Tarih Boyunca Gençlere Büyük Bir Misyon Yüklenmiştir

Merhaba Zekeriya Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba, Trabzonluyum. 2001 yılından beri Kocaeli'de ikamet ediyorum. Kocaeli Derince ilçesinde din görevlisi olarak görev yapıyorum. Okumayı, yazmayı, konuşmayı seviyorum. İnsanlara yardımcı olmaktan, rehberlik yapmaktan hoşlanıyorum. Gençlerle birlikte zaman geçirmeye, onları dinlemeye ve onlarla sohbet etmeye gayret ediyorum.

Yazar Zekeriya Altuntaş

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Çocukluğumdan beri yazar olma hayalim vardı. Ortaokuldan itibaren yazı yazmaya başlamıştım. Lise yıllarımda dergi ve gazetelerde yazılarım yayınlanmıştı. Özellikle köşe yazılarımı okuyanlardan gelen yoğun talep üzerine kitap yazmaya karar verdim. Bu kubbede hoş bir sada bırakmanın yanında, kalıcı bir eser ve sadaka-i cariye olmasını istediğim için bu kitabı hazırladım.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Yazarlık, düşüncelerimizi insanlarla buluşturmak için çok önemli bir vasıta. Düşüncelerimizi paylaşmak için konuşmak önemli olduğu kadar yazmanın da bir o kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Hatta yazmak daha kalıcıdır. Zira söz uçar yazı kalır.

Gelecekte nasıl bir gençlik hayal ediyoruz sorusuna cevap bulmaya çalıştığınız Bir Gençlik Arıyorum isimli kitabınız Alaska Yayınlarından çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Teşekkür ediyorum. Kitabımızın okuyucularımızla buluşmasına vesile olan Alaska Yayınlarına hassaten şükranlarımı sunuyorum. Herkesin gelecekle ilgili endişeleri ve gençlerle ilgili hayalleri vardır. Kitabımızda  okuyucularımız hayalimizdeki gençliğin taşıması gereken özellikleri ve örnek almaları gereken önder şahsiyetleri bulacaklar. Ayrıca gençlerimiz kendilerine rol model alacakları kişileri tanıma fırsatı elde edecekler. İnsanlık tarihi boyunca gençlere çok büyük bir misyon yüklendiğini yakından müşahede edecekler ve kendilerine her dönemde değer verildiğinin farkına varacaklarını düşünüyorum.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Mesleğimden dolayı dini eserleri okumaya gayret ediyorum. Başucu kitapları olarak tefsir, hadis, fıkıh ve İslam tarihi alanında kütüphanemde bulunan eserlere zaman zaman başvuruyorum. Siyer alanında yazılan eserlere özel bir ilgim var. Biyografi ile ilgili kitapları okumaktan hoşlanıyorum. Peygamberlerin ve sahabilerin hayatları  ve öncü şahsiyetlerle ilgili yazılan kitapları çok seviyorum. Tarih okumaları yapmayı önemsiyorum. Medeniyetimizi tanımamıza yardımcı olacak ve yakın tarihimize ışık tutacak eserleri okumaya çalışıyorum.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet. İki kitap hazırlığım var. Birisi Peygamberlerin mücadelelerini ve kıssalarını anlatan bir kitap. Diğeri güncel dini  meselelerle ilgili  kaleme aldığım yazılardan oluşan kitap. En kısa zamanda okuyucularımla buluşmasını arzu ediyorum.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Bir Gençlik Arıyorum adlı ilk kitabıma  gösterdikleri yoğun ilgi ve alakalarından dolayı tüm okurlarıma teşekkür ediyorum. Kitabı okuyan anne babaların, eğitimcilerin ve gençlerin istifade edeceklerine inanıyorum. Anne babalar nasıl bir çocuk yetiştirmek istiyorlar? Eğitimciler nasıl bir gençlik yetiştirmek istiyorlar? İdeal gençler hangi özelliklere sahip olmaları gerekir? Bu gibi soruların cevaplarını kitabımızın satır aralarında bulacaklarını düşünüyorum. Herkesin okuyup kolay anlamasını  sağlamak için sade ve yalın ifadelerle konuları anlatmaya çalıştım. Umarım faydalı olur. Okuyucularımızın her türlü  görüş ve önerilerini bekliyorum. Edebiyat Gazetesi’ne söyleşi nedeniyle teşekkür ediyorum. Tüm okurlarımıza hürmet ve muhabbetlerimi sunuyorum.

Mühür

Mühür

İster yalnızlık maskeni yüzüne sür,

İster yüreğini dinle, eceline tükür.

Kulağımı dolduran anılar hep yüzsüzdür

Otur dinle sesini, gözlerim süzülür.


Ne tâkatim kalır ne hüznün,

Seraf çehrene hep dilim büzülür.

Güneş gözükür ve yıkılır gönlün,

Hep istedim ama gülmedi yüzüm.


Ateşimdir mühür, yeri gelir süründürür. 

Şâhvâr gelir de, bununla övünür.

Neylesin mecnun ise?

Benim aşkım uzaktan görünür.

Mervenur Uç

Hey Gidi Samsun

Samsunlu’yum ben. Güzel bir şehirdir Samsun hatta belki de Türkiye’nin en güzel şehirleri arasına da girebilir. Fakat çok fazla bağım oluşmadı nedense, belki de küçük yaşta ayrıldığım içindir. Sekiz yaşında Samsun’dan İstanbul’a göç etmiştik. Daha sonraları ortaokul ve lise yıllarında anneannem hayatta iken, tatillerde İstanbul’dan Samsun’a bir iki haftalığına yanına giderdim onu görmeye. Benden bir yaş küçük kuzenim de Ankara’dan gelirdi. Tabi o zamanlar internet yok, bilgisayar yok, cep telefonu yok. Yeni yetme ergenler olarak yapacak fazla da bir şey yoktu günümüzün vakit geçirme seçenekleri ile kıyaslayınca. Aylak aylak dolanırdık bütün gün. Bir de bizden yaşça biraz daha ufak annemlerin kuzen çocukları vardı Samsun’da yaşayan. Hep birlikte takılır, kendimize eğlence arardık. 

