Bazı sabahlar uyanırım ve içimden o günü rastgele yaşamak gelir. Tesadüflere şans vererek, günü akışta geldiği gibi plansız programsız yaşamak isterim. İşte bugün onlardan biriydi. Akademik çalışmalarım nedeniyle konuşmacı olarak davet edildiğim Strazburg’da yoğun geçen üç günün ardından bugünü kendime ayırmak üzere programımda boşluk yarattım.
Güne uyandığım sevimli otel odasında, içimden “o halde rastgele, bakalım bugünün sürprizi ne olacak!” diyerek perdeyi açıp dışarıya baktım. O an yüzümde kocaman bir gülümseme belirdi lapa lapa kar yağıyordu, etraf pamuk tarlasına dönmüştü, günün ilk sürprizi kucaklamıştı bile beni.
Hızla hazırlandım, çok severek kullandığım bele oturan uzun kırmızı mantomu, siyah beremi ve uzun siyah çizmemi giydim. Bu mantoyu ne zaman giysem çocuksu bir neşe hissederim. Bir an önce babasının ona aldığı sürpriz hediyeyi açmayı bekleyen kız çocuğu edasında kahvaltı bile etmeden, hızla otelden çıktım.
“Yol beni nereye götürürse!” diyerek yürümeye başladım. Önüme çıkan sokaklardan birinde karşıma çıkan kalabalığı takip ederek yürüdüm. Kalabalık beni meşhur Notre Dame Katedrali’nin olduğu yere getirdi. Noel sezonu olduğu için katedralin etrafındaki irili ufaklı dükkanlar ve kafeler rengarenk süsler ile bezenmişti, katedralin önünde ise uzun bir kuyruk vardı. Sokaktaki keman sanatçısı, çocukluğumdan beri dinlemeyi çok sevdiğim bir eseri çalıyordu. Fakat, eserin adını ve bestecisini hatırlayamadım o an. Telefonuma yüklü olan yapay zekâ uygulamaları ile de eserin adını, etraftan gelen gürültü nedeniyle öğrenemeyince, şarkının bitimini bekleyerek sanatçıya eserin adını sormaya niyet ettim.
Bu arada, kar yağışı tipiye dönmüştü. Şiddetli rüzgâr nedeniyle uçan beremi almak üzere koşarken, katedralin önünde durmakta olan altmış beş- yetmiş yaşlarındaki, uzun boylu, oldukça yakışıklı, elmacık kemikleri çıkık, şık giyimli bir beyefendiye takıldı gözlerim. Beyefendi önce elindeki zarfı sonra da zarftan çıkardığı mektubu usulce öpüp, cebinden küçük bir şişe çıkardı. Şişedeki parfüm olduğunu düşündüğüm şeyden önce bir miktar zarfa sıktı, daha sonra ise mektuba sıktı. Şişeyi cebine koydu. Mektubu iyice koklayıp, tekrar zarfa geri koydu. Ardından ise zarfı içindeki mektupla beraber küçücük parçalara ayırıp, avucunun içindekilere bir öpücük kondurdu ve rüzgâra bıraktı hepsini. Masalsı bir sahne izliyor gibiydim. O an kendisine baktığımı fark etti ve bana gülümsedi. Tanımadığım birinin mahremine izinsiz şahitlik etmek utandırdı beni. Ama çok duru, zarif ve günümüzde rastlanmayacak naiflikte bir hikâyenin olduğunu hissetmiştim o gördüğüm sahnenin ardında. İçimdeki ses, günün hediyesinin ve sürprizinin bu beyefendi ile karşılaşmak olduğunu söylüyordu.
