Merhaba Deva Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?
Merhaba. Çok değerli okurlarıma kendimle alakalı, yaşamsal açıdan söyleyeceklerim sanırım biraz kısıtlı olacaktır fakat şu kadarını söyleyebilirim ki kutsal Anadolu topraklarının tamamı güzel ve özel olan şehirlerinden birinde, sıradan bir ailede doğdum ve büyüdüm. Tüm eğitim sürecimi yeterli ölçüde başarıyla tamamlayıp üniversiteyi okudum ve şu an bir devlet kurumunda mesleğini çok severek icra eden bir öğretmenim ve bir erkek çocuğu annesiyim.
İçsel anlamda kendimi, iç dünyamı anlatmak adına da sohbet türünde olan “Kendini Fethet” kitabını yazdım. Fakat kitabımda yer alan ruhumun genel yansımalarını burada biraz daha özelleştirmem gerekir.
Yaklaşık on yıl öncesine kadar gayet normal bir insan olduğumu düşünerek yaşadım fakat on yıl önce yaşadığım bazı ruhsal deneyimlerle dünyanın, benim o ana dek algıladığım dışında başka boyutlarının, başka katmanlarının da olduğunu hayretler içerisinde gördüm. O süreçte ilk zamanlar korku, heyecan, merak, şaşkınlık ve aynı zamanda coşku, hafiflik, tarifi imkansız huzur hislerini aynı anda birbirine karışmış vaziyette yaşadım. Bu durum benim açımdan hani o “ruhun karanlık gecesi” diye tabir edilen bir histi. Karmakarışıktım, oradan oraya koşup “Ben bir şey yaşadım. Bu nedir, bilen var mı, bunu yaşayan var mı?” diye haykırmak, önüme gelene anlatmak istedim hep. Fakat bir yandan da tarih boyunca toplumların sıra dışı deneyimlere pek de sıcak bakmadığını bildiğimden çoğunlukla kendi içimde yaşadım tüm bu duyguları. Sustum ve tam anlamıyla kendimle vakit geçirip kendimi, deneyimlerimi analiz etmekle geçti uzun uzun zamanlarım. Sonra bir şekilde meditasyonla tanıştım. O ana dek meditasyon hakkında hiçbir fikrim yoktu hatta meditasyonun, varlıklı insanların can sıkıntısından yaptığı bir çeşit aktivite olduğu şeklinde bir ön yargıya sahiptim. Fakat meditasyonu o ilk deneyimlediğim anda, bende daha önce kendiliğinden olan o ruhsal deneyimin aslında meditasyon olduğunu fark ettim. İşte o dağılmış, karmakarışık hallerimin sabır ve gayret gerektiren sistematik bir araçla yani meditasyonla sakin, dingin ve emin bir hale dönüşebileceğini idrak ettim. Benim kendiliğinden yaşadığım o deneyim beden dışındaki asıl varlığımı fark edişti ve o fark edişi bir zerre olarak tanımlarsak meditasyon sistematik bir şekilde o zerreyi büyüten yegane araçtı artık benim için. Sanki binlerce yıldır gözlerimde bir sis perdesi vardı ve o artık aralanıyordu ve ben daha önce farkında bile olmadığım her şeyi net bir şekilde görebiliyordum. Zaman ilerledikçe zihnimin ne kadar berraklaştığını fark ettim ve zaten her anımın farkındalığını getiren de bu zihnimdeki berraklıktı. Bu süreçte ilk olarak yoğun bir şekilde geçmiş anılarımla yüzleştirildim. Çocukluğumda bitkilerin ve hayvanların her çeşidine olan ilgimi düşündüm. Onları izlemek, onlara dokunmak, onlarla vakit geçirmek büyük bir hazdı benim için ve sanki onların dilinden anlıyordum ve onlar da beni duyuyordu.