Samsunluyum Ben

Anneannemin evinin olduğu yer Samsun’un tepelerinde, neredeyse dışına yakın, etrafta tarlaların ve tek tük evlerin olduğu, kalabalık olmayan bir bölge idi. Yaptığımız yaramazlıklardan biri, gece tek tük araba geçen yolun ortasına, içinden iğne ile iplik geçirdiğimiz yumurtayı iple gererek asıp, yoldan gecen arabaların camlarında patlamasını, kuytu bir yere sinip gülerek izlemekti. Her yaz tatili ziyaretimizde pazardan civciv alıp beslerdik kuzenimle. Kuzenim de enteresan bir çocuktu. Çok garip huyları vardı. Normal çocuklar gibi top oynayıp, klasik oyunlar oynamaz, çok farklı şeylere sarardı. Her seferinde yanıma gelip ‘Gel gel bak ne var’ diyerek bir şeyler göstermek için beni çağırır; ben de bezgin bir şekilde yerimden kalkmak istemeyince, göstereceği ilginç şeyin ne olduğundan bahsederek beni ikna etmeye çalışırdı. ‘Hadi lan oradan öyle şey olur mu? ‘ diyerek yerimden kalkıp bakmaya gittiğimde her defasında hayretler içerisinde anlattığı şeyin gerçek olduğunu görüp, onun söylediğine inanmamış olmanın mahcubiyeti ve gördüğüm şeyin hayreti içerisinde bezmeye devam etmek üzere yerime geçerken bir yandan da televizyondaki spor yorumcuları gibi gördüğümüz hayret verici şeyi birlikte yorumlardık. 

Yok efendim camın önünde iki büyük kırmızı karınca kavga ederken biri birinin bacağını ısırmış, bacağı ısırılan da diğerinin ensesinden ısırmış ve onun kafasını koparmış. 

Kafası kopan ölmüş ama bacağı ısırılan diğerinin kafası bacağında yoluna devam etmiş falan gibi inanılmaz televizyon belgeseli hikayeleri, ama gidip bakınca da diğer karıncanın öbür karıncanın kafası bacağında yoluna devam ederken, mevta olan kafasız karıncayı da nalları dikmiş camın önünde yatarken görünce, bir gördüğüm manzaraya bir de kuzenimin suratına baka kalırdım. Yok efendim beslediği civciv kırkayak yemiş, yutmaya çalışmış ama tam yutamamış, kırkayak civcivin kursağında kalmış; civcivin ağzı kapanmıyormuş, ağzından kırk ayağın son ayakları görünüyormuş; yine ‘Hadi lan oradan deyip, olay mahaline bakmaya gidince, piton yılanı gibi ağzı açık kalmış, kursağı şişmiş, olan bitene kendisi de şaşmış civciv ile göz göze gelmem. Yine başka bir sefer: Yok civciv iplik yutmuş, ama iplik çok uzunmuş, inanmıyorsam gelip bakmalıymışım, sonra gidip bakıyorum; hakikaten civcivin ağzında ipliğin ucu, kuzen çekmeye başlıyor. Sünnet düğünü sihirbazlık gösterisi gibi iplik çek çek bitmiyor. Bunun gibi her seferinde önce kuzenime sonra da gözlerime inanamadığım olaylar ile geçerdi günler.

Neyse yine boş boş gezindiğimiz günlerden birinde: ‘Can sıkıntısından ne yapsak acaba diye düşünürken, anneannemin evinin aşağısındaki vadinin karşı tepesindeki su deposuna gitmeye karar verdik. Etraf bomboş, her yer tarlalar, aralarda tek tük evler var. Yürüyerek gitmeyi planladığımız tepenin oralarda da köy gibi bir arada evler var. Hadi dedik o zaman, koyulduk yola, iki ergen iki de çocuk. Tarlaların kenarından yürümeye başladık dereye doğru. Dere vadinin ortasında ve biz vadinin Samsun tarafındayız. Diğer taraf artık Samsun’un sonu. Kara Samsun, Toraman Tepe denilen yerler. Karşı tepenin en üstünde varmayı planladığımız su deposu, çatısı olmayan üstü düz, tek katlı eve benzeyen bir beton yapı. Üstüne tırmanmaya da müsait bir yükseklikte. Benim tahminim oraya gidip su deponun üzerine çıkarsak müthiş bir manzara ile karşılaşacağımız. O yüzden merak içerisindeyim. Ama bir yandan da köylük yerler, biz alışık değiliz; Köpek çıkar mı? Biri ile başımız derde girer mi? diye de tedirginim. Ne de olsa en büyük benim, sorumluluk bende. Ama yine de can sıkıntısı ve macera arama heyecanı ile haziran sıcağında yürüye yürüye, tarlaları ve dereyi geçip, bir iki de köy evi geçtikten sonra tırsa tırsa karşı tepeye ulaştık kazasız belasız.

Hızlıca tırmandık su deponun üstüne, şöyle bir baktım etrafa manzara nefis. Samsun’a Ankara’dan gelen yol görünüyor tepenin diğer tarafında. Samsun’a gelen Ankara yolunun etrafında uzanan tarlalar uzaklardan rengarenk serilmiş halılar gibi görünüyor. Tablo gibi manzara. 

Oturduk deponun üzerine. Ben manzarayı seyrediyorum, bir yandan da sohbet ediyoruz. Ama benim kuzenin eli ayağı hiç durmazdı. Evde bile hiçbir şey yapmasa, oturduğu yerde gazeteyi yırtar ufak ufak parçalar koparıp yere atardı dalgın dalgın düşünürken.  Radyo, teyp, oyuncak araba ne bulsa söker içini açar, kurcalar, inceler, bozardı. Öyle değişik bir çocuk. Ben de alışmışım onun bu hallerine, farkında bile değilim; bizimki nereden bulduysa o ara eline bir tane tahta sopa almış, ucunda da çivi var. Sopanın ucundaki çivi ile sürekli deponun üst beton zeminine vuruyor aynı tempoda ve çok monoton sürekli bir tak sesi çıkıyor. Ama dediğim gibi ben alışmışım kuzenimin rahat durmamasına o yüzden yadırgamıyorum, herşey olağanmış gibi geliyor bana; oraya vurması, zemini oyması. Ben sohbete dalmış ve manzaraya odaklanmışım. Yanlış hatırlamıyorsam Cuma günüydü, öğle saatleri uzaklardan ezan sesi geldi. Bir de bizden 200 metre kadar uzaklıkta bir tarlada adamın biri, altında bej kumaş pantolon, üstünde beyaz bir atlet, kafasında kasket, tarlada kalan otları elindeki yaba ile yığın yapıyordu. Biz tabi bu tablonun içinde bir an belki gördük onu ama hiçbir şekilde empati kurmadık adamla. Yani adamın o sıcakta tarlada kan ter içinde çalışıyor olması, sıcaktan bunalıp cinlerinin tepesine çıkmış olabileceği, nerden geldiğini bilmediği bu dört boş tipten rahatsız olmuş olabileceği ve en önemlisi kuzenimin adamın beynini oyar gibi tak tak tak diye yarım saattir betona sopanın ucundaki çivi ile vuruyor olmasının yaz sıcağında boş tarlada uzaklardaki adamın yanmış beyninde nasıl yankılandığı ve nasıl bir etki yapabileceği konusunda yeterince şuursuzduk. Aniden sağ arka çaprazımdan insan feryadı ile ayı kükremesi arasındaki sesin geldiği tarafa kafamı çevirmemle birlikte, beynim verileri özümseyip kuzenimin yarım saattir tak tak diye vurduğu betondaki 5 cm’lik oyuğu görüşüm ve adamın kükremesindeki şifreleri tekrar analiz edişimle  ‘yıkmaya mı geldiniz lan burayı’  mesajını algılamam çok hızlı oldu. Sonrasında ayağa kalktım ve kafamı çevirdiğim yönden adamın elinde yaba ile bize doğru geldiğini gördüm. Adamın kararmak ile kızarmak arasındaki kirli sakallı ve kan ter içindeki yüzünü uzaklardan görünce başımızın dertte olduğunu anladım. Fakat kuzenim ve küçük kuzenler benden daha hızlı algılamışlardı durumu. Onlar depodan atlamış koşmaya başlamışlardı bile. Ama ben en büyükleri olarak kaçmayı kendime yediremedim. İstanbul’dan gelmiş, Anadolu lisesinde okuyan kibar ve gururlu bir delikanlı olarak bir şeyleri açıklayabileceğim, gerekirse özür dileyeceğim düşüncesi ile depodan inip yaklaşan adama doğru:

