Yazarlık Bir Keşif Yolculuğudur

Merhaba Zühal Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Ben Zühal Aktaş, 1970 Muş doğumluyum. 1985 yılından beri Balıkesir'de ailemle yaşıyorum. İki tane kızım var. İki yıllık Sosyal Bilimler ve 4 yıllık İşletme Fakültesi mezunuyum. İki yıl sınıf öğretmenliği yaptım. Daha sonra epilepsi hastası olduğum için mesleğimi bırakmak zorunda kaldım. Şu anda ev hanımıyım.

Yazar Zühal Aktaş

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazma Yolculuğum çocukluk yıllarımda kitaplara olan merakımla başladı. O dönemlerde hayal dünyamı kaleme dökmek için sadece günlük defteri tutuyordum. Uzun yıllar sonra yazmayı hayatımın bir parçası haline getirdim. Çünkü(epilepsi hastalığımla)uzun yıllar mücadele ettim ve bu süreçte yazmak bana bir terapi hem de bir sığınak oldu.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Yazarlık benim için, bir keşif yolculuğudur. Kelimeler aracılığıyla kendi dünyamı ve başkalarının hikayelerini anlamlandırabilmektir. Bence yazarlık zamanın ötesine geçebilmek ve insanların yüreklerine dokunabilmek için bir fırsattır.

Okurun beğenisini kazanan Kayıp Anların İzinde isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitaplarınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Teşekkür ederim. Kitaplarımda okurlarımı geçmişle bugünün iç içe geçtiği duygusal bir yolculuk bekliyor. Ayrıca bazı bölümlerde okuyucuyu şaşırtacak sırlar, beklenmedik bağlantılar ve karakterlerin iç dünyasında keşfedilecek derinlikler bulunuyor. Bu sürprizler okuru hem duygusal hem de zihinsel olarak düşündürecek anlar yaratıyor.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Başucu yazar ve kitapları arasında Sabahattin Ali, Gülseren Buğdacıoğlu ve Ayşe Kulin yazarlarının kitaplarını okuyorum. Kitaplardan bahsedecek olursam Sabahattin Ali'den Kürk Mantolu Madonna ve şiirleri, Ayşe Kulin'in Geçmiş Anların Yolcusu Kitap seti  vb. Gülseren Buğdacıoğlu'nun Camdaki Kız gibi birçok kitapları okuyorum.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

"Kayıp Anların İzinde" adlı kitabım, hayatımın ve yazarlık serüvenimin bir yansımasıydı. Şu anda "Çınar Ağacının Kırık Dalları" üzerindeki eserim için çalışıyorum. Yazarlık benim için sadece bir meslek değil, aynı zamanda bir iyileşme keşif sürecidir.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Sevgili okurlarım kitabımı okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Her kelime, her satır sizlere ulaşabilmek ve sizlerin dünyasına bir parça dokunabilmek için yazıldı. Yazarken her birinizin farklı bir bakış açısına sahip olduğunu ve bu kitapla kendi iç yolculuğuna bir nebze dokunabilmeyi umduğunu düşündüm. Umarım yazdıklarım sizlere kendi hayatınızla ilgili bir şeyler keşfetme fırsatı verir ve kalbinizde iz bırakır.

İnsan Hayatta Asla Başlangıçlara Takılmamalı

Merhaba Ramazan Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhabalar. Ramazan Yılmaz, öğretmenim. Her kelamda aşk, Aşkını Helal Et, Vavevla ve Berceste kitaplarının yazarıyım. Antalya Aksekiliyim. 

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

2014 yılında sürekli okuduğum kitaplar ve birikimlerimden yola çıkarak duygularımı ifade etmek için yazmaya başladım. Zamanla ifadesi yarım, eksik kalmış bir çok kişinin duygularına tercüman olma iç güdüsü beni bu yola yönlendiren en büyük neden.

Yazar Ramazan Yılmaz

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor?

Yazarlık bazen tek bir kelime bazen arkası dolmayan yüzlerce cümleyi bir anlama sığdırmak. Onca yazılanın yazanın içerisinde yazar olmak da benim için değerli bir ifade. Bir kalemin dili, tanımadığım binlerce insanın gizli kalmış duygularının sesidir yazarlık.

Okurun beğenisini kazanan Aşkını Helal Et isimli kitabınızın ikinci baskısı Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitaplarınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Teşekkür ederim. Dokuz yıl önce başlayan bu serüven Aşkını Helal Et kitabını yeniden ortaya çıkması ile devam ediyor. Her cümlesi duygu ve anlam yüklü olan kitabım son kısmında ki roman bölümü ile okurlarımı heyecanlı sayfalarda dolaşmasını bekliyor. 

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Okuduğum sabit  bir tür ve eser yok diyebilirim. Dünya klâsikleri ve güncel yazarları sürekli okuyor ve takip ediyorum. Her ay kitaplığım farklı tür ve isimlerde kitaplarla doluyor. Okuduğum her kitap benim için bir yol bir tecrübe oldu diyebilirim. Kitaplardan ve okumaktan geri durmayın.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evet var. Üzerinde çalıştığım bir roman ve farklı bir tür olarak çocuk kitabı var diyebilirim.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Asla başlangıçlara takılmamalı insan hayatta. Çünkü güzelliklerin hayatın ortasında mı yoksa sonunda mı olduğunu bilemeyiz. Aşkını Helal Et.

Dördüncü Rastlaşma

Batuhan o gün biraz içkiliydi. Dengesinin biraz kaybolduğunu hissettiğinden bir an önce eve ulaşmak için arabasının direksiyonunu ormanın içinde doğru çevirdi. Hiç olmazsa orada trafik kalabalığı yoktu. Bir müddet öyle sürdü, ama pek kolay değildi, çünkü ormanda virajlar çok fazlaydı. Ve aniden başlayan yağmur yerleri kaygan hale getiriyordu. Keskin bir virajı alırken olan oldu. Batuhan arabanın kontrolünü kaybetti ve çok sert bir şekilde önüne çıkan ağaca tosladı. Arabanın camları kırılmıştı. Batuhan da hem kırık cama çarpmıştı hem de arabanın içinde başka sert yerlere. Kaburgalarında acılar hissetti. Başından da kan sızıyordu. Zorlukla arabanın kapısını açtı, dışarı çıktı, ama fazla yürüyemeden olduğu yere yığıldı. Gözleri karardı. Bir süre öyle yarı baygın kaldı.

Kadir Ersoy / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2024 / Sayı 23

Nice sonra sanki bir ses duyar gibi oldu. Bir el onu hafiften sarsıyordu. Zorlukla gözlerini araladı. Karşısında mor renkli pardösülü bir kızı hayal meyal fark etti. Kız ona doğru eğilmiş yardım etmeye çalışıyordu. Elinde bir mendille Batuhan’ın kafasındaki kanları siliyordu. Yağmur daha da hızlanmıştı. Kız sakin bir sesle; “Hadi ama siz de bana yardımcı olmaya çalışın. Sizi ayağa kaldırmağa çalışacağım. Arabanızın görünüşüne bakılırsa çok sert bir çarpma olmuş. Kırıklarınız olabilir. Sakin sakin hareket edelim. Kız Batuhan’ın vücuduna dokunduğunda Batuhan’dan yüksek bir “AH!” sesi çıktı. Göğsünde çok büyük bir ağrı vardı. Zorlukla konuştu. “Biraz yavaş lütfen, çok ağrıyor.”

Kız, “Özür dilerim, benim hatam. Tamam. Elimi üzerinizde çok hafif gezdireceğim. Bana ağrıyan yerlerinizi söylerseniz daha çabuk netice alabiliriz.” dedi. Elini yavaş yavaş Batuhan göğsü, daha sonra da bacakları üzerinde gezdirdi. Kız elledikçe Batuhan acıdan yüzünü buruşturuyordu.

“Merak etmeyin geçecek,” dedi, “Yanımda iyi gelebilecek bir merhem de var şansa.”

Kız mor renkli pardösüsünün cebinden bir merhem çıkardı ve Batuhan’ın tahminen ağrılarının olduğu bölgelere sakin sakin dikkatlice sürmeye başladı. Hakikaten ağrıları azalmaya başlamıştı. Kız kolunu Batuhan’ın bir kolundan dolayarak, “Hadi bir kuvvet, ben sizi yavaşça ayağa kaldırmaya çalışacağım ama gücüm yetmeyebilir, biraz da sizin gayret etmeniz lazım,” dedi. Biraz zorda olsa Batuhan kızın yardımı ile ayağa kalkmayı başardı. Üstündeki kan izlerine bakarken bir taraftan da kıza sordu, “Etrafta arabanız falan da görünmüyor, siz ne yapıyorsunuz bu saatte ormanda, böyle yalnız başınıza?”