Kendi halinde bir çocuktum, asosyal değildim fakat kendimle vakit geçirmek daha bir keyif veriyordu. Etrafıma baktığımda her çocuğun ilgisini çeken şeyleri ben öylesine yapıyordum. Dünyadaki tüm insanların iyi kalpli olduğunu düşünüyordum, cesur bir çocuktum ve tehlikelere büyük bir cesaretle atılıyordum. Uyumlu, sessiz, sakin fakat dayatmalar ve zorbalıklar karşısında öfkelenen ve tüm gücüyle savaşan bir çocuktum. Büyüdüğüm ortam insan ilişkilerinin ve doğayla etkileşimin yoğun olduğu bir ortamdı ve sanki tüm bunlar bir film ben ise kenarda bir izleyiciydim. Her şeyin içindeydim ve ama aslında değildim de. Bende olanı paylaşmak hatta bende hiç kalmasa bile paylaşmak büyük bir mutluluktu çünkü en sevdiğim şey gülen gözlerdi. Çevreme göre sevgi dolu, iyi niyetli, kendi halinde, uyumlu, saf bir çocuktum ama bu saflık iyi niyettendi çünkü gittiğim okullarda da hep beğenilen, başarılı bir öğrenciydim. Sanki besin kaynağım etrafımda mutlu insanların olmasıydı ve bedenim ise zayıf, cılız, üflesen uçacak gibiydi. Kitap okumak, okuduklarımı hayal etmek bende kendiliğinden ortaya çıkmış olan çok büyük bir hazdı. Hatta ortaokul yıllarında felsefe ve tarih kitaplarına ilgi duymaya başlamıştım. Bu kitaplarda hoşuma giden edebi cümleleri not aldığım bir de defterim vardı. Bana göre herkes güvenilirdi ve kimseden bir kötülük gelmezdi. Sonra ergenlik dönemiyle başlayan yoğun içsel sancılar, hayatı sorgulamalar o bahsettiğim ruhsal deneyimlere kadar sürdü. Sanki çocukluğumda içinde bulunduğum bir masal diyarından çıkıp bir anda kendimi hayatın tüm gerçeklerinin yer aldığı bir filmin içinde bulmuştum. Filmin içindeydim fakat yine gözlemciydim. Fakat çimdeki bu sefer bu tanımsız sancı da neydi? Sonradan fark ettim ki bu, varoluşumun gizemini çözmek ve kendimi doğurmanın sancısıydı çünkü hiçbir duygumun ifadesi diğer hiç kimseninkine benzemiyordu, dışardan belki öyleymiş gibi görünüyordu fakat bana sorsan öyle değildi, başka bir şeydi bu. Dünyada çekilen tüm ıstırapların nedeni bir benlik olduğu yanılgısıdır. Ve şu an bulunduğum nokta bir benliğin olmadığı, benlik algısının yalnızca bütüne ulaştıracak olan bir araç olduğunun farkındalığına erişmiş olmanın verdiği tatmin, huzur ve şükür dolu bir yaşam… Yol sonsuz fakat hakiki olan kendine uyanmanın nihai amacı da bu olsa gerek; tatmin, huzur, şükür. Başka şeye lüzum var mı?
Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?
Yazma yolculuğum aslında çok küçük yaşlarda başladı diyebiliriz. Okuduğum kitaplardaki özellikle betimleme ifadeleri, süslü anlatımlar, bir derinliği olan cümleler çok ilgimi çekerdi, not alırdım onları ve ben de böyle ifadeler yazmaya çalışırdım kendimce. Özellikle bazı şiirlerin yoruma açık olduğunu, beni dilediğim kadar derinlere götürebileceklerini, sözcüklerin büyülü dünyasını fark ettiğimde yazmanın öyle basit, sıradan bir mesele olmadığını anladım. Bu en çok da üniversitede büyük bir ilgiyle takip ettiğim Osmanlı Türkçesi ve Divan Edebiyatı derslerinde had safhaya çıktı. Fakat günün birinde bir kitap yazmayı hayal etmemiştim bile çünkü bu şekilde, kıyıda köşede, kendi küçük dünyamda, kendi halimde mutluydum. Fakat artık öyle bir noktaya gelmiştim ki ilgi ve yönelimlerim deneyimlerim ile birleşip yoğun baskı oluşturmaya başlamıştı ruh halimde. Anlatmalıydım artık… Dünyanın bizim bildiğimiz, gördüğümüz kadar olmadığını, çok daha fazlasının olduğunu haykırmalıydım. Bu hissi bilenlere tanıdık gelecekti söylediklerim, kendilerini yalnız hissetmeyeceklerdi ve bu evreye gelmiş olanlara da belki ışık olacak ve dürtüp uyandıracaktı onları. Artık deneyimlediğim ruhsal halleri ve bildiklerimi paylaşmamanın bencillik olacağını fark ettim ve bunları aktarabilmenin en mükemmel, en kadim yolunun da yazmak olduğunu bildiğimden bir kitap yazmaya karar verip bir ay gibi çok kısa bir sürede, zaten daha öncesinden kısa kısa yazmış ve biriktirmiş olduğum parçaları genişletip bir kitaba dönüştürdüm.
Dünya yaşamındaki adınız Burcu Koç’u kitabınızda neden kullanmadınız? Deva Abhaya isminin hikayesini bizlerle paylaşır mısınız?