‘’ Efendim’’ diye seslendim.

Adamın cevabı aynen şu oldu:

Senin fiyakanı …ikerim.

Tabi adamın uzaktan gelen beklemediğim cevabı ile tehlikenin boyutları biraz daha netleşti.

O ara kuzenim bana sürekli ‘Orkun! Kaç kaç laf anlatamazsın’ diye seslenerek, uzaklaştığı yerden beni içinde bulunduğum tehlike ile ilgili uyarmaya çalışıyordu. 

Fakat ben delikanlılığın verdiği son kalan cesaret ve umut kırıntısı ile, tarzımın buraya uygun olmadığını anlayıp, tarz değişikliği denemesine giderek, kibarlıktan vazgeçip adamın anlamasını umduğum dile döndüm ve:

Neeeee !!!! diye bağırdım adama doğru.

Henüz kaçmaya başlamamıştım. 

Adam: Dayı mısın laaaaan????!!!!! Diye bağırınca ben de artık işin uzlaşılmaz bir noktada olduğunu ve nafile uzlaşma çabalarımdansa kuzenimin kaç telkinine uymam gerektiğini idrak ederek üzerimdeki lila renkli rüzgarlıkla kaçmaya başladım. Adam zaten tarlada çalışmaktan yorulmuş ve Afrika savanlarındaki enerjisini boşa harcama lüksü olmayan çitalar gibi bizi kovalayacak halde değildi. Yakalayabilirse ancak kendisine akşama kadar lazım olan güç rezervini bizi dövmek için kullanabilirdi ama peşimizden koşmak için bu rezervden kullanmayacaktı. Boşuna koşmak ve sonunda bizi dövememek onu tatmin etmezdi. Böyle bir durumda elindeki yabayı kullanamayacaktı. Bu yüzden köy yerinde her adımda bulabileceği bir diğer silaha başvurdu. En son koşmaya başlamadan önce yere eğilip taş aldığını gördüm sonra da zaten bir daha arkama bakmadım. Sağıma soluma düşen taşların menzilinden çıkana kadar topuklarım kaba etime vura vura koştum. Kuzenler benden epey öndelerdi. Öngörüleri sayesinde menzile hiç girmemişlerdi. Ben de kısa sürede onlara yetiştim ve menzilden çıktım. Menzilden çıkınca adam da taş atmayı bıraktı. Adam enerjisini kesinlikle boşa harcamıyordu.  Bizde koşmayı bıraktık. Geriye dönüp baktım, uzaktan pek duyulmayan ve anlaşılmayan homurtular geliyordu hala adamdan ama bizden kurtulmanın ve galibiyetin verdiği tatminle arkasına dönüp tarlasındaki işine doğru yürüdü. Tabi biz nefes nefese kalmıştık. Kuzenim ‘Ben sana demedim mi? Laf anlatamazsın. Hala durup laf anlatmaya çalışıyorsun.’ diye çıkışıyordu bana. Ben de ‘Oymasan betonu bunlar başımıza gelmezdi.’ diyerek onu suçluyordum.

 Yüz metre kadar daha yürüyünce aşağı yukarı biz yaşlardaki birkaç köy delikanlısının önünden geçerken, sırıtarak baktıklarını görünce olayı görüp görmediklerinden tam emin olmayarak dert yandım. ‘Manzara seyrediyorduk adam bizi kovaladı, taş attı, ayıptır ya!’ diyecek oldum.  Fakat çocuklardan biri ‘Dört kişisiniz, ne kaçıyorsunuz, dövseydiniz ya.’ diye cevap verince ortamın ve zihniyetin çok farklı olduğunun teyidini alarak konuyu fazla uzatmadım. 

‘Bu taraftan gitsek köpek möpek yoktur değil mi? sorusu ile söze devam edip ne kadar tırsık şehir çocukları olduğumuzu iyice deşifre edince çocukların suratlarındaki sırıtma ifadesinin bir birim daha artmasına yol açtım. ‘Yok yok’ cevabını aldıktan sonra, korkmuş halimizle herhangi bir empati kurmadıklarını belli eden, hatta bir de köpek kovalasa bunları da biraz daha seyredip eğlensek hissi veren sırıtışlarından dolayı, laflarına pek de itibar etmesek de köpek çıkmaması için dua ederek mahallemize doğru yola koyulduk mecburen. Neyse ki başka vukuat yaşamadan vardık eve. 

Tatilin kalan kısmında evden fazla uzaklaşmadan sakince anneannemizin dizinin dibinde sütlaç yemeğe devam etmemiz gerektiğini idrak etmemizi sağlamıştı bu macera. Kalan günlerimi mahallenin çocukları ile ara sıra maç yaparak ve çalım attığımda sanırım uzun saçlarım sebebi ile ‘entelden çalım yiyorsun’ diye rakip takım oyuncularının kendi arkadaşları tarafından aşağılanmalarına sebebiyet vermem ve ara sıra Samsun’a inerek Rus pazarında kuzenimle gezindikten sonra Samsun simidi alıp eve dönmem gibi rutin aktivitelerle geçirdiğimi hatırlıyorum. Neyse ki başka sorun yaşamadan İstanbul’a dönebilmiştim, kafamda o yazdan hatıra, yaba sapı ya da tarla taşı yemekten ötürü kalmış olmayan dikiş izlerinden ari bir şekilde. 

