Hey Gidi Samsun

Samsunlu’yum ben. Güzel bir şehirdir Samsun hatta belki de Türkiye’nin en güzel şehirleri arasına da girebilir.
0

Samsunlu’yum ben. Güzel bir şehirdir Samsun hatta belki de Türkiye’nin en güzel şehirleri arasına da girebilir. Fakat çok fazla bağım oluşmadı nedense, belki de küçük yaşta ayrıldığım içindir. Sekiz yaşında Samsun’dan İstanbul’a göç etmiştik. Daha sonraları ortaokul ve lise yıllarında anneannem hayatta iken, tatillerde İstanbul’dan Samsun’a bir iki haftalığına yanına giderdim onu görmeye. Benden bir yaş küçük kuzenim de Ankara’dan gelirdi. Tabi o zamanlar internet yok, bilgisayar yok, cep telefonu yok. Yeni yetme ergenler olarak yapacak fazla da bir şey yoktu günümüzün vakit geçirme seçenekleri ile kıyaslayınca. Aylak aylak dolanırdık bütün gün. Bir de bizden yaşça biraz daha ufak annemlerin kuzen çocukları vardı Samsun’da yaşayan. Hep birlikte takılır, kendimize eğlence arardık. 

Samsunluyum Ben

Anneannemin evinin olduğu yer Samsun’un tepelerinde, neredeyse dışına yakın, etrafta tarlaların ve tek tük evlerin olduğu, kalabalık olmayan bir bölge idi. Yaptığımız yaramazlıklardan biri, gece tek tük araba geçen yolun ortasına, içinden iğne ile iplik geçirdiğimiz yumurtayı iple gererek asıp, yoldan gecen arabaların camlarında patlamasını, kuytu bir yere sinip gülerek izlemekti. Her yaz tatili ziyaretimizde pazardan civciv alıp beslerdik kuzenimle. Kuzenim de enteresan bir çocuktu. Çok garip huyları vardı. Normal çocuklar gibi top oynayıp, klasik oyunlar oynamaz, çok farklı şeylere sarardı. Her seferinde yanıma gelip ‘Gel gel bak ne var’ diyerek bir şeyler göstermek için beni çağırır; ben de bezgin bir şekilde yerimden kalkmak istemeyince, göstereceği ilginç şeyin ne olduğundan bahsederek beni ikna etmeye çalışırdı. ‘Hadi lan oradan öyle şey olur mu? ‘ diyerek yerimden kalkıp bakmaya gittiğimde her defasında hayretler içerisinde anlattığı şeyin gerçek olduğunu görüp, onun söylediğine inanmamış olmanın mahcubiyeti ve gördüğüm şeyin hayreti içerisinde bezmeye devam etmek üzere yerime geçerken bir yandan da televizyondaki spor yorumcuları gibi gördüğümüz hayret verici şeyi birlikte yorumlardık. 

Yok efendim camın önünde iki büyük kırmızı karınca kavga ederken biri birinin bacağını ısırmış, bacağı ısırılan da diğerinin ensesinden ısırmış ve onun kafasını koparmış. 

Kafası kopan ölmüş ama bacağı ısırılan diğerinin kafası bacağında yoluna devam etmiş falan gibi inanılmaz televizyon belgeseli hikayeleri, ama gidip bakınca da diğer karıncanın öbür karıncanın kafası bacağında yoluna devam ederken, mevta olan kafasız karıncayı da nalları dikmiş camın önünde yatarken görünce, bir gördüğüm manzaraya bir de kuzenimin suratına baka kalırdım. Yok efendim beslediği civciv kırkayak yemiş, yutmaya çalışmış ama tam yutamamış, kırkayak civcivin kursağında kalmış; civcivin ağzı kapanmıyormuş, ağzından kırk ayağın son ayakları görünüyormuş; yine ‘Hadi lan oradan deyip, olay mahaline bakmaya gidince, piton yılanı gibi ağzı açık kalmış, kursağı şişmiş, olan bitene kendisi de şaşmış civciv ile göz göze gelmem. Yine başka bir sefer: Yok civciv iplik yutmuş, ama iplik çok uzunmuş, inanmıyorsam gelip bakmalıymışım, sonra gidip bakıyorum; hakikaten civcivin ağzında ipliğin ucu, kuzen çekmeye başlıyor. Sünnet düğünü sihirbazlık gösterisi gibi iplik çek çek bitmiyor. Bunun gibi her seferinde önce kuzenime sonra da gözlerime inanamadığım olaylar ile geçerdi günler.

