Çapaladığı toprak her darbede kokusunu daha fazla etrafa dağıtırken nemlenmiş alnını bahçe işlerinde kullandığı eski gömleğinin koluna sildi ve derin bir nefes verdi sabahtan beri ufak bostanıyla uğraşıp yorulduğu için. Yine de içinde iyiliğe dair öyle büyük bir umut vardı ki kolları ve parmakları yorulsa dahi çalışmaktan vazgeçmiyordu. Yaptığını büyük bir fedakarlık gibi görüyordu kendisi ve bugünden sonra gelecek neslin göreceği yeşil dünya için.
Her kahvaltıdan sonra aylarca uğraşıp adam ettiği bahçesine girer, o gün tatmin olana dek ağaçlarıyla, çiçekleriyle ve bostanıyla ilgilenirdi. Ellerinden toprak kokusu hiç gitmezdi ve zaten o da artık alıştığı kokuyu duyamamaktan korkar olmuştu. Eski bakımlı ellerini feda etmişti bu uğurda. Elleri çatlamış, oyuklara kahverengi toprak parçaları dolmuştu. Yalnız asla elleri için kirli demezdi. Koyulaşmış teni yıllardır beklediği bir hasretlik gibi hissettiriyordu özellikle son zamanlarda. Toprağın dokusunu teninde duymasını alıkoyuyor diye eldiven de kullanmazdı. Hiçbir yılı es geçmeden kendisine türlü nimetlerle gelen toprağa eldivenlerle dokunmak saygısızlık gibi geliyordu çiçeği burnunda sevdalı için. Her defasında ayrı bir hayranlık fark ediyordu kendinde, aynı toprağın aynı su ile sulanıp çeşit çeşit çiçeği, meyveyi ve sebzeyi ona sunmasına karşın. Gözlerindeki yaşam ateşini yeniden yakmıştı bu kara yumuşaklık. Sanki tüm bu nimete ev sahipliği yaparken onun ruhunu da hevesli ve mütebessim bir halde konuk ediyordu. Çiçeği burnunda köylü tüm bu hayatla birlikte bir daha tutkuyla bağlanıyordu zaten her gün görmeye geldiği toprağa.
Güneşin ısıtan ve ışıtan dalgaları altında ellerinin altındaki toprak öğleye dek yavaş yavaş ısınırdı. Hele ki yaz ayları geldiğinde bu sıcaklık adeta kalbine dek yükselir, sanki bitmek bilmeyen cümbüşünden dolayı dışarıda oturulan yaz geceleri gibi o da bir türlü topraktan kopup da evine gidemezdi. Öyle hissediyordu ki bu sevgi yalnız kendine has değildi. Ne sabah kendisini bahçeye atsa denizin de kokusunu toprağın üstüne yolladığını, o bereketli kokuyu doya doya maviliğine doğru çektiğini görürdü. Bu bereketli topraklara yaz erken gelirdi belki de bu sevdalıların hürmetine.
Çeşit çeşit meyve sebzenin çıktığı bu memleket kimine aş kimine iş kapısı oluyordu. Buranın yerlisinden kendini farksız görmeyen genç kadın için de bu bereket kendi karın tokluğuna ve hediyelerine karşılık buluyordu. Topladığı elmaları, limonları kendi ördüğü sepetlere koyup dağıtırken ne vakit bir özel gün olsa çiçeklerinden yaptığı buketleri de hayranlık duyduğu köyün kadınlarına hediye olarak götürürdü. Burada öyle sıcak karşılanmıştı ki öğretmen hanım diye gösterdikleri güler yüzle beraber sofralarında da kendisine müstesna bir yer vermişlerdi. Kalbinde hissettiği tüm bu sıcaklık bakıp büyüttüğü çiçeklerinde anlam bulurken öğretmen de en turuncu ve sarı olanları toplardı. Papatyalarından taç yapardı ve bayramlıklarına yakışsın diye kızların saçlarını süslerdi. Bazen hafif bir rüzgar olurdu yaz akşamları ve bahçenin bir kenarındaki güllerinin kokusu vururdu sanki tüm yol boyu.
Çapaladığı yerden gözlerini kaldırıp beyaz bulutlara baktı. Sanki o çalışırken üstüne gölge olur gibi aheste aheste başının üstünden geçiyorlardı. Doğa, gösterdiği hürmete karşılık ona her türlü iyiliğini yapıyor ve sanki öğretmen ne zaman başını uçsuz bucaksız mavi göğe kaldırsa yumuşacık bir tebessümün kendisine hediye edildiğine inanıyordu. Baharın bu aydınlık günleri sanki yalnız kendinde değil, adeta tüm köy sakinlerinden bir bayram havası estiriyordu. O zamanlar kimi görse kuş gibi şakıyarak selam veriyor, yaptığı işin ağırlığı altında kamburlaşan sırtına rağmen bir tebessüm edip devam ediyordu yoluna. Buz mavisi gök sarı ışıklarla bezeli halde kaldığında sanki her şeye ayrı bir can gelirdi köyde ama bir de bir grilik boyadı mıydı tüm bu günlük güneşlik havalar en az birkaç gün kaybolur, toprak bol bol suya doyardı. Öylesine güzel bir bütünlük vardı ki yerle gök arasında yağmur daima en doğru zamanda imdada yetişir gibi düşüyordu bir anne şefkatini hissettirircesine. Buralarda her şey çok merhametliydi.
Çapayı kenara bırakıp ellerini toprağın üstüne koydu ve yumuşacık hissi parmakları arasında duymak için yavaşça avucuna aldı bir parçasını. Her tutuşunda bu his değişiyordu. Daha ufak bir çocukken annesini kaybettiğinde avuçladığı ve kokladığı toprağın tüm o havası bambaşka geliyordu ya da öyle düşünmek istiyordu. Hırçınlığını çoktan kaybetmiş gözyaşlarına karşın irisleri nemlenmiş olduğundan tüm bu sevgisinin doğru olup olmadığı takıldı yeniden aklına. Gerçekten can mı veriyordu toprak, gerçekten nimetler içinde boğazlarından geçecek birkaç lokmayı ve gözlerine, burunlarına hitap edecek türlü çiçeği önlerine mi sunuyordu yoksa tüm bunlar bir özür dileme vesilesi miydi? Sayamayacağı bitki tüm o aldığı canlara bedel olur muydu ve insanlık bunu kabul ettiğinin farkında mıydı? Belli ki ellerinden alınan sevdiklerine karşın – kendi de dahil olmak üzere- can bulan bunca varlığın hürmetine, bir hesapla başlarına gelmiş olayları görmezden gelecek kadar minnet duygusu gelip çöküyordu herkesin üstüne. Kalbi ağrıyordu aslında herkesin usul usul. Kimse istese de nefret edemezdi zaten. Toprak cezalandırılamazdı ve belki besledikleri bunca sevgi bir hürmetten öte mecburiyetin yalancı samimiyetinden ibaretti. Böyle dokunmasalar toprağa, nefes almasını sağlamasalar aç kalıp giderlerdi.
“Sonra bir bakmışsın de can var ne canan.”