ORKUN CABİ

Her Şey Okumayla Başlar

Merhaba Tuğhan Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba, öncelikle Edebiyat Gazetesi ve tüm ekibine teşekkür ediyorum. Kendimden kısaca bahsedecek olursam, ailemin iki çocuğundan biri olarak 1983 yılında İstanbul’da doğdum. Ama aslen Kayseriliyiz. Babam belli dönemlerde özel sektörde kendi işleriyle de ilgilenmiş, emekli bir öğretmen. Annem ise çok sayıda öğrenci yetiştirmiş emekli bir eğitmen. Kimyager olan abim kendi madenî yağ işiyle ilgileniyor. Ben evli ve bir çocuk babasıyım. Eşim yüksek mühendis, şu an doktora yapıyor. Çevre teknolojileri alanında 35 yıldır faaliyet gösteren aile şirketlerinde koordinatör olarak çalışıyor. Oğlum ise sosyal bir öğrenci ve ilkokul son sınıfa gidiyor. Eğitim hayatı olarak ben üniversitede mühendislik ve yüksek mühendislik eğitimi aldım. 

Her Şey Okumayla Başlar

Bir dönem İstanbul Üniversitesi’nde Yardımcı Araştırma Görevlisi kadrosunda yer aldım. Daha sonra işletme yönetimi üzerine MBA yaptım. Ardından yine aynı alanda doktora yaptım. Uluslararası hakem heyetli dergilerde makaleler yazdım, doçentlik unvanı aldım. Tezlerim ve makalelerim ağırlıklı olarak gayrimenkul satışı üzerine oldu. İş hayatı olarak da çocukluk yıllarımdan itibaren aile şirketlerimiz bünyesinde farklı sektörlerde satış alanında deneyimler edinme fırsatım oldu. Sonrasında bir dönem kendi inşaat şirketimizde çalışmaya başladım. Sonrasında da daha farklı grup ve holding şirketlerde gayrimenkul satışı üzerine çeşitli yöneticilikler yaptım. Şu an yine gayrimenkul sektöründe alanında lider olan özel bir proje pazarlama firmasında koordinatör olarak çalışmaya devam ediyorum. Özetle iş hayatı başlangıcım yaklaşık 30 yıl öncesine dayansa da, profesyonel anlamda akademik, mühendislik ve satış alanında 24 yıl oldu diyebilirim. Son olarak ise bir yandan sosyal faaliyetlerime de devam ederken, bir yandan da sizinle beni bu söyleşide bir araya getirmeye vesile olan Satış Serbest isimli kişisel gelişim kitabımı yayınladık.

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Aslında daha evvel baskıya almadığımız bir şiir kitabım ve yaklaşık 200 sayfalık bir romanım oldu. Özellikle küçük yaşta şiir yazmaya başladım diyebilirim. İlkokul öğretmenime güzel bir şiir yazıp, öğretmenimin duygulanıp annemi aradığı ve şiirimden bahsettiği olmuştur. Oğlum da bana çekmiş olsa gerek, daha ilkokul üçüncü sınıfta çifte akrostiş şiir yazıyordu. Ben ortaokula giderken edebiyat öğretmenim 35’i yayımlanmış, toplam 335 eseri olan dedemin yolundan gideceğimden bahsetmişti. Dedem antolojiden biyografiye, piyesten şiire birçok kitap yazmış. Kendisi 1991’den sonra eserleriyle yaşıyor, ben de arkamda güzel eserler bırakıp, eserlerimle yaşamaya devam etmek isterim açıkçası. 

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Yazarlık benim için kısa ve öz olarak insanlığa kitap türüne göre farklı faydalar sağlayacak eserler meydana getirerek sonsuza dek yaşamayı ifade ediyor. 

Satış tecrübelerinizle ilgili önemli notlar içeren Satış Serbest isimli kitabınız Alaska Yayınlarından çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Çok teşekkür ederim. Ben burada daha çok satış alanında çalışmak üzere karar aşamasında olan adayları ve bu alanda çalışmaya başlamış yolun başında olan kişileri hedefledim. Elbette satışta deneyim sahibi olan okuyuculara da bazı bildiğimiz temelleri kendi dilimin döndüğünce ve yaşanmış örneklerle altını çizerek farklı bir bakış açısıyla aktarmayı hedefledim. Devamı, biraz klasik olacak ama, kitabımda... 

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

En başta Paulo Coelho’nun dünyaca ünlü romanı Simyacı olmak üzere çeşitli kişisel gelişim kitapları favorilerim arasında diyebilirim. Bu kitap bana göre tam anlamıyla bir kişisel gelişim romanı. Bir başyapıt. Yazar burada belirlenen hedefe ulaşmanın önemini yol göstererek kaleme alıyor. Bu ve benzeri eserleri kaleme alan yazarlar, kitaplarıyla beni ve sanırım birçok okuyucusunu her kitaptan sonra daha da geliştiriyor. 

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Şu an Satış Serbest isimli kitabımın henüz yeni yayımlandığı bu süreçte bu konuya çok değinmek istemesem de, sorduğunuz için şöyle bir ifadede bulunmak istiyorum; evet Satış Serbest basılan ilk kitabım ama son kitabım olmayacak. 

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Her şey okumayla başlar. Elbette bu kitabı okumak zorunda değiller. Ne okurlarsa okusunlar ama okumaktan vazgeçmesinler.

Edebiyat ve Müzik

Her ikisi de duyularak, dinlenerek zevk alınan sanatlardır. Anlatılanların kulağa hoş gelmesi, insanlara zevk vermesi ilk çağlardan beri amaçlanmaktadır. İncil’de ilk söylenen ‘’Başlangıçta söz vardı.’’ cümlesidir. Kuran-ı Kerim Oku sözüyle başlar. Kutsal kitaplar kulağa hoş gelen sözleriyle binlerce yıl insanları etkilediler. Sözün etkisi yazı yaygınlaşmadan önce insanlar üzerinde çok fazlaydı.