Neyse yine boş boş gezindiğimiz günlerden birinde: ‘Can sıkıntısından ne yapsak acaba diye düşünürken, anneannemin evinin aşağısındaki vadinin karşı tepesindeki su deposuna gitmeye karar verdik. Etraf bomboş, her yer tarlalar, aralarda tek tük evler var. Yürüyerek gitmeyi planladığımız tepenin oralarda da köy gibi bir arada evler var. Hadi dedik o zaman, koyulduk yola, iki ergen iki de çocuk. Tarlaların kenarından yürümeye başladık dereye doğru. Dere vadinin ortasında ve biz vadinin Samsun tarafındayız. Diğer taraf artık Samsun’un sonu. Kara Samsun, Toraman Tepe denilen yerler. Karşı tepenin en üstünde varmayı planladığımız su deposu, çatısı olmayan üstü düz, tek katlı eve benzeyen bir beton yapı. Üstüne tırmanmaya da müsait bir yükseklikte. Benim tahminim oraya gidip su deponun üzerine çıkarsak müthiş bir manzara ile karşılaşacağımız. O yüzden merak içerisindeyim. Ama bir yandan da köylük yerler, biz alışık değiliz; Köpek çıkar mı? Biri ile başımız derde girer mi? diye de tedirginim. Ne de olsa en büyük benim, sorumluluk bende. Ama yine de can sıkıntısı ve macera arama heyecanı ile haziran sıcağında yürüye yürüye, tarlaları ve dereyi geçip, bir iki de köy evi geçtikten sonra tırsa tırsa karşı tepeye ulaştık kazasız belasız.

Hızlıca tırmandık su deponun üstüne, şöyle bir baktım etrafa manzara nefis. Samsun’a Ankara’dan gelen yol görünüyor tepenin diğer tarafında. Samsun’a gelen Ankara yolunun etrafında uzanan tarlalar uzaklardan rengarenk serilmiş halılar gibi görünüyor. Tablo gibi manzara. 

Oturduk deponun üzerine. Ben manzarayı seyrediyorum, bir yandan da sohbet ediyoruz. Ama benim kuzenin eli ayağı hiç durmazdı. Evde bile hiçbir şey yapmasa, oturduğu yerde gazeteyi yırtar ufak ufak parçalar koparıp yere atardı dalgın dalgın düşünürken.  Radyo, teyp, oyuncak araba ne bulsa söker içini açar, kurcalar, inceler, bozardı. Öyle değişik bir çocuk. Ben de alışmışım onun bu hallerine, farkında bile değilim; bizimki nereden bulduysa o ara eline bir tane tahta sopa almış, ucunda da çivi var. Sopanın ucundaki çivi ile sürekli deponun üst beton zeminine vuruyor aynı tempoda ve çok monoton sürekli bir tak sesi çıkıyor. Ama dediğim gibi ben alışmışım kuzenimin rahat durmamasına o yüzden yadırgamıyorum, herşey olağanmış gibi geliyor bana; oraya vurması, zemini oyması. Ben sohbete dalmış ve manzaraya odaklanmışım. Yanlış hatırlamıyorsam Cuma günüydü, öğle saatleri uzaklardan ezan sesi geldi. Bir de bizden 200 metre kadar uzaklıkta bir tarlada adamın biri, altında bej kumaş pantolon, üstünde beyaz bir atlet, kafasında kasket, tarlada kalan otları elindeki yaba ile yığın yapıyordu. Biz tabi bu tablonun içinde bir an belki gördük onu ama hiçbir şekilde empati kurmadık adamla. Yani adamın o sıcakta tarlada kan ter içinde çalışıyor olması, sıcaktan bunalıp cinlerinin tepesine çıkmış olabileceği, nerden geldiğini bilmediği bu dört boş tipten rahatsız olmuş olabileceği ve en önemlisi kuzenimin adamın beynini oyar gibi tak tak tak diye yarım saattir betona sopanın ucundaki çivi ile vuruyor olmasının yaz sıcağında boş tarlada uzaklardaki adamın yanmış beyninde nasıl yankılandığı ve nasıl bir etki yapabileceği konusunda yeterince şuursuzduk. Aniden sağ arka çaprazımdan insan feryadı ile ayı kükremesi arasındaki sesin geldiği tarafa kafamı çevirmemle birlikte, beynim verileri özümseyip kuzenimin yarım saattir tak tak diye vurduğu betondaki 5 cm’lik oyuğu görüşüm ve adamın kükremesindeki şifreleri tekrar analiz edişimle  ‘yıkmaya mı geldiniz lan burayı’  mesajını algılamam çok hızlı oldu. Sonrasında ayağa kalktım ve kafamı çevirdiğim yönden adamın elinde yaba ile bize doğru geldiğini gördüm. Adamın kararmak ile kızarmak arasındaki kirli sakallı ve kan ter içindeki yüzünü uzaklardan görünce başımızın dertte olduğunu anladım. Fakat kuzenim ve küçük kuzenler benden daha hızlı algılamışlardı durumu. Onlar depodan atlamış koşmaya başlamışlardı bile. Ama ben en büyükleri olarak kaçmayı kendime yediremedim. İstanbul’dan gelmiş, Anadolu lisesinde okuyan kibar ve gururlu bir delikanlı olarak bir şeyleri açıklayabileceğim, gerekirse özür dileyeceğim düşüncesi ile depodan inip yaklaşan adama doğru:

‘’ Efendim’’ diye seslendim.

Adamın cevabı aynen şu oldu:

Senin fiyakanı …ikerim.

Tabi adamın uzaktan gelen beklemediğim cevabı ile tehlikenin boyutları biraz daha netleşti.