Dünya yaşamındaki adım, benim doğduğum andan itibaren dünyaya dair kullandığım isim ve tabi ki hala da kullanmaktayım fakat ruhsal deneyimlerimin yoğun olduğu bir dönemde bir meditasyon, bir arınma kampına katılmıştım, aynı frekansta olduğum insanlarla dolu bir ortam iyi gelecekti bana ve burada uygulamalara rehberlik eden kişi Deva Path isminde bilge bir kişiydi. Deva Path, çağımızın en büyük filozoflarından hatta bir ermiş olan Osho’ nun yanında yaklaşık otuz yılını geçirmiş talebelerinden biri idi. Kamp sırasında isim törenleri yapıldığını gördüm ve Burcu Koç olan ismime ruhsal tarafımı yansıtacak bir isim eklemesini rica ettim Deva Path’tan. Çünkü ben artık yalnızca dünya algısında değildim, öteleri fark etmiştim ve bu öteleri yansıtacak nasıl bir ismim olacaktı acaba? Heyecanla bekliyordum acaba neydi ruhsal ismim? Sonra danslar ve müzikler eşliğinde bir isim töreni düzenlendi. Sonra Deva Path, arasında minik sarı bir papatya olan küçük bir kağıt uzattı bana. Kağıdı açtım ve içinde Deva Abhaya yazıyordu. Hemen sordum anlamını. Kutsal cesaret anlamı taşıdığını söyledi bu ismin. Hemen benimsedim ismi, çok yakın hissettim fakat acaba cesarete mi ihtiyacım vardı yoksa zaten çok cesur olduğumun farkına mı varmalıydım? Bu arada Osho ile tanıştığımda, onun onlarca kitabı arasından seçtiğim ve okuduğum ve beni derinden sarsan ilk kitabıydı “Cesaret” kitabı. Tüm bunlar yalnızca bir tesadüf olamazdı. Şu an biliyorum ki ben hep cesur bir insan oldum, hep kalbimin sesini dinledim, bilinen değil bilinmezliğe giden yolları tercih ettim hep. Bu nedenle evet, bu isim ruhumu yansıtan isim dedim. Deva bir takı, ismin kendisi Abhaya’dır. Bu ismi aldığım andan itibaren orada bulunan herkes bana Abhaya diye seslenmeye başladı ve çok farklı hissettim. Sanki yüzeyde bir tamamlanmışlık hissi oluştu bende. Yüzeyde diyorum çünkü derinlere inildiğinde ne ismin ne de bir cismin var.
Bu anıyı kitabımda paylaşmak, anlattıklarımın okurlarım tarafından kimliğimle özdeşleştirilmesine neden olabilirdi ve bu riski göze alamazdım çünkü kitabımda amacım zihne uğramadan kalbe ulaşmaktı. Yazanın kim olduğu önemli değil, ruhsal anlamda, maneviyatıma etki eden, beni sorgulamaya yönlendiren ya da bildiğim fakat tanımlayamadığım hislerin ifadesi gibi sözler bunlar, hissi yaratmaktı okurlarımda amacım.
Dünyanın en sıradan, en basit en beklentisiz, en etiketsiz, en maskesiz ve tüm bunların getirisi olarak en huzurlu, en dingin insanı olmanın anahtarlarını sunduğunu Kendini Fethet isimli kitabınız Alaska Yayınlarından çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?
Bizler, sonsuzluk yolcusu olan minik zerreleriz ve zerre uçabilmek için hafif olmalıdır. Ağırlaşırsa ilerleyemez, yere çakılır. Kendimizi, “bilmiyorum” haline uyumlayabilirsek eğer varoluşun bize sunacağı halis bilgilere her an açık durumda, diri ve canlı oluruz. Sonsuzlukta bildiğimizi iddia ettiğimiz hiçbiri deneyime dayanmayan bilgi yükleriyle ilerleyemeyiz. Çünkü sonsuzlukta kalıplaşmış bir bilgi, deneyimlenip özümsenmemiş bir bilgi tutunamaz; bu, sonsuzluğun doğasına aykırı bir şeydir. Çünkü sonsuzluk demek asla tekrarlanmayan her an yeni bilgi demektir. Varoluşun bizden istediği de tabulaştırdığımız tüm bilgi yüklerinden arınıp sonsuzluğun her an yenilenen bilgi akışına uyumlu hale gelmektir. Bu da ancak bilinmeyene teslimiyetle mümkün olur, ben biliyorum demekle değil.
Demem o ki kitabımı bilgi edinmek amacıyla alanlar, okurken hüsran yaşayabilirler çünkü önsözde de belirttiğim üzere bu bir bilgi kitabı değildir. Çağımız bilgi çağı ve insanlığın genel durumuna baktığımızda pek de mutlu bir tablo görmüyoruz. Bu durumun kaynağına inildiğinde zihinlerimiz gerekli, gereksiz, ihtiyaçtan ya da entelektüel olma çabasından kaynaklı yoğun bir bilgi kirliliği baskısına maruz kalmış durumda. Hepimiz bu kadar çok şey biliyoruz fakat neden mutsuzuz, mutlu olmanın yöntemini de biliyor olmamız gerekmez mi? O halde bu durumda fark etmemiz gereken başka bir nokta var. Bana kalırsa bilginin sonsuz olduğu ve insanın bildikçe aslında bilmekten ne denli uzaklaştığının getirdiği karmakarışık ruh halleridir olmakta olan. İşte benim de amacım bu karmakarışıklığı biraz daha üst seviyeye çıkarmaktı. Çünkü yeterli ölçüde karmakarışık olmuş bir insan öz bilgisine uyanmaya hazır demektir; çaresizlikten kaynaklı masum ve cesurdur ve uyanış için artık bir kıvılcım yeter. İşte ben kitabımla bu kıvılcım olmaya niyetlendim. Bu kıvılcımı nasibi olan muhakkak alır, olmayan ise eli boş dönmez, tohum olarak eker varlığına. Gerisi akışın bilinmeyen fakat güvenli ve şefkatli kollarına emanet olmaktır.
No comments
Post a Comment