Edebiyat ve Müzik

İliada ve Odysseia destanlarında Homeros kimi insanlar için “kanatlı sözler söyledi” demektedir. Kanatlı sözlerden kastettiği ezgiyle söylenen şiirlerdir. Anlatıcı hikâyeyi şiirin anlatım zenginliğinden faydalanarak dinleyiciye aktarır. Metni okuyan ve dinleyen insanlar bir müziğin etkisinde kalmış gibi olurlar. Bu etkiyi Homeros ve diğer anlatıcılar nasıl sağlıyorlar?

Günlük yaşamımızda birçok insanla tanışırız fakat pek azıyla dost ve arkadaş oluruz. Sözcükler de bizim gibi hareket ederler. Her sözcük her sözcükle bir araya getirilemez. Sanat metinlerinde bir araya getirilecek sözcük ve seslere dikkat etmek sanatçıların işidir. Sözlerin kulağa hoş gelmesi, müzik zevki verebilmesi için ritim v e ahenk unsurlarına dikkat etmek gerekir. Yunan şairleri, tiyatro yazarları sözcüklerin büyüsünü kavramış insanlardı. Cümlelerini belli bir ahenkle ifade ederken müzik aletlerinden faydalanıyorlardı. Pan, Yunan mitolojisinde Müzik Tanrısıdır. Çaldığı flütle savaşların başlamasına neden olur. Yunan kültüründe Lir, yoğun duyguların ifade edilmesini sağlayan çalgıdır. Günümüzdeki gitarın atası kabul edilir. Bu çalgıdan dolayı Batı Edebiyatı’nda duyguların yoğun ifade edildiği şiirlere Lirik şiir adı verilir. Modern romanın başlangıcı sayılan Don Kişot romanında silahtar Sancho Panza, Don Kişot’un uyarılarına rağmen sürekli atasözlerini tekrarlar. Birçok atasözü söylemesinin nedeni insanların kulağına hoş gelmesidir. Konuyla ilgili olmasının bir önemi yoktur. Modern hikâyede, şiirde, romanda her zaman sözle müzik iç içedir. Birbirlerine destek olurlar. Klasik müzik, opera sanatları müzik ile hoş sözlerin birlikte ifade edildiği sanatlardır. Gelelim bizim kültürümüze.

Orta Asya’da yaşayan atalarımız Gök Tanrı inancına, Şamanizme, daha sonra Maniheizm ve diğer dinlere inanıyorlardı. Bu dinlerin din adamlarına Kam, Baksı, Şaman gibi isimler veriyorlardı. 

Bu insanlar çok yönlü kişilerdi. Topluluğun dini törenlerini yönetiyorlardı. Töreni yönetirken şiirler söylüyor, destanlar anlatıyorlardı. Boyun bilge kişisi, yöneticilerine yol gösteren akil insanlardı. Ellerindeki çalgılarına kopuz adı verilirdi. Kopuz için günümüzdeki bağlamanın atası diyebiliriz. Kalın ağaçlardan yapılan kopuz, at kılından yapılan telleriyle çok uzak mesafelere sesini duyurabiliyordu. Eğitimin okullarda olmadığı zamanlarda Din adamları, kopuz eşliğinde toplumun eğitim ihtiyacını karşılayan eğitimcilerdi. İslam Dininin Türkler arasında yayılmasıyla birlikte Şamanlar yerini Ozanlara bıraktı. Bu ozanların en tanınmışlarından biri Dede Korkut’tur. Destandan hikâyeye geçiş sürecinin en önemli örneği olan Dede Korkut hikâyeleri bir önsöz ve on iki hikâyeden oluşur. Bu hikâyeleri anlatan Dede Korkut zaman zaman kopuzu eline alır ve ezgili sözlerini söyler. Hikayenin sonunda yine ortaya çıkar ve öğütlerini verir. Bu destanlardan kulağa hoş gelen sözler ve müzik birlikte var olur.

 Halk hikayesine geldiğimizde şaman yerini ozana,kopuz yerini bağlamaya bırakmaktadır.Müzik ile sözün dansı hiç bitmez.Karacaoğlan,Köroğlu,Aşık Kerem ,aklımıza gelen bütün aşıklar Anadolu’yu dolaşırken bağlamaları ellerinden eksik olmaz.Azerbaycan’da yaşadığına inanılan Köroğlu varyasyonunda şu dörtlük dile getirilir:

 Koroğlu der Çenlibel’de Bey menem

 Paşaya Hodkara boyun eymenem 

 Düzelt şu sazı korkma deymenem

 Usta kulun olam al düzelt sazı

 Kerem Aslı’ya kavuşabilmek için diyar diyar dolaşırken sazını yanından hiç eksik etmez.Dertlendiği zaman sazını eline alır ve dertli sözlerini söyler:

 Hey ağalar hangi derde yanayım

 Yitirdim Aslımı gören olmadı

 Pervaneler gibi yandım tutuştum

 Yandım ateşine soran olmadı

Divan Edebiyatı Osmanlıca adını verdiğimiz, üç dilin senteziyle (Arapça, Farsça, Türkçe) oluşmuş, karma bir yazı dilidir. Bu üç dilin müzikal zenginlikleri, anlatım özellikleri bu yazı dilinde ortaklaşıp üç kıtaya yayılmıştır. Ağırlıklı olarak şiir dili olması, ses zenginliğine ve musikiye önem verilmesini sağlamıştır. Ritmin ve ahengin sağlanabilmesi için Aruz vezni dediğimiz ölçü, kafiye çeşitleri ve kafiye örgüsü, nazım birimi olarak da beyit kullanılır. Asonans, aliterasyon, vurgu ve tonlama Divan Edebiyatında olduğu gibi Halk Edebiyatında da kullanılır. Bu terimler, şiirin müzikal etki yaratması için zorunlu sayılmıştır. Fuzuli’nin, Baki’nin şiirleri özenle seçilmiş sözlerden oluşur: 

Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş.

Fuzuli Rind i şeydadır hemişe halka rüsvadır

Sorun bu ne sevdadur bu sevdadan usanmaz mı


 Modern Edebiyata geldiğimizde Batı Edebiyatında sona, terza Rima gibi şiir türleri kulağımızda hep müzik etkisi bırakır.

Ahmet Haşim şiirde kapalı anlamı savunur ve ‘’şiir sözden ziyade musikidir’’der.Yahya Kemal’in şiirlerinde müziğin etkisi çok yoğun olarak görülür: Mehlika Sultan’a aşık yedi genç 

Gece şehrin kapısından çıktı

Mehlika Sultan’a âşık yedi genç

Kara sevdalı birer âşıktı

Cumhuriyet dönemi şiirimize damga vuran şairlerimize bakarsak onların da şiirlerinde müzik dilini kullandıklarını görürüz.