O ara kuzenim bana sürekli ‘Orkun! Kaç kaç laf anlatamazsın’ diye seslenerek, uzaklaştığı yerden beni içinde bulunduğum tehlike ile ilgili uyarmaya çalışıyordu. 

Fakat ben delikanlılığın verdiği son kalan cesaret ve umut kırıntısı ile, tarzımın buraya uygun olmadığını anlayıp, tarz değişikliği denemesine giderek, kibarlıktan vazgeçip adamın anlamasını umduğum dile döndüm ve:

Neeeee !!!! diye bağırdım adama doğru.

Henüz kaçmaya başlamamıştım. 

Adam: Dayı mısın laaaaan????!!!!! Diye bağırınca ben de artık işin uzlaşılmaz bir noktada olduğunu ve nafile uzlaşma çabalarımdansa kuzenimin kaç telkinine uymam gerektiğini idrak ederek üzerimdeki lila renkli rüzgarlıkla kaçmaya başladım. Adam zaten tarlada çalışmaktan yorulmuş ve Afrika savanlarındaki enerjisini boşa harcama lüksü olmayan çitalar gibi bizi kovalayacak halde değildi. Yakalayabilirse ancak kendisine akşama kadar lazım olan güç rezervini bizi dövmek için kullanabilirdi ama peşimizden koşmak için bu rezervden kullanmayacaktı. Boşuna koşmak ve sonunda bizi dövememek onu tatmin etmezdi. Böyle bir durumda elindeki yabayı kullanamayacaktı. Bu yüzden köy yerinde her adımda bulabileceği bir diğer silaha başvurdu. En son koşmaya başlamadan önce yere eğilip taş aldığını gördüm sonra da zaten bir daha arkama bakmadım. Sağıma soluma düşen taşların menzilinden çıkana kadar topuklarım kaba etime vura vura koştum. Kuzenler benden epey öndelerdi. Öngörüleri sayesinde menzile hiç girmemişlerdi. Ben de kısa sürede onlara yetiştim ve menzilden çıktım. Menzilden çıkınca adam da taş atmayı bıraktı. Adam enerjisini kesinlikle boşa harcamıyordu.  Bizde koşmayı bıraktık. Geriye dönüp baktım, uzaktan pek duyulmayan ve anlaşılmayan homurtular geliyordu hala adamdan ama bizden kurtulmanın ve galibiyetin verdiği tatminle arkasına dönüp tarlasındaki işine doğru yürüdü. Tabi biz nefes nefese kalmıştık. Kuzenim ‘Ben sana demedim mi? Laf anlatamazsın. Hala durup laf anlatmaya çalışıyorsun.’ diye çıkışıyordu bana. Ben de ‘Oymasan betonu bunlar başımıza gelmezdi.’ diyerek onu suçluyordum.

 Yüz metre kadar daha yürüyünce aşağı yukarı biz yaşlardaki birkaç köy delikanlısının önünden geçerken, sırıtarak baktıklarını görünce olayı görüp görmediklerinden tam emin olmayarak dert yandım. ‘Manzara seyrediyorduk adam bizi kovaladı, taş attı, ayıptır ya!’ diyecek oldum.  Fakat çocuklardan biri ‘Dört kişisiniz, ne kaçıyorsunuz, dövseydiniz ya.’ diye cevap verince ortamın ve zihniyetin çok farklı olduğunun teyidini alarak konuyu fazla uzatmadım. 

‘Bu taraftan gitsek köpek möpek yoktur değil mi? sorusu ile söze devam edip ne kadar tırsık şehir çocukları olduğumuzu iyice deşifre edince çocukların suratlarındaki sırıtma ifadesinin bir birim daha artmasına yol açtım. ‘Yok yok’ cevabını aldıktan sonra, korkmuş halimizle herhangi bir empati kurmadıklarını belli eden, hatta bir de köpek kovalasa bunları da biraz daha seyredip eğlensek hissi veren sırıtışlarından dolayı, laflarına pek de itibar etmesek de köpek çıkmaması için dua ederek mahallemize doğru yola koyulduk mecburen. Neyse ki başka vukuat yaşamadan vardık eve. 

Tatilin kalan kısmında evden fazla uzaklaşmadan sakince anneannemizin dizinin dibinde sütlaç yemeğe devam etmemiz gerektiğini idrak etmemizi sağlamıştı bu macera. Kalan günlerimi mahallenin çocukları ile ara sıra maç yaparak ve çalım attığımda sanırım uzun saçlarım sebebi ile ‘entelden çalım yiyorsun’ diye rakip takım oyuncularının kendi arkadaşları tarafından aşağılanmalarına sebebiyet vermem ve ara sıra Samsun’a inerek Rus pazarında kuzenimle gezindikten sonra Samsun simidi alıp eve dönmem gibi rutin aktivitelerle geçirdiğimi hatırlıyorum. Neyse ki başka sorun yaşamadan İstanbul’a dönebilmiştim, kafamda o yazdan hatıra, yaba sapı ya da tarla taşı yemekten ötürü kalmış olmayan dikiş izlerinden ari bir şekilde. 

ORKUN CABİ

Hiç yorum yok

Yorum Gönder

1932-2024 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447