“Ben ormanda dolaşmayı çok severim, sık sık buralarda dolaşırım. Ama yağmur çok ani bastırdı, fazla tedbirli olamadım. Allahtan bu pardösüm üstümdeydi.” Batuhan mor pardösüye doğru baktı.

“İlginç bir rengi var,” dedi. Kız hafifçe gülümsedi. “Evet. Aldığım yerdeki kişiler bu pardösünün beni insanların şaşkın bakışlarından koruyacağını söylediler.” Batuhan yavaş yavaş kendine geliyordu. Yağmur da kesilmeye başlamıştı, onun için kızın yüzünü ilk defa net bir şekilde gördü. Görmesiyle de yüzünde garip bir şaşkınlık oluştu. Ağzından “A-aa... Siz?” kelimeleri döküldü.

“Ne oldu?”

“Ben sizi tanıyorum.”

“Nasıl yani? Nereden?”

Batuhan sanki donup kalmıştı. Ne söyleyeceğine karar veremiyordu. Kız sorusuna cevap beklediğinden merakla Batuhan’ın yüzüne bakıyordu. Batuhan kekelemeye başladı, “Ee-ee… şe- şey. Nasıl söylesem bilemiyorum. Yanlış anlayabilirsiniz. Veya hiç anlamayabilirsiniz. Ya da benim deli olduğumu sanabilirsiniz.” Kız kaşlarını çatarak Batuhan’ı biraz süzdü. “Haklısınız, hiçbir şey anlamadım. Daha açık konuşur musunuz!”

“Konuşurum da… biraz garip karşılayabilirsiniz. Belki de kızarsınız.”

“Niye kızayım canım. Bu arada bir dakika, şöyle kolunuzu sıkıca koluma sokun da, daha rahat yürüyün. Evet, şimdi ne diyorduk. Ha, niye kızayım ki?”

Batuhan kızın kolunda çok ağır yürümeye başladı. Ağrılarının biraz hafiflemiş olmasından rahatlamıştı. “Peki. Sıkı durun o zaman… Sizi tanıyorum, çünkü benim yüzlerce defa rüyalarıma giren kızsınız.”

“Ne?... Hadi canım… Ne alaka?”

“Yalan söylediğimi sanıyorsunuz değil mi?”

“Yani… ne dememi bekliyorsunuz ki? Biraz daha açıklasanız. Beni nereden tanıyorsunuz ki?”

“Garip gelecek. Ama anlatacağım. Yıllarca içimde sakladım da ne oldu… İlk tanıştığımızda, ki yaklaşık yirmi sene önceydi.” Kızın gözleri ilgiyle açıldı, “Yirmi sene önce?”

“Evet. İkimiz de çok gençtik tabii. Bir arkadaş grubuyla diskoteğe gitmiştik. On kişi kadar vardık, ama grubun içinde bazı kişiler birbirini tanımıyordu. İkimiz de aynı grupla aynı masada oturuyorduk.” 

“Ben olduğumdan nasıl bu kadar eminsiniz ki?”

“İltifat olarak kabul etmeyin lütfen. Hiç değişmemişsiniz. Aynı harika gözler, aynı tatlı gülümseyiş. Nerede olsa unutmam. Yüzünüz ezberimde. Yüzlerce defa rüyama girdiniz dedim ya size.”

“Allah Allah, beni tavlamaya uğraşmıyorsunuz değil mi?” Batuhan güldü, “Bu halimle mi… Hayır…hayır. Gerçekleri anlatıyorum. Geçmişimdeki aptallıklarım nedeniyle bugüne kadar hep “keşkelerle” yaşamaktan bıktım artık. Çok anlamsız. Onun için bu sefer konuşmak istiyorum.”

“Peki, devam edin o zaman. Merak etmeye başladım. Ne olmuştu ki?”

“Masada oturduğumuzda gözümü sizden alamıyordum. Sizinle nasıl konuşabilirim acaba diye planlar yapıyordum. Dans müziği çalıyordu. Size dans eder misiniz diye sormaya cesaret edemiyordum. Kabul etmezseniz rezil olurum diye düşünüyordum. Sonunda tam cesaret edip sizi dansa kaldırmaya karar verdiğimde yanınızda oturan genç sizi dansa davet etmez mi? Oturduğum yerde kalakaldım. Gençle bir müddet dans ettiniz. Masaya geri döndüğünüzde ise hadi sinemaya gidelim muhabbeti başladı ve çıktık. Ama o genç sizin yanınızdan hiç ayrılmadığı için bir daha sizle konuşma şansım olmadı… Ondan sonra, dediğim gibi, uykularımın müdavimi oldunuz. Yani o harika gözler, o tatlı gülümseyiş her gece rüyamdaydı.”

Kız hafifçe gülümsedi. “Yazık olmuş diyelim,” dedi, sonra gülerek, “Hâlâ daha görüyor musunuz peki?” 

Batuhan başını önüne doğru eğdi. “Evet… ama şimdi anlatacaklarım size daha garip  gelebilir. Üniversiteden mezun olup da iş adamı olduğumda Ukrayna’da bir firmada çalışmağa başladım. Orada şirkette bize tost yapan çaycı bir kız vardı. Şaşıracaksın belki ama… sanki sendin… aynı gözler, aynı gülümseme. Ben öyle bir şaşırdım ki, günlerce kendime gelemedim. Sırf seni biraz yakından görebilmek için ikide bir çay içip tost yiyordum. Sonunda cesaretimi toplayıp arkadaşlık kurmayı kafama koydum… Daha doğrusu koymuştum ki, aynı şirkette çalışan bir Alman mühendis kıza evlenme teklif etti…Kız da kabul etti.”

“Vay. Kötü şans diye buna denir. Demek ki bazen kararları çabuk vermek gerekiyormuş.”

“Evet. Ama dahası da var.”

“Yine uykusuz geceler mi?”

“Tabii, o zaten hiç bitmedi canım… Ama olay başka… birkaç sene sonra iş yerinden arkadaşlarla İngiltere’ye gitmiştik. Bir gece içtik falan. Çakır keyifiz hepimiz…” Batuhan durdu, bir düşündü, sonra, “Yok… bunu sana anlatmam pek doğru olmayacak. Kusura bakmayın size de sen diye hitap ettim ama.” Kız hemen atıldı, “Aaa, lütfen, hiç önemi yok,” bir kahkaha atarak, “Ne de olsa yirmi yıllık dostmuşuz. Bundan sonra birbirimize sen diyelim daha kolay olacak… Ve hikâyenin devamını merak ettim, anlat lütfen!”

“Yok, pek uygun kaçmayacak. Biraz bel altı bir olay.”

“Anlat dedim. Bak konuşurken ağrılarından pek bahsetmiyorsun. Böyle yavaş yavaş şu ilerideki aydınlık yola doğru yürüyoruz işte. Gidene kadar anlatırsın vakit geçer.” Batuhan hakikaten ağrılarını unutmuştu. Kıza baktı. “Peki…Anlatırken çok utanacağım ama, dedim ya, artık keşkeleri hayatımdan çıkarmak istiyorum. Evet, hepimiz çakır keyif içkiliyiz. Arkadaşlardan biri gecenin eğlencesini biraz uzatmak istedi. Şey… nasıl desem? E-ee… Hep beraber geneleve gidelim diye tutturdu.”

Kız garip bir ifade ile Batuhan’a baktı. Batuhan, “Dedim sana anlatmayayım diye, bak utancımdan kıpkırmızı oldum.” Kız kaşlarını çattı, “Evet. Utanmalısın… Ama başladın bir kere… yarıda bırakmak olmaz, anlat!” Batuhan şaşırdı, “Emin misin?” Kız çok umursar gibi, “Evet. Ne de olsa sanki bir yerde benimle ilgili bir şeyler anlatıyor gibisin.”

“Peki. Geneleve gittik. İşte, yani… orada genellikle görünüm şöyledir. Belki filmlerde falan görmüşsündür. Erkekler bir masada oturur, karşılarındaki sedir veya iskemlelerde yarı çıplak oturan kızlarla bakışır, kesişirler, sonra beğenip seçtikleri biriyle odaya çıkarlar falan işte.”

“Ee-eee?”

“Eeee si şu ki… Tekrar söylüyorum, yanlış anlama lütfen...Kızlardan biri sendin!”

Kız birden durdu. Merakla Batuhan’a bakmaya başladı. Batuhan devam etti, “Aynı gözler, aynı tatlı tebessüm. Yani sen. Direkt de bana tatlı tatlı bakan ve gülümseyen.” Kız “Eee, problem ne?” dedi.

“Problem ne olur mu? Oradaki hâlimi bir gözünün önüne getirsene. Donmuş kalmışım. Ağzım açık seni seyrediyorum. İçimden, yeter, ben bu kızla ne olursa olsun konuşacağım dedim. Ama döngü hep aynı işte. O sırada yanımdaki arkadaş kalkıp gidip seni… çok pardon o kızı, elinden tutup beraberce odaya çıkmazlar mı? Kız merdivenlerden çıkarken bile bana bakıyordu...Ne diyorsun bu işe sen?”