Müziğin ruha gıda olan havasından yararlanarak şiirlerini etkileyici hale getirmek için ellerinden geleni yapmışlardır.

Necip Fazıl: Kendi yurdunda sürgünsün, öz yurdunda parya

 Yüz üstü çok süründün ayağa kalk Sakarya

Nazım Hikmet: Değil birkaç değil beş on

 Otuz milyon aç bizim

 Onlar bizim biz onların

 Dalgalar denizin deniz dalgaların

 Şairler nasıl müziğin etkisinden yararlanmak istiyorlarsa müzisyenler de şiirin etkisinden yararlanmak istiyorlar. Müziğin sektör haline geldiği atmışlı yıllardan itibaren Aranjman müziği denen müzik türü ortaya çıktı. Yabancı bestelere Türkçe sözler yazılarak piyasaya sürüldü. Belli bir süre bu müzik türü tuttuktan sonra yerini yeni müzik anlayışlarına bıraktı. Anadolu Rock adı verilen müzik türü halk kültüründen beslenip yeni bir rock müziği tarzı oluştururken Halk şairlerinin ve modern şairlerin şiirlerinden beslendi. Moğollar, Barış Manço, Erkin Koray, Zülfü Livaneli, Selda Bağcan, Cem Karaca gibi birçok müzisyen, Karacaoğlan’dan Nazım Hikmet’e kadar pek çok şairin şiirlerini bestelediler. Bir dönem o hale geldi ki sanki Nazım Hikmet’in bütün şiirleri bestelenmiş gibi oldu. Şairlerin müziğe verdikleri önem şiirlerinin bestelenmesini kolaylaştırdı.

Yazımızı Zülfü Livaneli’nin Nazım Hikmet’ten bestelediği bir şiirle bitirelim:

 Karlı Kayın Ormanında

 Yürüyorum Geceleyin

 Efkârlıyım efkârlıyım

 Elini ver nerde elin


 Ben ordan geçerken biri

 Amca dese gir içeri

 Girip yerden selamlasam

 Hane içindekileri


 Yedi tepeli şehrimde

 Bıraktım gonca gülümü

 Ne ölümden korkmak ayıp

 Ne de düşünmek ölümü

 

 Memleket mi yıldızlar mı

 Gençliğim mi daha uzak

 Kayınların arasında 

 Bir pencere sarı sıcak


FIRAT KASAP

Bir İdam Mahkûmunun Son Günü

1829 yayınlanan Bir İdam Mahkûmunun Son Günü’nün de ölüme mahkûm edilen bir insanın son günü büyük bir ustalıkla işlemiş, kamu vicdanını etkilemeyi ve idam cezasına karşı bir protesto hareketi başlatmayı amaçlamıştır ve bunda başarılı da olmuştur. 

Bir İdam Mahkûmunun Son Günü

Giyotinin icadıyla ölüm sırasında mahkûmun acı çekmeyeceği düşüncesinin yanılgısını infaz öncesi mahkûmun yaşadığı ölümcül acıda okuyacaksınız. Ölüme hazırlanmayan karakterimizin bütün hikâye boyunca emri verenin kendisini dinleyeceğine, kendisini anlayacağına olan inancına rağmen gerçekleşen bu idama şaşıracak bu ölüm fermanıyla irkileceksiniz. Romanımız kaynağını yazarımızın tanıklık ettiği bir olaydan almaktadır. 

 Victor Hugo, bir arkadaşı ile Paris sokaklarında gezinirken, bir meydanda toplanmış kalabalık dikkatlerini çeker. Yaklaştıklarında, bir suçlunun cezasının infazının yapılmakta olduğunu görürler ve bu olayın ardından yazar, hemen oradan uzaklaşır. Kuşkusuz böylesine acı bir görsel olayın böylesi bir romana kaynaklık etmiş olması, bu yapıtın anlamını ve önemini artırmaktadır. Peki, siz; Öleceğinizi bilseniz zaman sizin için nasıl geçerdi? Pencereden dışarı bakıp sizin ölümünüzü izlemeye hazırlanan kalabalığı nasıl değerlendirirdiniz?  Yemeğinizi yerken ne hissederdiniz? Hiç idam cezasına çarptırılmış bir mahkûm olduğunuzu düşündünüz mü? Kaçamayacağınız bir ölümle ve onun psikolojisiyle zaman geçirdiniz mi? 

Sadece seri katillerin veya canilerin idam cezasına çarptırıldığını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Sembol haline gelmiş en önemli örneklerinden biri olan Giordano Bruno İtalyan filozof ve gökbilimciydi... Dünyanın güneşin etrafında döndüğünü söylediği için Roma meydanında diri diri yakılarak öldürüldü. Eserimizde idam Mahkûmu olan karakterimiz isyanını şu sözlerle dile getiriyor.

Bizim yaşamımızdan çok ölümümüzle ilgileniyorsunuz." 

Ardından şöyle anlatıyor yaşadığı acı dolu anları: "Ne yaparsam yapayım, bu iğrenç düşünce hep burada yanımdan uzaklaşmayan, kurşundan bir hayalet gibi; yapayalnız ve kıskanç; benim gibi bir sefil insanın bütün hayallerini, mutluluklarını altüst ediyor, gözlerimi kapamak ya da başımı çevirmek istediğimde, buz gibi elleriyle beni sarsıyor. Ruhumun ondan kurtulmak için sığınabileceği bütün biçimlere giriyor, bana söylenen her söze korkunç bir nakarat gibi karışıyor, hücremin iğrenç demir parmaklıklarına benimle birlikte yapışıyor, uyanık olduğum zaman gözümün önünden gitmiyor, çırpınmalarla dolu uykumu kolluyor ve düşlerimde bir bıçak biçiminde bana görünüyor" (sayfa 62)

Hikâyemizdeki karakterimiz kendisi hakkındaki idam kararıyla altı hafta geçiriyor. Altı hafta boyunca ne ona yemek getirenler ne ondan günah çıkartmasını isteyen papaz ne onun ölümünü izlemek için biriken kalabalık onu anlamıyor. Hikâyemizdeki karakter anlaşılamamanın, etrafındaki hiç kimse tarafından idama mahkûm edilmenin, öldürülecek olmanın psikolojisini paylaşamıyor... Mübaşirin idam mahkûmunu, idam edileceği Greve Meydanı'na götürürken ki aşırı nezaketi, rahip 'in bir formaliteyi yerine getirmek için yaptığı teselli konuşmaları, bürokrasi ve din kurumlarının ölüm karşısındaki yabancılaşmış ritüellerini gösterir. Nöbet yerine gelen yeni ve idamı bir gösteriymiş gibi izleyen halk ise ölüm karşısındaki diğer bakış açılarıdır. Yani kitapta ölüm, ya kurumların rutin işlerinden biridir ya hurafelere malzeme olan bir olgudur ya da halkın can sıkıntısını gidermesine, vakit öldürmesine yarayan bir gösteridir. İdamın bir gösteri haline gelmesi en az idam cezası kadar eleştirilir ve Greve Meydanı'nda giyotinle birini kesme süreci, 'ibret olsun' mesajı taşıdığı kadar kitleleri eğlendirmeye de yarar. Çünkü bir başkasının ölümünü izlemek "iyi ki ölen ben değilim" neşesini de taşır. Victor Hugo'nun eleştirisinin kaynağı tam olarak budur. Eser kahraman bakış açısıyla yazılmıştır. Mahkûm hikâyeyi bizimle paylaşan kişidir. 