Beyefendi sanki bir şey söylemek ister gibi gülümseyerek baktı bana. Yanına gittim. Zaten bugün akışa göre yaşamayacak mıydım günü! “Al sana akış” dedim içimden. Yanına gittiğimde İngilizce bana “İngilizce mi, Fransızca mı?” diye sordu. Onu bir süre istemsizce izlemiş olduğum için özür diledim kendisinden İngilizce konuşarak. Gülümseyerek “Film sahnelerinden fırlamış gibi şık ve güzel bir hanımefendinin kendisini izlemesinden rahatsız olacak erkek var mıdır sizce bu dünyada?” diyerek gülümseyip, tek gözünü kırptı bana. Duruşu, yüz hatları güçlü bir imaj çizerken, orman yeşili gözleri derinlik katıyordu yüz ifadesine. Elini uzattı “Tom” dedi. Ben de kendi ismimi söyledikten sonra “Az önce, ne yaptığımı doğal olarak merak etmiş olmalısınız!” dedi bana. Meraktan ziyade, o sahneye katedralin güzelliği, yağan karın kattığı masumiyet hissi, arka fonda çalan keman sesi ve kendisinin de karizması eşlik edince, sahnenin bana çok masalsı geldiğini söyledim ona. Tom’un babacan gülümsemesi, mimikleri ve beden dili onunla bu rahatlıkta konuşabilmem konusunda cesaretlendirmişti beni.
Gözlerinin içi gülerek “Böyle güzel ve zarif bir hanımefendiyle, her gün katedral önlerinde tanışma şansım olmuyor, size bir kahve eşliğinde hikayemi anlatmak isterim vaktiniz varsa” dedi Tom. Katedral zaten öğle tatiline girmişti, akışta Tom’un hikayesi bana günün hediyesi olarak gelmişti bence!
Tom, beni ancak yerel insanların bilebileceği huzur dolu bir kafeye götürdü. Ortam nezih, şık ve özenle oluşturulmuş dekor ve aynı titizlikte oluşturulmuş menü içeriğine sahipti. Köşede duran piyanodan gelen müzik de ortamın ambiyansı ile uyumluydu.
Tom başladı hikayesini anlatmaya. Amerikalı bir ailenin çocuğu olduğunu, babasının zamanında Fransa’ya önce konsolos, sonrasında da büyükelçi olarak atandığını, kendisinin Fransa’da doğduğunu anlattı. Ancak, çocukluğunda çevrelerinde çoğunlukla konsolosluk çalışanlarının olduğunu, Fransa kültüründen ziyade Amerikan kültürü ile büyüdüğünü aktardı bana. Lise yıllarına kadar bu durumun bazen onda adaptasyon sorunu yarattığını ekledi sözlerine. Lise öğrencisi iken Zoe isimli çok güzel bir kızla sınıf arkadaşı olduğunu, Zoe’nun ona çok şey kattığını, kızın uzun siyah saçlarına eşlik eden iri koyu kahverengi gözlerinin olduğunu ve dünyanın en güzel gülüşüne sahip olduğunu anlattı bana. Zoe’den bahsederken yüzünden onlarca duygu geçiyordu Tom’un. “Birkaç dakikalık süre içinde, bir insanın gözlerinde bu kadar duygu geçişini yakalamak da mümkün işte” diye düşündüm o an.
Siparişimizi vermeden önce Tom bana ne iş yaptığımı, nerede doğduğumu, Strazburg’da ne amaçla bulunduğumu sormuştu. Hakkımda az da olsa bir şeyleri ben de paylaşmıştım onunla. Ancak bir an yüzüme bakıp “Senin atalarında Fransız var mı?” diye sordu bana. Bildiğim kadarıyla öyle bir bağımızın olmadığını söyledim ona. “Az da olsa Zoe’ya benziyorsun, ama az, öz kızım Luna’yı bile çok az benzetirim zaten Zoe’ya. Zoe benim için dünyanın en güzel kadını çünkü” dedi gülümseyerek.