“Yani… psikolojik bir problemin var herhalde, her baktığın kızda beni gördüğüne göre?” Batuhan hemen cevapladı, “Hayır, ben seni devamlı rüyalarımda görüyorum dedim, ama bu olaylar gerçek ve anlattığım gibi sadece 3 kez oldu… Bu dördüncü karşılaşmamız.” Kız Batuhan’a manalı bir şekilde baktı, “Çok ayıp ama” dedi. Batuhan utanmıştı, “Evet, anlatmamalıydım böyle şeyler, haklısın.” Kız güldü, “Hayır, onu demiyorum, şu an aklından geçirdiklerin çok ayıp”. Batuhan pek bir şey anlamadı. “Neymiş aklımdan geçirdiklerim?” Kız bilgiç bir edayla, “O üç kız da ben miydim diye düşünüyorsun.” 

Haklıydı, gerçekten de şu anda bu soru Batuhan’ın beynini kemiriyordu. Batuhan çekinerek fısıltıyla sordu,” Sen miydin?” Kız kaşlarını çattı, “Saçmalama, tabii ki hayır. Sadece İlk buluşmadaki, yani diskotekteki kız bendim. Ama aradan yirmi yıl geçmiş olsa da bir şeyi itiraf edeyim. O gün o salak oğlan yerine beni senin dansa kaldırmanı çok istemiştim. Çok hoşuma gitmiştin. Arada bir o kadar da gülümsemiştim sana. Ama teklif etmedin. Kader. Teklif etseydin belki şu anda bambaşka bir şeyler olmuş olurdu. Kaza anında yanına geldiğimde seni tanımıştım ama belli etmek istemedim. Senin anlatmanı bekledim.”

Sevgiyle birbirlerine baktılar. Batuhan kendince dördüncü rastlaşma diye gördüğü bu fırsatı artık kaçırmak istemiyordu. “Evli misin?” diye sordu.

 “Hayır.” dedi kız. Batuhan kızın kolundan çıkıp karşısına geçti, “O zaman sana soracağım soruya sadece tek bir kelime ile cevap ver. Benimle evlenir misin?” Kız “Neden olmasın?” dedi. Batuhan atıldı, “Hayır iki kelime kullandın, tek bir kelimeyle cevap ver demiştim! Benimle evlenir misin?” Kız Batuhan’ın her gece rüyasında gördüğü o tatlı gülüşüyle cevap verdi.

“Evet!” 

Batuhan kıza doğru uzandı. Yirmi yıl gecikmeyle dudakları birbirine kenetlendi. Ayrıldıklarında kız Batuhan’ın ceketini tuttu. “Bu bayağı kanlanmış, çıkar atalım. Ben sana pardösümü vereyim onu giy!” dedi. Ceketi çıkarıp bir ağacın dibine attılar. Kız pardösüsünü çıkarıp Batuhan’a giydirdi. Elinden tuttu. “Gel,” dedi, “benim de sana anlatmam gereken bazı şeyler var.” Batuhan ağrılarını hiç hissetmiyordu. O kadar mutluydu ki yine kızın harika gözlerine takılmış kalmıştı. Başka hiç bir şeyi görmüyordu . Tıpkı o ana kadar üzerinde pardösüsü olduğu için kızın sırtındaki melek kanatlarını görmediği gibi.

Aydınlık yola doğru yürümeye devam ettiler.

Kadir Ersoy / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2024 / Sayı 23

Yarım Kalmış Gazel

Yarım Kalmış Gazel

bir yüzü uysal bilgeydi diğeri öfkeli çocuk

şiir taslağından çıkarılmış dizeler gibi kederliydiler


bir beyit olmaya ramak kalmıştı ama

dar vakitlerdi işte devamlı zil çalıyordu


bilge, sözlüklerde adı hiç geçmemiş “gül”ü, 

kırmızı bir buğuyla yazdı öfkeli çocuğa bir gün


çocuk, öyle bir dövdü ki bilgeyi “gül”le. 

ışıklı gecelerden çekilmiş kibrit kibritti dikeni gülün


–es-  (ya da) - sus- (ikilik yeterli)


sustu bilge: bildiğin çocuk oldu öfkeli

çocuk büyüdü: bir bilge filozof. ey bilge!


bin kitabın harfini kül edip döksen kalbime

bu mevsimsiz yangını söndürebilir misin!


bul artık yolunu yaşamı sağaltmanın 

yoksa kuşlar yarım kalmış şiirler kadar kederli


Hüseyin Avni Cengiz / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2024 / Sayı 23

Orkun Cabi: At Yarışı

İsmail 17 yaşında oldukça kısa boylu, zayıf ama atletik yapılı bir lise öğrencisidir. Kalın çatma kaşlarının altındaki derin siyah gözleri, alnından düz bir çizgi şeklinde inen burnu ve çıkık çenesi, kendisine yetiştiği mahallenin dokusundan sinen külhan beyi edası ile birlikte insanda ilk bakışta sert bir mizacı olduğu izlenimi uyandırır. Fakat konuşmaya başladığında bu izlenim yerini görüntüsünün aksine sevimli ve sempatik bir insana bırakır. 

Orkun Cabi: At Yarışı

Büyüdüğü mahallede yaşıtları arasında hep en minyon olmanın yarattığı dezavantaj ona farklı meziyetler kazandırmıştır. Çocuklar arasında itiş kakışın, kavganın bol olduğu bu mahallede dayak yemeden büyüyebilmek için herkesi idare etmeyi öğrenmiş, şakacı ve esprili tavırlarıyla herkese kendini sevdirmeyi başarmıştır İsmail. İletişim becerilerini geliştirmiş, tüm mahallenin maskotu olmuştur. İsmail’in hikayesinde aslında doğru yönlendirmenin bir çocuğun hayatında ne kadar önemli olduğu ve dezavantaj gibi görünen özelliklerin bilinçli yönlendirme ile nasıl avantaja dönüşebileceğinin örneğini göreceğiz. Peki bu şansı İsmail de değerlendirebilmiş mi bakalım.

Bu minyatür insan evden çıkarken ailesinden gizli olarak gittiği yer ve yaptığı işin ona öğretilenlere göre yanlış olduğunu düşünmesinin verdiği vicdan azabına rağmen en yakın arkadaşı Yılan Rüstem ile buluşmaktan vazgeçmemişti. Neyse ki Rüstem tam zamanında gelmişti ve bu ikilem içinde fazla beklemesine gerek kalmamıştı. Rüstem ile beraber bir haftadır biriktirdikleri harçlıklarını yanlarına alarak hipodromun yolunu tuttular. Babası duysa kulaklarından tavana asardı İsmail’i fakat o atlara olan sevgisi ve para kazanma ihtimalinin verdiği heyecanla, herşeyi göze alıp gizlice gelmişti hipodroma.  Ama işler pek de umduğu gibi gitmiyordu. Akşama doğru elde avuçta ne varsa ganyanda kaybetmişlerdi ve ceplerinde sadece eve dönüş için ayırdıkları otobüs bileti paraları kalmıştı.

-Abi battık dedi İsmail. Ne dersin son kez şansımızı deneyelim mi?

Rüstem de sindirememişti içine bir haftadır biriktirdiği harçlığını kaybetmeyi.

-Tamam lan, dedi; olursa olur olmazsa yürürüz eve kadar.

Son paraları ile de bahis oynadılar neyse ki bu sefer şans yüzlerine gülmüştü. Geldikleri parayı üçe katlamayı başarmışlardı. Sevinç çığlıkları atıyorlardı. 

-Hadi dedi İsmail; gel dönüş yolunda güzel bir ziyafet çekelim

Hipodromun karşısındaki dönercilerden birine girdiler. Her zamankinden farklı olarak bu sefer tavuk döner yerine et döner sipariş ettiler. Ne de olsa bu ödülü hak etmişlerdi. Eve yürüyerek dönmeyi göze almanın ödülüydü bu. Büyük bir iştahla yumuldular önlerine gelen dönerlere. Bir yandan yemeklerini yiyorlar bir yandan da nasıl son dakikada kazandıklarının sohbetini yapıp gülüyorlardı.

Tam bu sırada kapıdan içeri ikisinin de çok iyi tanıdığı biri girdi. Aynı anda gördüler ve doğru mu görüyoruz der gibi birbirlerine baktılar. Önce İsmail fırladı yerinden kapıya doğru, ardından da Rüstem. Evet kapıdan içeri giren biraz önce parayı kazanmalarında büyük payı olan Ayışığı isimli atın jokeyi Hakan Karakaştı. İsmail döneri yemelerinde emeği olan bu adama eline fırsat geçmişken teşekkür etmek istemiş ve hikayesini anlatmak için yanına koşmuştu.

