Üzerinde bej rengi, askılı uzun keten elbisesi, başında ise elbisesinden iki ton daha koyu bej rengi, kenarları siyah şeritli kocaman hasır şapkası, boynunda el yapımı mavinin ve kırmızının farklı tonlarından oluşan irili ufaklı el yapımı cam boncukların dizili olduğu kolyesi ve ayaklarında şapkası ile aynı tonlardaki sandaleti ve elindeki hasır sepetin içindeki lila rengi fiyonkla birbirlerine kenetlenmiş lavantalarıyla çizdiği portre, dışarıdan görenin içine huzur ve bahar tadında bir ferahlık veriyordu Eylül’ün. Ayaklarına dalgalar çarparken, uzun elbisesinin ucu deniz suyu ile ıslanıyor, kırmızı ojeli parmakları kum ve su ile buluştukça, genç kadının yüzündeki tebessüm gitgide büyüyordu.
Adımları da kıyafeti ile uyumlu derecede naif, yumuşak ve doğaldı plaj yolunda yürürken Eylül’ün. Sanki bulutların üzerinde yürürcesine atıyordu her adımını. Eylül, yürüdükçe düşünüyordu bir yandan da. Lise yıllarından beri yürümek onun hem yaratıcılığını beslemiş hem de duygu sağaltımına katkıda bulunmuştu. “İnsan, otantik haline sadık kaldığı ve kapsandığını kalpten hissettiği yerlerde köklendiği müddetçe çiçeklenip, yeşerebiliyor. Anlaşılmadığı, kendini anlatamadığı, kendine ihanet edercesine bazı yaptırımlar, korkular ya da onaylanma isteği nedeniyle ait hissetmediği yerlerde kalması ne acı insanın” diye düşündü.
Eylül, yedi emin gibi kendisine anlatılan her sırrı sakladığı için etraftaki herkesin derdini paylaştığı biri olmuştu. Bu nedenle, çok fazla hayat hikâyesi dinlemiş, insanların bulundukları çevreye uyum sağlamak için, kendi ruhlarının tınılarına nasıl kulaklarını tıkadıklarına, hatta kendilerine neyin iyi geldiğini bile bilmediklerine çokça şahitlik etmişti.
Tüm bunlar aklından geçerken, önünden geçmekte olduğu büyük parkın bahçesinden gelen ıhlamur kokusunu içine çekti gözlerini kapayarak. Az önceki düşüncelerinin ağırlığı bir anda bu kokuyla savrulmuş, Eylül, tekrar ana gelmişti.
Yakın zamanda açmış olduğu, kendisine ait ebru atölyesine doğru adımlarını atarken, hasır şapkasının altından uçuşan uzun dalgalı siyah saçları, ayak bileğindeki halhaldaki topların şıngırtısı ile uyumlu bir dans içerisindeydi. Bir o yana, bir bu yana savruldukça saçları, genç kadının burnuna kullandığı şampuanın Hindistan cevizi kokusu da geliyordu. Kokuyu içine çektikçe, “koku, doku, renkler, ses hepsi ne kadar değiştiriyor insanın ruh halini. Hele doku, insanın cildine temas eden her doku nasıl özel olmalı aslında… İyi ki bu elbiseyi almışım, bu elbise ne kadar sade, ne kadar yumuşak, bu sıcak havaya rağmen, ne zaman giysem hafif bir his veriyor bana tıpkı rüzgâr gibi, ıhlamur çiçeği gibi, lavanta gibi, deniz sesi, iyot kokusu gibi. Bu elbise hem şık, hem hafif, hem de sağlıklı. Üstelik değişik aksesuarlarla her ortama da zorlanmadan uyum sağlıyor. Rengi, dokusu, otantik hali ile kabul görüyor. İnsanın tenine ve vücuduna, dokusu ve modeliyle ikinci bir deri gibi uyum sağlıyor, insanı zorlamadan ona kapsanmışlık, kabul görmüşlük hissi veriyor sanki. İnsanlar, ilişkiler, diyaloglar da böyle otantik, doğal, ferahlatan, kapsayıcı ve özden olsa, insanı bu elbise gibi evde, huzurlu, sarmalanmış ve konforlu hissettirse ne güzel olurdu. Aslında olması gereken de bu değil mi ki? Olağan beklentilerin, lüks olduğu bir döneme denk geldik ya bizler… Tıpkı vitrinlerdeki lüks markaların bile satışa sunduğu elbiselerin kumaşlarının yüzde doksandan fazlasının polyester olup insan sağlığına zararlı olması gibi günlük hayattaki etkileşimlerin de önemli bir miktarı suni, yüzeysel ve insanı zehirliyor.” diye içinden geçirdi Eylül. O an, ışıldayan güneşin aksine Eylül’ün yüzüne bir karartı çöktü. “Artık samimi, içteni doğal olan ne vardı ki? Geliştiren, dönüştüren, daha iyiye götüren, nefes aldıran sohbetleri, paylaşımları ne kadar az gözlemliyorum! İyi ki kitabımı yazmakla, tablolarımın galeri işleri ve ebru öğrencilerimle haşır neşirim ben. Az insan, çok boya, kalem, kitre, su ve kâğıt noktasındayım artık ve bundan da memnunum epey” diye düşündü Eylül, saçına ilişen yaprağı alırken.
O sırada, genç kadının sağ omuzuna bir kelebek kondu. Çocukluğundan beri, ne zaman yakınında bir yere kelebek konsa bir dilek dilerdi genç kadın. Gözlerini kapattı, burnuna gelen ıhlamur kokusunu iyice çekti içine. Gözlerinin kapalı olmasına rağmen, gün ışığını halen hissediyordu belli belirsiz. “İşte tam da şu an, dileğimin gerçekleşeceğini hissediyorum” dedi Eylül içinden, gülümseyerek. “Tam bu elbise gibi doğal, en otantik hali ile bana uyumlu, her halime yakışır, her haline yakıştığım, ruhumun iklimine uygun yâr ve yarenler getir, ey yaradan soframa, yanı başıma, hayatıma” diye duasını ettikten sonra, huzurla daha da ferahlamış bir şekilde ıhlamur kokusunu bir kez daha içine çekti bu dileği gerçekleşmişçesine.
Eylül, coşkuyla adımlarını attı ebru atölyesinden içeriye girerken. Bu sabah lavantalardan ilham alarak, fonda sözlerini Mevlana’nın yazmış olduğu “Poem of Butterflies” isimli şarkıyı dinlerken, ebru teknesinin başına geçti. Lila ve pembe tonlardaki bu ebru çalışmasının ismini ise, Yâr ver Yaren koydu duasının karşılığı gelen yâr ve yarenleri karşısında görmüşçesine.
Ruhunuza dokunurken, yüklerinin altında sizi ezmeyen, ruhunun tınısı ruhunuzun tınısı ile uyumlu, güneşi de, ışığı da, rüzgârı da neşe ve coşkuyla hissettirecek, yağmuru da karıda huzur ve hafiflikle mevsiminde bereketle yağdıracak yâr ve yarenler dilerim. Işığınız hep parlasın. Aşk ve sevgiyle…
Yazı ve Fotoğraf: YAZAR GÜZ
No comments
Post a Comment