Onu anlayan onun nedenlerini, paniğini gören onu duyan biziz. Bu yüzden mahkûm edildiği ölüm gerçekleştiğinde artık onun yalnızlığı bize geçiyor. Onu tanımış, onu anlamış birisi olarak geriye kalan kişiler. Eseri okuyan biziz. Kahraman bakış açısının ustalığını karakterimizi kaybettiğimiz anda yaşadığımız hislerle görüyoruz.

 Victor Hugo, idam gerçeğini daha yirmi yedi yaşındayken ve 1829 Fransa’sında kavramıştır. “Devrimlerin yok edemediği kaide” diye nitelendiriyor giyotini ya da örtülü olarak bunun altında yatan “idamı. Fransa açısından bu cezanın yürürlükten kaldırılmasının, ancak 1981 yılında Sosyalist Parti iktidarında gerçekleştirildiğini de belirtmeliyiz. Bu, kitabın yazılmasından 152 yıl sonra gerçekleşmiş bir olgudur. Ne yazık ki birçok Batı ülkesinde bu uygulama sürmektedir. Doğal olarak, bunun siyasal ve ahlaksal yönleri de vardır. Toplumun düzenini sağlamak için bu cezayı, bir caydırıcılık öğesi olarak görenler de vardır. Victor Hugo, bu düşünceyi taşıyanlara daha 1830’lu yıllarda karşılık vermektedir.

Cezayı verip insanı yok etmenin yerine, suçluları iyileştirmeyi öğütlemektedir. Yok etme gücünün Tanrı’ya özgü olduğunu vurgulamaktadır; çünkü bu yok etme eyleminde bulunan insanlık, bunu yaparken içindeki nefret dolu duygularını boşaltmakta ve yabanıl bir tören için ortam yaratmakta ve onu süslemektedir. İşte Victor Hugo, insanlığın yarattığı bu vahşet sahnesini yıkmak istemektedir, çünkü uygar dünyada bu sahnenin yeri yoktur. Uygar insanlık bu vahşet gösterisine layık değildir ve onun hak ettiği konum da bu değildir. Bütün yaşamsal haklarından yararlanamayan ya da yararlandırılmayan bir insan, gerçek anlamda bir insan değildir onun gözünde. Victor Hugo’nun bu idealleri, bugünkü uygar dünyada bir ölçüde gerçekleştirilmiştir; çünkü insanlık ancak böylesi haklara layıktır ve yüreğinde sevgi taşıdığı sürece buna layık olacaktır. İdam sehpası, insanlığın kaldırması gereken tek engel değildir, yalnızca engellerden biridir; ancak kaldırılması gerekenlerin en başında yer almaktadır. Bu kitaptaki adsız, suçu belirtilmemiş herhangi bir suçlunun son gününde hissettiklerini okuduğumuzda, bu sorunun daha iyi anlaşılacağını umut ediyoruz. 

İdam ve idam çeşitleriyle ilgili bilgi alacağınız bu kısımdan duyabileceğiniz rahatsızlık için: Gerçeklerin utancı, onu yazana ait değildir. Ölüm cezası, bir devletin, suçlu gördüğü bir mahkûmun hayatına, işlediği suçun bedeli olarak son vermesidir. Bu ceza biçiminin uygulanışına ise idam adı verilir. Şu an dünyada 58 ülkede idam cezası serbesttir. 98 ülke, idam cezalarını hukuken kaldırmış olup, 7’si ise savaş suçları ve istisnai hâller dışında idam cezasını uygulamamaktadır. 1) Aç Bırakmak, 2) Asarak İnfaz Etmek, 3) Kurşuna Dizmek, 4) Recm (Taşlayarak Öldürmek), 5) Boğazlayarak İnfaz Etmek, 6) Çarmıha Germe, 7) Ezerek İnfaz Etmek, 8) Elektrikli Sandalye, 9) İkiye Bölerek İnfaz, 10) Giyotinle İnfaz Etme, 11) Kılıçla Baş Kesmek, 12) Zehirleme.

Bugün dünyanın birçok ülkesinde idam cezası yürürlükten kaldırılmışsa, böylesi bir cezanın hem trajik hem de insanlık dışı yanını daha XIX. yüzyılın ilk yarısında gözler önüne seren Hugo’nun bunda hiç de azımsanmayacak bir payı olsa gerek. 

Victor Hugo, 26 Şubat 1802, Besançon, 22 Mayıs 1885, Paris

Romantik akıma bağlı Fransız şair, romancı ve oyun yazarı. En büyük ve ünlü Fransız yazarlardan biri kabul edilir. Hugo'nun Fransa'daki edebi ünü ilk olarak şiirlerinden sonra da romanlarından ve tiyatro oyunlarından gelir. Pek çok şiirinin içinde özellikle Les Contemplations ve La Légende des siècles büyük saygı görür. Fransa dışında en çok Sefiller ve Notre Dame'ın Kamburu romanlarıyla tanınır.


Ebru

Üzerinde bej rengi, askılı uzun keten elbisesi, başında ise elbisesinden iki ton daha koyu bej rengi, kenarları siyah şeritli kocaman hasır şapkası, boynunda el yapımı mavinin ve kırmızının farklı tonlarından oluşan irili ufaklı el yapımı cam boncukların dizili olduğu kolyesi ve ayaklarında şapkası ile aynı tonlardaki sandaleti ve elindeki hasır sepetin içindeki lila rengi fiyonkla birbirlerine kenetlenmiş lavantalarıyla çizdiği portre, dışarıdan görenin içine huzur ve bahar tadında bir ferahlık veriyordu Eylül’ün.  Ayaklarına dalgalar çarparken, uzun elbisesinin ucu deniz suyu ile ıslanıyor, kırmızı ojeli parmakları kum ve su ile buluştukça, genç kadının yüzündeki tebessüm gitgide büyüyordu. 