-Hakan Abi tebrik ederiz; dedi. Sayende ziyafet çekiyoruz, helal olsun sana.

Kısık bir gülüş belirdi Hakan Karakaş’ın yüzünde.

-Afiyet olsun gençler; dedi. 

Tam arkasını dönüp gidecekti ki İsmail in fiziği dikkatini çekti tecrübeli jokeyin.

-Kaç yaşındasın sen diye sordu İsmail’e

-On yedi; dedi İsmail.

-Tüh; dedi Hakan Karakaş. Senden iyi jokey olurmuş. Tam jokey fiziği var sende. 

-Hadi ya! dedi İsmail. Gerçekten mi Abi! Madem öyle nasıl olcam peki. Gene olim.

-Maalesef yaşın geçmiş; dedi Hakan Karakaş. Biz senin gibi gençleri on dört yaşında İrlandaya apranti okuluna gönderip orda eğitim aldırıyoruz. Öyle o kadar basit değil bu işler, bundan sonra olmaz artık.

İsmail’in daha önce aklına hiç gelmemiş olan bu düşünce, o anda imkansız olduğunu öğrenmesiyle de bir anda kafasından yok oldu. Çünkü tabağındaki döneri soğuyordu.

-İyi akşamlar abi; deyip döndüler masalarına.

Döner o an için daha önemliydi ve keyifleri de yerindeydi nasıl olsa.

Günler haftalar aylar yıllar geçtikçe o söz daha sonraları defalarca İsmail’in kulaklarında yankılandı.

-Senden iyi jokey olurmuş, tam jokey fiziği var sende.

Hayat şartları zorlaştıkça aklına daha çok geldi İsmail’in, ‘’benden iyi jokey olurdu’’. Doğuda çetin şartlarda yaptığı askerlik, soğuk ve korku dolu uzun gecelerde tuttuğu nöbetler sırasında hep aklına geldi, giderek omuzlarına binen ve ağırlaşan hayat yükü ve maddi sıkıntılar, kavuşamadığı platonik aşkı, yıllar geçtikçe acaba ünlü bir jokey olsam nasıl bir hayatım olurduyu düşündürdü.

Ah be! diyordu kendi kendine. ‘’İnsanda biraz şans olacak.’’


Orkun Cabi / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2024 / Sayı 23

Edebiyatta Ankara

Ankara kentinin Türk Edebiyatı’nda özel bir yeri vardır. Ankara’nın 13 Ekim 1923’te başkent olması bir milattır. Kültürün, sanatın başkenti olması Cumhuriyet döneminde olmakla birlikte Ankara’da edebiyat faaliyetleri daha eskilere gitmektedir. Ankara’da edebiyatı eskiden alıp bugüne getirmek uzun bir çalışmanın ürünü olacaktır. Burada Ankara Edebiyat ilişkisine kısaca değinmeye çalışacağım.

Edebiyatta Ankara

Türkistan’da yesevilik tarikatını kuran Ahmet Yesevi, yetiştirdiği müritlerini Anadolu’ya gönderdi. Bu müritler gittikleri yerlerde İslam dininin tanınıp yaygınlaşmasını sağladılar. Bu müritlerden biri Ankara’ya yerleşen Hacı Bayram Veli’dir. Hacı Bayram Veli Ankara’da tekkesini kurdu ve dinin yaygınlaşması için ömrü boyunca çalıştı. Hacı Bayram Veli’nin eserleri şunlardır: Güçtür Feleğin Yayı, Çalabım Bir Şar Yaratmış, Sen Seni Bil Sen Seni, Şathiyye, Malakat, Velayetname, Şerh-i Besmele. Bayramiyye tarikatının kurucusu olan Hacı Bayram Veli’nin mezarı Ulus’ta bulunmaktadır.

Ankara’nın Nallıhan kasabasında türbesi bulunan önemli din adamı Taptuk Emre, Yunus Emre’nin şeyhidir.Yunus Emre’nin yetişmesinde katkısı bulunan Taptuk Emre tasavvufun yaygınlaşmasında etkisi olan bir din adamıdır.

Cumhuriyetin ilanıyla birlikte Ankara her alanda gelişme gösterdi. Kurtuluş Savaşı’nda Atatürk’ün davetiyle aydınlar, yazarlar, şairler Ankara’ya geldiler. Yahya Kemal Beyatlı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip Adıvar, Mehmet Akif Ersoy, Yunus Nadi, Falih Rıfkı Atay savaşta her türlü çabalarıyla Ankara Hükümetine destek  verdiler. Savaş sonrası yazdıkları eserlerle hem Kurtuluş Savaşı hakkında bilgi verdiler hem de Ankara’yı tanıttılar. Bu eserler sayesinde bizler bugün yakın tarihimiz hakkında ayrıntılı bilgiye sahibiz. Falih Rıkı Atay’ın Çankaya’sından bir alıntı: ’’Nemiz varsa, bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaşlar olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı’nın, vicdanımızı ve kafamızı Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcağını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 Ağustos Zaferi’ne borçluyuz.’’ Ankara’nın Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki durumunu öğrenmek için Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Ankara’sını, Memduh Şevket Esendal’ın Ayaşlı ile Kiracıları’nı mutlaka okumak gerekir. Yakup Kadri’nin Politikada Kırk Beş Yıl isimli kitabı Ankara’daki politika günlerini anlatmaktadır. Yahya Kemal Beyatlı Ankara’yı bir türlü sevememiştir. Ankara’nın nesini seviyorsunuz diye sorduklarında İstanbul’a dönüşünü demiştir.

Cumhuriyeti kuran kadroların büyük çabaları sonunda Ankara kültür sanat kenti haline geldi. Tiyatro, opera binaları, Halkevleri, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu, Ankara Radyosu, Musiki Muallim Mektebi ve daha birçok kurum alanlarında sanatçılar yetiştirirken edebiyat sanatının gelişmesine de büyük katkıda bulundular. Tiyatro, opera eserlerine sahneye konması için edebi metinler yazıldı. Ortam edebiyatın gelişmesi için uygun bir hale geldi. Otuzlu kırklı yıllarda Ankara sokaklarında birçok yazar, şair dolaşıyordu. Sabahattin  Eyüboğlu, Sabahattin Ali, Nurullah Ataç, Orhan Veli Kanık, Oktay Rıfat, Melih Cevdet Anday, Bedri Rahmi Eyüboğlu ve daha ismini unuttuğum pek çok yazar, şair Ankara’da yaşadı, eserlerini burada verdi. Sabahattin Eyüboğlu bir dönem Tercüme Bürosu’nun başındaydı. Tercüme Bürosu’nda Orhan Veli Kanık çalışırken  babası Mehmet Veli ise Ankara Radyosunun müdürüydü. Melih Cevdet ve Orhan Veli’nin yaşadığı bir trafik kazası ise Çubuk Barajından dönerlerken olmuş ve Orhan Veli bu kazadan ağır yaralı olarak kurtulmuştur. Sabahattin Ali’nin Ankara’da ailesiyle oturduğu ev, bugün herkesin uğrak yeri olan Kızılay’daki Dost Kitabevi’nin üst katıdır. Garip akımının en büyük destekçisi olan, onları edebiyat dünyasına tanıtan Nurullah Ataç dil konusundaki özenli çalışmalarıyla Türkçenin zenginleşmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Uzun yıllar Ankara’da yaşayan Nurullah Ataç’ın önemli eserleri şunlardır: Günlerin Getirdiği, Okuruma Mektuplar, Harita ve Topraklar, Günce, Bitmemiş Öyküler.

Ankara’da kültür sanat hayatı bir dönem kesintiye uğrasa da her zaman canlı olmuştur. Yetmişlerde, seksenlerde, doksanlarda birçok sanatçı Ankara’da yaşadılar ve hala Ankara’da yaşayan sanatçılar edebiyata yön vermeye devam ediyorlar. Sincan’nın Kafkası adı verilen Hasan Ali Toptaş uzun yıllar Maliye’de çalıştıktan sonra emekli olmuş ve eserlerini Ankara’da vermiştir. Sincan’da yaşamaya devam etmektedir. Eserlerinden bazıları şunlardır: Gölgesizler, Kuşlar Yasına Gider, Uykuların Doğusu, Ben Bir Gürgen Dalıyım. Türk şiirinin önemli şairlerinden Ahmet Telli Türkçe öğretmenliğinden emekli olduktan sonra Ankara’ya yerleşti. Günümüzde onu Ankara sokaklarında görebilirsiniz. Şiir kitaplarının isimleri şunlardır: Yangın Yılları, Hüznün İsyan Olur, Dövüşen Anlatsın, Saklı Kalan, Su Çürüdü, Belki Yine Gelirim, Çocuksun Sen, Kalbim Unut Bu Şiiri, Barbar ve Şehla vd. İkinci Yeni akımının şairlerinden Cemal Süreya şiirinde Ankara Ankara, en iyi kalpli üvey ana demektedir.

