitelerinde yirmi bir yıllık süreyle şube müdürü, yüksekokul ve fakülte sekreteri gibi idari yöneticilik görevleri ifa ettikten sonra 2021 yılında emekli oldum. Ortaokul son sınıfta şiir yazmaya başladım. Lise yıllarımda güreş sporuyla iştigal ettim. Üniversite yıllarımda sunuculuk başta olmak üzere pek çok kültürel ve sosyal faaliyetin içinde yer aldım. Memuriyet hayatım boyunca da kendimi hep kültürel ve sosyal etkinliklerin içinde buldum. Emekli olduktan sonrada şiirin yanı sıra anı hikâye türünde yazılar kaleme almaya başladım. Ayrıca hobi olarak arıcılık ve tarım işleri yaparak emeklilik yaşamıma memleketim. Kahramanmaraş’ta devam etmekteyim. Evli ve üç kız çocuğu babasıyım.

Teyfik Karadaş: Okumayan İnsan Yazamaz

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Annem ümmi bir insan olduğu halde irticalen şiir ve türkü söyler. Şiir yazma becerimin annemden taşıdığım genlerden sirayet ettiğini düşünüyorum. İlkokul birinci sınıftan itibaren Karacaoğlan, Dadaloğlu ve Abdürrahim Karakoç gibi ünlü halk şairlerinin kitaplarını okumaya başladım. İlk şiirimi ortaokul mezuniyet töreninde yazdım ve okudum. Öğretmenlerimin ve arkadaşlarımın şiiri okuduktan sonra beni alkışlamaları cesaretimi artırdı. O günden sonra yazmaya devam ettim. Yazdığım şiirleri festival ve miting gibi büyük kalabalıklar karşısında okudum.  Daha sonra Bahaeddin Karakoç, Ömer Emecan, Celalettin Kurt, Hasan Ejderha gibi üstat şair ve yazarlarla tanıştım. Ozan Arif, Hacı Karakılçık, Aşık İmami gibi tanınmış aşıklarla teşriki mesai ettim. Şiirlerimin bir kısmını 2009 yılında Gönül ismini verdiğim bir kitapta yayınladım. 2023 yılında Eşiğin Ardı isimli bir anı hikâye kitabım çıktı. Bu yılda Neredeysen Gel Artık isimli şiir kitabıyla okuyucularımın huzuruna çıkmanın mutluluğunu yaşamaktayım.

Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Adıyaman Gölbaşı Kaymakamı Tahsin Kurtbeyoğlu, Gölbaşı Belediye Başkanı Yusuf Özdemir, Gölbaşı İlçe Tarım Müdürü İbrahim Sağlam, Şair Bahaeddin Karakoç, Şair-Yazar Hasan Ejderha, Şair-Yazar ve Bestekar Celalettin Kurt, Öğretim Görevlisi Mehmet Yaşar, Gazeteci Abdulrezzak Akbaba başta olmak üzere tanışma imkânı bulduğum kalem ehli yüzlerce insanın desteğini gördüğüm. Bu vesileyle hepsine de ayrı ayrı teşekkür ediyor hürmetlerimi sunuyorum.

Sizce şiir nedir? Şiirde olmazsa olmaz dediğiniz öğeler var mı?

Edebiyat literatürünü incelediğimiz zaman şiir konusunda akademisyen ve şairlerin üzerinde ittifak ettikleri ortak bir tanım yoktur. Her şair, her bilim adamı şiire farklı pencereden bakarak kendisine göre bir tanım yapmaktadır. Ben kendimi şiir konusunda tanım yapacak yeterlilikte görmediğim için Abdürrahim Karakoç’ un “Şiir madde ve mana iklimine açılan gönül kapısıdır” tanımını kabul ediyor ve onaylıyorum. Ben şahsen şiirde uyak, kafiye, ölçü, mahlas gibi özelliklere yer verilirse güzel olur diye düşünüyorum.

Şairlik sizin için ne ifade ediyor?

Şair veya ozan şiir yazan ya da söyleyen kimsedir. Benim için ise şairlik Yüce Mevla’nın bana bahşettiği üstün bir yetenektir. Mutlu ve kederli olduğum anlarda duygu ve düşüncelerimi etkili, coşkulu ve ölçülü olarak ifade etme gücüdür. 

Seçilmiş şiirlerinizin yer aldığı Neredeysen Gel Artık kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Kitabımın ilk sözünü yazan şair-yazar ve bestekar Celalettin Kurt üstadın ifadesiyle ben safkan bir Anadolu çocuğuyum. Bedenim, duygum ve düşüncelerimde bir gram hormon yoktur. Okuyucularım şiirlerimi okurken bazen dizelerin potası içinde bal mumu gibi erittiğim sevdalarıma, bazen yaşadığım coğrafyadan kaynaklı sefil hayatıma bazen de gezip dolaştığım memleketlerin güzelliklerine tanıklık edecekler. Şiirlerimin bazıları yıllar sonra karşılarına bestelenmiş türkü olarak çıkacak. Okuyucularım ben türkünün sözlerini yılar önce okumuştum diyerek sevinecekler.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Mehmet Akif Ersoy’un Safahat, Necip Fazıl Kısakürek’in Çile ve Abdürrahim   Karakoç’un Vur Emri kitapları başta olmak üzere değişik dünya görüsüne sahip yüzlerce şair ve yazarın kitabını okudum ve okumaya devam etmekteyim. Dolmayan bardak taşmaz. Okumayan insan yazamaz. Ben ne kadar çok okursam o kadar çok yazıyorum. Okumadığım zaman yakıtı bitmiş araba gibi ilerleyemiyor, yerimde sayıyorum.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Yazdığım anı hikayeler Yoldaki Kalemler elektronik dergisinde yayımlanmaktadır. Eşiğin Ardı kitabının devamı mahiyetinde bir kitap olacak hacimde yeni anı hikâye yazmış bulunmaktayım. Yayınevi ile anlaşma sağladığım takdirde yeni bir anı hikâye kitabı yayınlamayı düşünüyorum.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Okuyucularımdan Neredeysen Gel Artık isimli kitabımı alarak şiirlerimi okumalarını istiyorum. Ayrıca güzel yurdumun kadir şinas seksen altı milyon insanının birlik ve beraberlik içinde yaşamalarını temenni ediyor, hepsine de ayrı  ayrı selam ve sevgilerimi sunuyorum.


1932-2024 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447