Ebru Sanatı

Adımları da kıyafeti ile uyumlu derecede naif, yumuşak ve doğaldı plaj yolunda yürürken Eylül’ün. Sanki bulutların üzerinde yürürcesine atıyordu her adımını. Eylül, yürüdükçe düşünüyordu bir yandan da. Lise yıllarından beri yürümek onun hem yaratıcılığını beslemiş hem de duygu sağaltımına katkıda bulunmuştu. “İnsan, otantik haline sadık kaldığı ve kapsandığını kalpten hissettiği yerlerde köklendiği müddetçe çiçeklenip, yeşerebiliyor. Anlaşılmadığı, kendini anlatamadığı, kendine ihanet edercesine bazı yaptırımlar, korkular ya da onaylanma isteği nedeniyle ait hissetmediği yerlerde kalması ne acı insanın” diye düşündü. 

Eylül, yedi emin gibi kendisine anlatılan her sırrı sakladığı için etraftaki herkesin derdini paylaştığı biri olmuştu. Bu nedenle, çok fazla hayat hikâyesi dinlemiş, insanların bulundukları çevreye uyum sağlamak için, kendi ruhlarının tınılarına nasıl kulaklarını tıkadıklarına, hatta kendilerine neyin iyi geldiğini bile bilmediklerine çokça şahitlik etmişti. 

Tüm bunlar aklından geçerken, önünden geçmekte olduğu büyük parkın bahçesinden gelen ıhlamur kokusunu içine çekti gözlerini kapayarak. Az önceki düşüncelerinin ağırlığı bir anda bu kokuyla savrulmuş, Eylül, tekrar ana gelmişti. 

Yakın zamanda açmış olduğu, kendisine ait ebru atölyesine doğru adımlarını atarken, hasır şapkasının altından uçuşan uzun dalgalı siyah saçları, ayak bileğindeki halhaldaki topların şıngırtısı ile uyumlu bir dans içerisindeydi. Bir o yana, bir bu yana savruldukça saçları, genç kadının burnuna kullandığı şampuanın Hindistan cevizi kokusu da geliyordu. Kokuyu içine çektikçe, “koku, doku, renkler, ses hepsi ne kadar değiştiriyor insanın ruh halini. Hele doku, insanın cildine temas eden her doku nasıl özel olmalı aslında… İyi ki bu elbiseyi almışım, bu elbise ne kadar sade, ne kadar yumuşak,  bu sıcak havaya rağmen, ne zaman giysem hafif bir his veriyor bana tıpkı rüzgâr gibi, ıhlamur çiçeği gibi, lavanta gibi, deniz sesi, iyot kokusu gibi. Bu elbise hem şık, hem hafif, hem de sağlıklı. Üstelik değişik aksesuarlarla her ortama da zorlanmadan uyum sağlıyor. Rengi, dokusu, otantik hali ile kabul görüyor. İnsanın tenine ve vücuduna, dokusu ve modeliyle ikinci bir deri gibi uyum sağlıyor, insanı zorlamadan ona kapsanmışlık, kabul görmüşlük hissi veriyor sanki. İnsanlar, ilişkiler, diyaloglar da böyle otantik, doğal, ferahlatan, kapsayıcı ve özden olsa, insanı bu elbise gibi evde, huzurlu, sarmalanmış ve konforlu hissettirse ne güzel olurdu. Aslında olması gereken de bu değil mi ki? Olağan beklentilerin, lüks olduğu bir döneme denk geldik ya bizler… Tıpkı vitrinlerdeki lüks markaların bile satışa sunduğu elbiselerin kumaşlarının yüzde doksandan fazlasının polyester olup insan sağlığına zararlı olması gibi günlük hayattaki etkileşimlerin de önemli bir miktarı suni, yüzeysel ve insanı zehirliyor.” diye içinden geçirdi Eylül.  O an, ışıldayan güneşin aksine Eylül’ün yüzüne bir karartı çöktü. “Artık samimi, içteni doğal olan ne vardı ki? Geliştiren, dönüştüren, daha iyiye götüren, nefes aldıran sohbetleri, paylaşımları ne kadar az gözlemliyorum! İyi ki kitabımı yazmakla, tablolarımın galeri işleri ve ebru öğrencilerimle haşır neşirim ben. Az insan, çok boya, kalem, kitre, su ve kâğıt noktasındayım artık ve bundan da memnunum epey” diye düşündü Eylül, saçına ilişen yaprağı alırken.   

O sırada, genç kadının sağ omuzuna bir kelebek kondu. Çocukluğundan beri, ne zaman yakınında bir yere kelebek konsa bir dilek dilerdi genç kadın. Gözlerini kapattı, burnuna gelen ıhlamur kokusunu iyice çekti içine. Gözlerinin kapalı olmasına rağmen, gün ışığını halen hissediyordu belli belirsiz. “İşte tam da şu an, dileğimin gerçekleşeceğini hissediyorum” dedi Eylül içinden, gülümseyerek. “Tam bu elbise gibi doğal, en otantik hali ile bana uyumlu, her halime yakışır, her haline yakıştığım, ruhumun iklimine uygun yâr ve yarenler getir, ey yaradan soframa, yanı başıma, hayatıma” diye duasını ettikten sonra, huzurla daha da ferahlamış bir şekilde ıhlamur kokusunu bir kez daha içine çekti bu dileği gerçekleşmişçesine. 

Eylül, coşkuyla adımlarını attı ebru atölyesinden içeriye girerken. Bu sabah lavantalardan ilham alarak, fonda sözlerini Mevlana’nın yazmış olduğu “Poem of Butterflies” isimli şarkıyı dinlerken, ebru teknesinin başına geçti. Lila ve pembe tonlardaki bu ebru çalışmasının ismini ise, Yâr ver Yaren koydu duasının karşılığı gelen yâr ve yarenleri karşısında görmüşçesine.

Ruhunuza dokunurken, yüklerinin altında sizi ezmeyen, ruhunun tınısı ruhunuzun tınısı ile uyumlu, güneşi de, ışığı da, rüzgârı da neşe ve coşkuyla hissettirecek, yağmuru da karıda huzur ve hafiflikle mevsiminde bereketle yağdıracak yâr ve yarenler dilerim. Işığınız hep parlasın. Aşk ve sevgiyle…

Yazı ve Fotoğraf: YAZAR GÜZ

1932-2024 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447