Türk Edebiyatı’nın önemli isimlerinden Yaşar Kemal bir dönem Ankara’da bulunmuş, Cumhuriyet gazetesinde çalışmıştır.

Şair yazar Murathan Mungan DTCF mezunudur. Fakülte yıllarında yazdığı tiyatro oyunlarıyla Türk Edebiyatı’nda kendine yer edindi. Daha sonra yazdığı şiir ve romanlarıyla edebiyatımızda haklı bir ün kazandı. Mahmut ile Yezida, Geyikler Lanetler, Taziye isimli oyunları yazara ün kazandıran oyunlardır. Asıl mesleği eczacılık olan yazar Erendiz Atasü günümüzde Ankara’da yaşamakta, yazdığı romanlarıyla Türk Edebiyatı’nın gelişmesine katkıda bulunmaktadır.

Ankara’da yaşayan şairler, yazarlar kimi zaman Cumhuriyetin değerlerine sahip çıkıp gelecek kuşaklara bu değerleri aktarmışlar, kimi zaman da muhalif görüşleriyle aydın sorumluluklarını yerine getirmişlerdir. Farklı görüşleri yüzünden Ankara’nın cezaevlerini ziyaret etmek zorunda olan sanatçılarımız da bulunmaktadır. Nazım Hikmet ve Necip Fazıl Kısakürek’in Ulucanlar Cezaevinde yattıkları bilinmektedir. Günümüzde edebiyata yön veren yayınevlerinden Can Yayınlarının kurucusu Erdal Öz’ün Gülünün Solduğu Akşam kitabında Mamak Cezaevindeki anıları bulunmaktadır.12 Eylül döneminde  birçok sanatçı Ankara’daki cezaevlerinde hapis yattılar.

Yazılan pek çok roman ve hikayede Ankara mekan unsuru olarak kullanılmıştır. Mekan tasvirleri açısından şehir sanatçılara zengin malzeme sunmaktadır. Sokakları, parkları, Anıtkabir'i, gecekondu mahalleleri, tarihi mekanları ile Ankara yazarlara ilham kaynağı olmaktadır. Melih Cevdet Anday’ın Ankara’da yazdığı bir şiirle yazımı bitiriyorum. Herkese iyi okumalar.

RAHATI KAÇAN AĞAÇ

Tanıdığım bir ağaç var

Etlik bağlarına yakın

Saadetin adını bile duymamış

Tanrının işine bakın


Geceyi gündüzü biliyor

Dört mevsimi, rüzgarı, karı

Ay ışığına bayılıyor

Ama kötülemiyor karanlığı


Ona bir kitap vereceğim

Rahatını kaçırmak için

Bir öğrenegörsün aşkı

Ağacı o vakit seyredi


Fırat Kasap / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2024 / Sayı 23

Selahaddin'in Kitabı: Tarihsel Gerçekliğin Kurgusal Gösterimi

Selahaddin'in Katibi  olan İbni Yakup'un notlarından  hareketle; Tarihsel bir gerçekliğin kurgusal gösterimi olan ve yazarın  kendisinin de bu kurgusal karakterlerin birinde saklı olduğunu söyleyebiliriz. Selahaddin'in Kitabı'nı sizler de seveceksiniz. Eser hayata bakış anlamında aforizmalar açısından oldukça zengin. Bu da okuyucuya savaş, barış, aşk, inanç, cinsellik, ibadet ve daha birçok konuda belki de kısaca insan olmak konusunda bizi sürekli düşündürüyor. Bu düşünme hali okuyucuyu akıcılıkta bir aksaklığa sürüklemiyor. Eseri okunabilirlik açısından başarılı kılan en önemli özelliklerden birisi belki de budur. Hikayenin girdabına kendinizi kaptıracaksınız.

Selahaddin'in Kitabı: Tarihsel Gerçekliğin Kurgusal Gösterimi

Sultan Selahaddin, adaleti, cömertliği, alçak gönüllülüğü yaşamında özüyle  yaşayan bir kişiliktir. Savaşının sebebi haksızlık karşında durma karakteridir. O, ne şan ne de şöhret için kimseye kılıç çekmeyecek kadar mütevazı bir kişiliktir. Onu adil bir hükümdar yapan eğitime sanata sanatçıya ve düşünceye olan saygısıdır. Adalet yalnızca bir matematik hesabı değildir. Adaleti mümkün kılan değerlerin değerlendirilmesidir. Bu da düşünceye, sanata, bilgiye ve inanca saygı duymadan; onu öğrenmeden mümkün değildir. Özellikle de bir hükümdar için. Aile içi  birlik kadar müminlerin  kendi içindeki  birliğinin  başarı  getireceğine  inanan  sultan kendi birliğini  sağlamamanın felaket getireceğini şu sözler ile dile getiriyor. Sultan kendi kendine sık sık  bu kötü rüyanın sona erip ermeyeceğini ya da Musa, İsa ve Muhammed'i doğuran bu bölgenin sakinlerinin kaderinin hep savaş mı olacağını sorar.

Bu da bize Ortadoğu topraklarında huzurun ve barışın bin yıldır arzulandığını bunun çaresinin halklar inançlar  konfederasyonu olduğunu  gösteriyor.  Bu birlik sağlanmadıkça bu zengin topraklar düşmanının  iştahını hep kabaracaktır. Günümüzde Selahaddin-i aşan düşünceler  Mevcuttur bize düşen bu yolda ilerlemektir. Ortadoğu’nun  huzuru ve birliği  yine Kürtlerle gelebilir... Eserde Cemile karakteri başkaldıran düşünceye  ket vurmayan zeki, akıllı, sanatçı bir kadın, kişiliği sayesinde herkes tarafından sözü  dinlenen sevilen,  sayılan Sultanın haremindeki filozof bir kadın. Dinin ve hayatın ne olduğunu  bilen,  özgür düşünceye  sahip olan Cemile hem din perspektifini, hem pratik hayatı   biliyor. Ve Cemile, cennet tasavvurları içerisinde; 'Kadınlar  neden cennete gitmeyi istesin'  diye soruyor. Sizin ona bir cevabınız  var mı? Cemile bize iki şeyi açıkça gösteriyor. Birincisi, inanca dair antitezlerini yasak olduğu  halde yazıyor. İkincisi, inancın  Cennet vaadinin kadınlarda  anlamsızlığını  göstermeye  çalışıyor. Öte yandan Cemile ölüm korkusunu içinizden  nasıl  attınız  diye soruyor? Bu sorunun cevabını  kendisi buluyor. Cemile 'ye göre  bu vaatler gökten  gelen ilahi kaynaklardan çok peygamberlerin pratik gerçekliğinden doğmuştur. Cemile'nin bu tezinin doğurduğu  en büyük  soru ise kadınlar  için  cennetin  anlamı  nedir? Bu sebeple cennet tasavvurlarının zevklerini suni olarak haremde tatmaya çalışıyor. Cemile bu düşüncesini eserde şu sözlerle vurguluyor:

"Yaşlı aliminiz az önce dininizin müminlerinizin zihninden ölüm korkusunu çıkartıp attığını söyledi. Bu kısmen de olsa sizin cennet kavramınızla ilişkili midir? Sonsuz bir cinsel güç ve sayısız şarap nehirlerini yudumlarken, aralarından seçim yapacakları pek çok huri. Cennetiniz bütün dünyevi yasakları kaldırmaktadır. Bu durumda sadece aklını kaçırmış olan biri ölümden korkar. Ve bütün bunlar sizin peygamberinizin kendine güveninden doğmuştur "

Ayrıca aykırı düşünceli Cemile Güzel  hırçın Halime ye aşık. "Aşk hepimizi çıldırtacak kudrettedir. Kıskançlık onun da en vahşi evladıdır." Cemile Halime yi başkasıyla paylaşmak istemez. Sultan Selahaddin için, bunları belirmek onun Kürt kimliğini inkar  edenler açısından  önemlidir. Kürt kültürünün ve yaşama bakışının bir hükümdara yansımış hali diyebiliriz. Bununla belirtmek istediğim şey, onun yaptıklarının yalnızca dini düşüncelerden ibaret olmadığını, Kürt kültürel mirasından da etkilendiğidir. Onun ele geçirdiği bölgelerde İbadethaneler ve inançlara oldukça saygılı olduğu ve yıkıcı davranmadığı gerçeği Avrupa'daki şövalyeler tarafından bile takdir edilmiştir. 

Bakın günümüzde İslam'a siyasal iktidar  hırsıyla yaklaşanlar neler yapıyorlar. Buyurun  Ayasofya'dan bakalım. Ayasofya kültürel bir mirastır. Tarih sahnesinin büyük bir bölümünde yer almıştır. Önce kilise sonra camiye çevrilmiştir. Daha sonra bu kültürel çeşitlilik ve sentez tarihi bakımından müzeye çevrilmiştir. Tayyip Erdoğan bu kültürel mirası ve zenginliği kendi bencil inanç biçimine meze yapıp onu tekrar camiye çevirmiştir. Belki de bu yüzden Selahaddin'in fethettiği yerlerde ibadethanelere dokunmamış olması daha da anlamlı ve önemlidir. Özellikle bulunduğu konum açısından. 

SELAHADDİN EYYUBİ KİMDİR?

Demeden önce şu ünlü sözünü hatırlayalım. "Bana her istediğini sorabilirsin. Sana bu ayrıcalığı tanıyorum. Ama her zaman cevap vermeyebilirim. O da benim ayrıcalığım." Selahaddin  Eyyubi, Mısır, Suriye, Yemen ve Filistin sultanı ve Eyyubi hanedanının ilk hükümdarıdır. Selahaddin Eyyubi 1138’de doğdu. 1169’da amcasının yerine Mısır veziri oldu. 1174’te Mısır tahtına oturdu. 1187’de Hittin Savaşı’nda Haçlıları ağır bir hezimete uğrattı ve Kudüs’ü ele geçirdi. Askeri eğitimden ziyade dini derslere meraklıydı. Sanatla ve bilimle uğraşırdı. Selahaddin’in biyografisinde onun Öklid geometrisi, astronomi, matematik ve aritmetik konularında uzman olduğu yazmaktadır Mantık, felsefe, sosyoloji, fıkıh ve tarih öğrendi, Şam’daki Dar’ul-Hadis’ten (hadis medresesi) mezun oldu.

Müslümanların Haçlılara karşı birleşmesinde tarihi dönemeçlerden birisi olmuştur. Selahaddin, yeni ya da gelişmiş askeri teknikler kullanmak yerine, çok sayıdaki düzensiz kuvvetleri birleştirip disiplin altına alarak askeri güç dengesini de kendi lehine çevirmeyi başardı. Tarihçilerin anlattığına göre Selahaddin zamanını ya ilim ya cihat veya devlet işleriyle geçirirdi. Kuran’ı ezberlemiş ve iyi bir eğitim görmüştü. Arapça, Türkçe, Farsça ve Kürtçe biliyordu. Ülkesine her taraftan ilim sahipleri gelir verdikleri derslerle insanlara hizmet ederlerdi. Onun zamanında Şam medreselerinde ders veren altı yüzden fazla fakih (fıkıh, din, şeriat ilminin üstadı) vardı. Tabipler, edebiyatçılar, şairler, matematikçiler, kimyagerler, mimarlar ve diğer ilim sahipleri memleketin gelişmesi için canla başla çalışırlardı. Selahaddin Eyyubi, komutan ve memurlarıyla bir arkadaş gibi samimi olarak konuşur, yumuşaklıkla muamele ederdi. Bundan dolayı herkes fikrini ve arzusunu çekinmeden söylerdi. Haçlıların 90 sene önce Kudüs’ü işgal ederlerken 70 bin Müslüman’ı kılıçtan geçirmesine rağmen, muzaffer bir komutan olarak karşılarına geçen Sultan Selahaddin, intikam alma yerine onlara iyi muamelede bulunmuştur. Böylece coğrafyasındaki insanların gönüllerinde taht kurmuştur.  Gizemli bir ateş ve iki haftalık hastalıktan sonra, Selahaddin Eyyubi 1193’te 55 yaşında veya 56 yaşında öldü. Yardımcıları onu, kan akıtma ve lavman yöntemi ile kurtarmaya çalıştılar fakat faydası olmadı.

YAZAR TARIK ALİ HAKKINDA 

Tarık Ali 21 Ekim 1943 yılında Lahor, Pakistan'da dünyaya gelmiştir. Pakistan asıllı Britanyalı ateist yazar ve film yapımcısıdır. İlk ve orta öğrenimini Pakistan'da tamamlamış, daha sonra İngiltere Oxford Üniversitesinde yüksek öğrenimini tamamlamıştır. 1960-1970 yılları arasında önemli siyasal kişilerden birisi olan Tarık Ali, dört yıl boyunca İngiliz Televizyonu Channel 4'te yapımcı olarak çalışmış ve "Bandung File" programının yapımcılığını üstlenmiştir.  Tarık Ali, New Left Review adlı akademik derginin hakemler kurulunda yer alır ve the Guardian gazetesinde düzenli olarak yazmaktadır.

Deniz Boyraci / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2024 / Sayı 23

Müzik Kutusu

Bazı sabahlar uyanırım ve içimden o günü rastgele yaşamak gelir. Tesadüflere şans vererek, günü akışta geldiği gibi plansız programsız yaşamak isterim. İşte bugün onlardan biriydi. Akademik çalışmalarım nedeniyle konuşmacı olarak davet edildiğim Strazburg’da yoğun geçen üç günün ardından bugünü kendime ayırmak üzere programımda boşluk yarattım.

Müzik Kutusu

Güne uyandığım sevimli otel odasında, içimden “o halde rastgele, bakalım bugünün sürprizi ne olacak!” diyerek perdeyi açıp dışarıya baktım. O an yüzümde kocaman bir gülümseme belirdi lapa lapa kar yağıyordu, etraf pamuk tarlasına dönmüştü, günün ilk sürprizi kucaklamıştı bile beni. 

Hızla hazırlandım, çok severek kullandığım bele oturan uzun kırmızı mantomu, siyah beremi ve uzun siyah çizmemi giydim. Bu mantoyu ne zaman giysem çocuksu bir neşe hissederim. Bir an önce babasının ona aldığı sürpriz hediyeyi açmayı bekleyen kız çocuğu edasında kahvaltı bile etmeden, hızla otelden çıktım. 

“Yol beni nereye götürürse!” diyerek yürümeye başladım. Önüme çıkan sokaklardan birinde karşıma çıkan kalabalığı takip ederek yürüdüm. Kalabalık beni meşhur Notre Dame Katedrali’nin olduğu yere getirdi. Noel sezonu olduğu için katedralin etrafındaki irili ufaklı dükkanlar ve kafeler rengarenk süsler ile bezenmişti, katedralin önünde ise uzun bir kuyruk vardı. Sokaktaki keman sanatçısı, çocukluğumdan beri dinlemeyi çok sevdiğim bir eseri çalıyordu. Fakat, eserin adını ve bestecisini hatırlayamadım o an. Telefonuma yüklü olan yapay zekâ uygulamaları ile de eserin adını, etraftan gelen gürültü nedeniyle öğrenemeyince, şarkının bitimini bekleyerek sanatçıya eserin adını sormaya niyet ettim.

Bu arada, kar yağışı tipiye dönmüştü. Şiddetli rüzgâr nedeniyle uçan beremi almak üzere koşarken, katedralin önünde durmakta olan altmış beş- yetmiş yaşlarındaki, uzun boylu, oldukça yakışıklı, elmacık kemikleri çıkık, şık giyimli bir beyefendiye takıldı gözlerim. Beyefendi önce elindeki zarfı sonra da zarftan çıkardığı mektubu usulce öpüp, cebinden küçük bir şişe çıkardı. Şişedeki parfüm olduğunu düşündüğüm şeyden önce bir miktar zarfa sıktı, daha sonra ise mektuba sıktı. Şişeyi cebine koydu. Mektubu iyice koklayıp, tekrar zarfa geri koydu. Ardından ise zarfı içindeki mektupla beraber küçücük parçalara ayırıp, avucunun içindekilere bir öpücük kondurdu ve rüzgâra bıraktı hepsini.  Masalsı bir sahne izliyor gibiydim. O an kendisine baktığımı fark etti ve bana gülümsedi. Tanımadığım birinin mahremine izinsiz şahitlik etmek utandırdı beni. Ama çok duru, zarif ve günümüzde rastlanmayacak naiflikte bir hikâyenin olduğunu hissetmiştim o gördüğüm sahnenin ardında. İçimdeki ses, günün hediyesinin ve sürprizinin bu beyefendi ile karşılaşmak olduğunu söylüyordu. 

Beyefendi sanki bir şey söylemek ister gibi gülümseyerek baktı bana. Yanına gittim. Zaten bugün akışa göre yaşamayacak mıydım günü! “Al sana akış” dedim içimden. Yanına gittiğimde İngilizce bana “İngilizce mi, Fransızca mı?” diye sordu. Onu bir süre istemsizce izlemiş olduğum için özür diledim kendisinden İngilizce konuşarak. Gülümseyerek “Film sahnelerinden fırlamış gibi şık ve güzel bir hanımefendinin kendisini izlemesinden rahatsız olacak erkek var mıdır sizce bu dünyada?” diyerek gülümseyip, tek gözünü kırptı bana. Duruşu, yüz hatları güçlü bir imaj çizerken, orman yeşili gözleri derinlik katıyordu yüz ifadesine. Elini uzattı “Tom” dedi. Ben de kendi ismimi söyledikten sonra “Az önce, ne yaptığımı doğal olarak merak etmiş olmalısınız!” dedi bana. Meraktan ziyade, o sahneye katedralin güzelliği, yağan karın kattığı masumiyet hissi, arka fonda çalan keman sesi ve kendisinin de karizması eşlik edince, sahnenin bana çok masalsı geldiğini söyledim ona. Tom’un babacan gülümsemesi, mimikleri ve beden dili onunla bu rahatlıkta konuşabilmem konusunda cesaretlendirmişti beni.

Gözlerinin içi gülerek “Böyle güzel ve zarif bir hanımefendiyle, her gün katedral önlerinde tanışma şansım olmuyor, size bir kahve eşliğinde hikayemi anlatmak isterim vaktiniz varsa” dedi Tom. Katedral zaten öğle tatiline girmişti, akışta Tom’un hikayesi bana günün hediyesi olarak gelmişti bence!

Tom, beni ancak yerel insanların bilebileceği huzur dolu bir kafeye götürdü. Ortam nezih, şık ve özenle oluşturulmuş dekor ve aynı titizlikte oluşturulmuş menü içeriğine sahipti. Köşede duran piyanodan gelen müzik de ortamın ambiyansı ile uyumluydu. 

Tom başladı hikayesini anlatmaya. Amerikalı bir ailenin çocuğu olduğunu, babasının zamanında Fransa’ya önce konsolos, sonrasında da büyükelçi olarak atandığını, kendisinin Fransa’da doğduğunu anlattı. Ancak, çocukluğunda çevrelerinde çoğunlukla konsolosluk çalışanlarının olduğunu, Fransa kültüründen ziyade Amerikan kültürü ile büyüdüğünü aktardı bana. Lise yıllarına kadar bu durumun bazen onda adaptasyon sorunu yarattığını ekledi sözlerine. Lise öğrencisi iken Zoe isimli çok güzel bir kızla sınıf arkadaşı olduğunu, Zoe’nun ona çok şey kattığını, kızın uzun siyah saçlarına eşlik eden iri koyu kahverengi gözlerinin olduğunu ve dünyanın en güzel gülüşüne sahip olduğunu anlattı bana. Zoe’den bahsederken yüzünden onlarca duygu geçiyordu Tom’un. “Birkaç dakikalık süre içinde, bir insanın gözlerinde bu kadar duygu geçişini yakalamak da mümkün işte” diye düşündüm o an. 

Siparişimizi vermeden önce Tom bana ne iş yaptığımı, nerede doğduğumu, Strazburg’da ne amaçla bulunduğumu sormuştu. Hakkımda az da olsa bir şeyleri ben de paylaşmıştım onunla. Ancak bir an yüzüme bakıp “Senin atalarında Fransız var mı?” diye sordu bana. Bildiğim kadarıyla öyle bir bağımızın olmadığını söyledim ona. “Az da olsa Zoe’ya benziyorsun, ama az, öz kızım Luna’yı bile çok az benzetirim zaten Zoe’ya. Zoe benim için dünyanın en güzel kadını çünkü” dedi gülümseyerek. 

Tom, lisedeyken Zoe ile bisikletle birbirleriyle yarışarak okula gittiklerini, her seferinde Tom’un bisikleti bilerek yavaş kullandığını, Zoe’nun ise tüm gücüyle pedallayıp, neşeli kahkahalar atarak “yine ben kazandım” diyerek okul bahçesini gülüşü ile şenlendirdiğini, güzel havalarda çimenlerde yaptıkları sohbetleri, diğer okul arkadaşlarının da onlara katıldığı piknik partilerini anlattı. Tüm detayları öylesine güzel tasvir ederek anlatıyordu ki Zoe’nun her piknik öncesi hazırlamış olduğu bir Fransız tatlısı olan beignetin lezzetini,  Zoe’nun kahkasının tınısını, yağmurlu bir günde kayan bisikletten düşen Zoe’nun dizindeki acıyı, Tom’un onun dizini temizlerken hissettiği sevgiyi ve dizine kondurduğu o ilk öpücükle Zoe’nun yaşadığı mahcubiyeti, o günkü çimenin kokusunu bile o anlarda yanlarındaymışçasına hissettim.  Bunu Tom’a da söyledim. “Ben halen, o anı şimdi yaşıyormuş gibi hissediyorum, senin de kalbin geniş olduğu için, kendin o anı yaşıyormuşçasına dinliyorsun beni” dedi. “Ne kadar rafine ve sıcak bir açıklama yaptı” diye geçti içimden. 

Sonrasında devam etti sözlerine. Lise bittikten sonra tıp fakültesinde okumak için Londra’ya gittiğini, Zoe’nun Paris’te kalmaya devam ederek sanat tarihi okuduğunu, Londra’da iken Zoe’ya bazen telgraf, haftada üç dört kez de mektup yolladığını anlattı. “O zamanlar şimdiki gibi cep telefonları yoktu, ev telefonu da benim ailemin evinde olmasına rağmen, Zoe’nun evinde yoktu, o nedenle Zoe’nun sesini sık sık duyma şansım pek olmuyordu” diyerek sözlerine devam etti. 

Yaz dönemlerinde ise staj süreçleri dışında, Paris’e ailesinin yanına gelip bol bol görüşmüş Zoe ile. “Bu yaşta bu kadar yakışıklı ve karizmatik olan Tom,  gençliğinde kim bilir nasıldı!. Bu karizmaya, gençliğin verdiği toyluğa rağmen ve de aradaki mesafeye rağmen hep sadık mı kalmıştı acaba Zoe’ya?” diye geçti içimden bir an istemsizce. Sanki iç sesimi duymuş gibi söze girdi. “Üniversitede iken Zoe dışında hiçbir kızla romantik bir paylaşımım, hissim olmadı. Benim kalbimde, aklımda bir tane kraliçeye yer var, hem zaten her ülkenin bir tane kraliçesi olur, ikinciye verilecek taht yoktur ki.” dedi. “Peki ya prensesler?” diye sordum gülümseyerek. “Kraliçesini bulan kalp, prenseslerle vakit harcamak istemez ki “dedi. Üniversite üçüncü sınıftayken nişanlandıklarını anlattı. Mezun olur olmaz Paris’e geri dönmüş ve görkemli bir düğünle evlenmişler. Sonrasında ise Paris’te cerrahi ihtisasını yapmış ve ihtisas döneminde de tek çocukları olan Luna doğmuş. Tüm bunları anlatırken çok mutluydu. 

Cebinden içine iki taraflı fotoğraf konulan kalp şeklindeki bir kolyeyi çıkardı. Kolyenin bir tarafında Tom’un gençlik fotoğrafı, diğer tarafında ise Luna’nın bebekliği vardı. Zoe, kızları doğduktan kısa bir süre sonra bu kolyeyi takmaya başlamış ve ölene kadar da kolyeyi taşımış boynunda. İşte ilk o an Zoe’nun vefat etmiş olduğunu üzülerek öğrendim. Cebinden cüzdanını çıkararak Zoe’nun ilk evlendikleri zamanki fotoğrafını ve son yıllardaki halini gösterdi bana. Gerçekten, Tom gibi o da dış görünüşü ile dikkat çekici imiş. Zoe evliliklerinin yirmi birinci yılında hayata veda etmiş. Sonrasında ise, Tom kalbine ve hayatına başka kimseyi almamış. 

“Bu kadar biyografik anlatımla sıktım seni, özgür bırakmamı istersen seni lütfen söyle” dedi Tom. Elimi elinin üzenine koyayarak, onu dinlemekten ve onunla tanışmış olmaktan duyduğum memnuniyeti dile getirdim. “O halde katedralin önünde ne yaptığımı paylaşmak isterim seninle” dedi. O sırada kafeye gelen çiçekçiye takıldı gözleri. Akşam yemeği için bu kafe masalara çiçek koyarmış, her günün menüsü ve 

çiçeği de farklıymış. Garsona eliyle işaret ederek yanımıza çağırdı, Fransızca bir şeyler söyledikten sonra kız Tom’a kırmızı bir gül getirdi. Bana dönerek, “izninle” diyerek çiçeği saçlarıma taktı ve “şimdi daha güzel oldu saçların” dedi. Bu kadar centilmen ve insan ruhundan anlayan, konuşması, oturuşu, bakışı, giyimi, ses tonu, etraftaki insanlarla iletişim kurarken kullandığı beden dili, mimikleri bana babamı hatırlattı. Bu tarz kaliteli insanlara artık nadir rastlanıyor diye düşündüm o an hüzünlenerek. 

Tom anlatmaya devam etti. “Bugün bizim evlenme yıldönümümüz.  Zoe’ya evlenme teklifini burada katedralin önünde etmiştim. Evliliğimiz için duyduğum minnettarlığı, kızımızın ona benzeyen özellikleri, bana kattıkları için, birlikte paylaştığımız her saniye için teşekkür eden bir mektup yazmıştım dün ona. Bu cebimdeki şişe Zoe’nun parfüm şişesi. Bugün havanın tipi halinde olacağını biliyordum. Rüzgârın sözlerimi alıp Zoe’ya götüreceğini hayal ettim bu sabah, kar da temizliği ve yaşamı temsil ediyor benim için. Kalbimde her zaman yaşadığını, en güzel duygularımla hayatımdaki yerinin tertemiz ve duru kaldığını iletmek istedim ona. Yazmış olduğum mektubu o nedenle rüzgâra emanet ettim küçük parçalara ayırarak. Bu şekilde hem kalbim huzur buldu, hem de onun ruhunu onurlandırmış oldum kendimce.”

Sonrasında katedrali beraber gezmeye karar verdik. Yolda yürürken bana kızı Luna’nın romantik ilişkilerden uzak durduğunu, bir baba olarak bundan üzüntü duyduğunu anlattı. Luna’nın “Baba annemle senin ilişkin gibi ilişki mi var artık! Anlamıyorsun sen, artık devir çok değişik” dediğini aktardı benim bu konuda fikrimi merak edercesine sorgulayan bakışlar eşliğinde. O an, ağzımdan hiç düşünmeden şu sözlere benzer şeyler döküldü ”Babam için annem çok özeldi. Dünyada annemden güzel kimse yoktu babamın nazarında. Çünkü babam annemin ruhunu, oturuşunu kalkışını, edasını, tavrını, kültürünü, zekasını, ona kattıklarını, güzelliğini, iyi ve kötü huylarını, sesini, kokusunu, varlığını sevip onurlandırmıştı. O yüzden onun için dünyada annemden daha güzeli ve eşi benzeri yoktu. Sizin için de durum öyleymiş. Siz, Zoe ile beraber kokladığınız ıslak çimen kokusunu, onun yaptığı tatlının tadını, kahkahasını, ses tonunu, kanayan dizinin acısını kalbinize mühürlemişsiniz. Onu iki  gram yağdan, beş tel saçtan, bilmem kaç santimetre boydan, üç tane dişten öte görmüşsünüz. Siz, Zoe’yi görmüşsünüz ruhuyla, aklıyla, kalbiyle, bedeniyle bütün olarak. Onun eğitimine, görgüsüzüne, kültürüne, bakışına, gülüşüne, endamınına, kokusuna, her şeyine talip olmuşsunuz. Özetle onu görmüşsünüz, diğer kadınlara ise bakmışsınız. Bakmak ayrı, görmek ayrı… İnsan gördüğünü unutamaz, insan gördüğünün yerini dolduramaz. Ama bunu kim yapar biliyor musunuz, gusto sahibi, oturmuş kişiliği ve tarzı olan insanlar, doymuş ve derin bir ruh yapabilir. Ancak onlar özelin kıymetini bilir, özel olana kıymet verebilirler. Birinin onlar için özel olmasına gönüllü olabilirler. Son zamanlarda, çoğu insan vasata talip çünkü emek vermeden, sorumluluk almadan bir süre vasatla oyalanmak kolay ve işin ucuz yolu. Vasatı vasatla değiştirmek de maliyetsiz, kolay ve sancısız. O yüzden artık bağlanmak yok, sorumluluk almak yok, emek vermek yok. Artık kalpte birine yer ayırmak yok, yıllarca bir kolyeyi cebinde taşımak yok. İnsanlar şu an cep telefonundan iki tıkla eş, arkadaş buluyorlar o da besleyici, büyütüp, geliştirecekleri köklü bir ilişki inşa etmek amacıyla değil kesinlikle. Sıkıcı, boğucu hayatlarında zamanı birlikte öldürecekleri, yüzeysel ilişkiler kuracakları insanları arıyorlar. Biraz  zaman geçtikten sonra da kolayca başkaları ile yer değiştirebiliyor bir önceki partnerleri. Babam da tıpkı sizin gibiydi annemin varlığında da, annemi kaybettikten sonra da. Böyle bir ilişkiye tanıklık eden kız çocuğunun ilişkilerden beklentilerini anlayabiliyorum o nedenle. Kızınızı çok iyi anlıyorum.”  

O sırada önünden geçmekte olduğumuz mağazadan bana bugünün hatırası olarak müzik kutusu almak istedi. Birlikte içeriye girdik, “Sen seç” dedi, Tezgâhta duran yirmi farklı müzik kutusuna bakarak, gözlerimi kapadım ve elimi bir tanesinin üzerine koydum. Gözümü açarak “bu” dedim. Tom çevirdi kutunun ucundaki kolu, “Bakalım ne çalacak?” dedi. Sabah kahvaltı ederken duyup, adını çıkaramadığım eser çalıyordu. Şaşırdım. Tom bana dönerek, “Kime ait olduğu şaibeli olan ama Giazatto ile anılan Adagio isimli beste bu” dedi. Sabahtan beri aklımdaki sorunun cevabını ve aşka olan inancımı güçlendirecek hayat hikayesini vermişti Tom bana. Son zamanlarda aldığım en güzel hediyelerden biri oldu bu. 

Bu yazıyı size masamda müzik kutum ve kırmızı gülümün eşliğinde, Tom gibi özenli davranmasını bilen, paylaşılan anlara hürmet edebilecek derinlikte bir insanla yaşamlarınızı paylaşabilmeniz dileğimle bitiriyorum. Yeni yılda, yeni yazılarımda buluşmak üzere, aşk ve sevgiyle kalın…

Yazar Güz / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2024 / Sayı 23

Tanrıların Kayıp Ülkesi

Tanrıların Kayıp Ülkesi

Ve tanrıların kayıp ülkesinde

Sözcükler soyulmuş bir elma gibi dururken

Nar taneleri dökülür kızıl gezegene 

Sığırtmaç kuşları, keklik, ebabil…

Birer alev pervanesi üzerimizde

Tarla boyu yuvarlak taşların mahremiyeti

Soyunmuş kadınlar anısına çıplak, utanç, tan yeri fütursuzca

Eşkâlimi arıyorum deniz kenarında bir kemanı düşlerken parmaklarım

Dünyanın sonsuz atmosferi, leylaklar, taç yaprakları…

Suda halkalar, kayaçlar, kokusu annemin: ten yanığı

Yüzüme sür aynaları, mavi öleyim dağ yamacında

Panzerler geçiyor bir şiirin sokağından

Sürüklenen gövdem, delirmiş gözlerim!

Avucumda pankart ve öptüğüm resmin…


Binnaz Deniz Yıldız / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2024 / Sayı 23

Doğru İletişim ve Anlayış Aşktan Daha Değerlidir

Merhaba Ceylan Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba. 22 Aralık 1993 yılında Adıyaman'da doğdum. Serablar ataksi hastasıyım. Türkiye'deki ilk teşhisin konulduğu kişiyim. Adıyaman Lisesi mezunuyum. Ailem ile beraber yaşıyorum. Altı çocuklu ailenin üçüncü çocuğuyum.  

Yazar Ceylan Bağcı

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazma hevesim ortaokul hocamızın yazdırdığı kısa kompozisyonlar ve hikayelerle başladı. Yazmak hoşuma gidiyordu ve ilgim de oluşmaya başladı. Sürekli yazdım ve bugün buradayım. 

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor?

Öncelikle duygu ve düşüncelerimi okuyucularımla paylaşmak istedim. Toplumun engelli vatandaşlarımıza bakış açısı, düşünce ve davranışlarında eksik gördüğüm konuları iyileştirmek istedim.

Aşk romanınınız Severek Ayrılanlar Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Eserimde doğru bir iletişim ve anlayışın aşktan daha değerli olduğunu anlatmaya çalıştım.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir?

Mehmet Uzun'un Kader Kutusu ve Sebahattin Ali'nin Kuyucaklı Yusuf kitapları.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Bu okuyucularıma sürpriz olsun diyeyim.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Okuyucularımın kitap okurken önemli buldukları konuları not almalarını öneriyorum.

Derbeder İklim

Derbeder İklim

elin kavuşsa hani elime

dilin tutuşsa hani dilimde 

kan ter içinde kalsa tenimiz

yeniden  filizlense yüreğimiz

son bulsa bu hıncahınç hasret

küllenip küllenip harlanan sancı


ne baskın yağmurlar kalır geride

ne apansız kopan fırtına


sen yoksun diye sevgili 

bu derbeder iklim

sen yoksun diye


Fazlı Humar / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2024 / Sayı 23

1932-2024 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447