Tom, lisedeyken Zoe ile bisikletle birbirleriyle yarışarak okula gittiklerini, her seferinde Tom’un bisikleti bilerek yavaş kullandığını, Zoe’nun ise tüm gücüyle pedallayıp, neşeli kahkahalar atarak “yine ben kazandım” diyerek okul bahçesini gülüşü ile şenlendirdiğini, güzel havalarda çimenlerde yaptıkları sohbetleri, diğer okul arkadaşlarının da onlara katıldığı piknik partilerini anlattı. Tüm detayları öylesine güzel tasvir ederek anlatıyordu ki Zoe’nun her piknik öncesi hazırlamış olduğu bir Fransız tatlısı olan beignetin lezzetini, Zoe’nun kahkasının tınısını, yağmurlu bir günde kayan bisikletten düşen Zoe’nun dizindeki acıyı, Tom’un onun dizini temizlerken hissettiği sevgiyi ve dizine kondurduğu o ilk öpücükle Zoe’nun yaşadığı mahcubiyeti, o günkü çimenin kokusunu bile o anlarda yanlarındaymışçasına hissettim. Bunu Tom’a da söyledim. “Ben halen, o anı şimdi yaşıyormuş gibi hissediyorum, senin de kalbin geniş olduğu için, kendin o anı yaşıyormuşçasına dinliyorsun beni” dedi. “Ne kadar rafine ve sıcak bir açıklama yaptı” diye geçti içimden.
Sonrasında devam etti sözlerine. Lise bittikten sonra tıp fakültesinde okumak için Londra’ya gittiğini, Zoe’nun Paris’te kalmaya devam ederek sanat tarihi okuduğunu, Londra’da iken Zoe’ya bazen telgraf, haftada üç dört kez de mektup yolladığını anlattı. “O zamanlar şimdiki gibi cep telefonları yoktu, ev telefonu da benim ailemin evinde olmasına rağmen, Zoe’nun evinde yoktu, o nedenle Zoe’nun sesini sık sık duyma şansım pek olmuyordu” diyerek sözlerine devam etti.
Yaz dönemlerinde ise staj süreçleri dışında, Paris’e ailesinin yanına gelip bol bol görüşmüş Zoe ile. “Bu yaşta bu kadar yakışıklı ve karizmatik olan Tom, gençliğinde kim bilir nasıldı!. Bu karizmaya, gençliğin verdiği toyluğa rağmen ve de aradaki mesafeye rağmen hep sadık mı kalmıştı acaba Zoe’ya?” diye geçti içimden bir an istemsizce. Sanki iç sesimi duymuş gibi söze girdi. “Üniversitede iken Zoe dışında hiçbir kızla romantik bir paylaşımım, hissim olmadı. Benim kalbimde, aklımda bir tane kraliçeye yer var, hem zaten her ülkenin bir tane kraliçesi olur, ikinciye verilecek taht yoktur ki.” dedi. “Peki ya prensesler?” diye sordum gülümseyerek. “Kraliçesini bulan kalp, prenseslerle vakit harcamak istemez ki “dedi. Üniversite üçüncü sınıftayken nişanlandıklarını anlattı. Mezun olur olmaz Paris’e geri dönmüş ve görkemli bir düğünle evlenmişler. Sonrasında ise Paris’te cerrahi ihtisasını yapmış ve ihtisas döneminde de tek çocukları olan Luna doğmuş. Tüm bunları anlatırken çok mutluydu.
Cebinden içine iki taraflı fotoğraf konulan kalp şeklindeki bir kolyeyi çıkardı. Kolyenin bir tarafında Tom’un gençlik fotoğrafı, diğer tarafında ise Luna’nın bebekliği vardı. Zoe, kızları doğduktan kısa bir süre sonra bu kolyeyi takmaya başlamış ve ölene kadar da kolyeyi taşımış boynunda. İşte ilk o an Zoe’nun vefat etmiş olduğunu üzülerek öğrendim. Cebinden cüzdanını çıkararak Zoe’nun ilk evlendikleri zamanki fotoğrafını ve son yıllardaki halini gösterdi bana. Gerçekten, Tom gibi o da dış görünüşü ile dikkat çekici imiş. Zoe evliliklerinin yirmi birinci yılında hayata veda etmiş. Sonrasında ise, Tom kalbine ve hayatına başka kimseyi almamış.
“Bu kadar biyografik anlatımla sıktım seni, özgür bırakmamı istersen seni lütfen söyle” dedi Tom. Elimi elinin üzenine koyayarak, onu dinlemekten ve onunla tanışmış olmaktan duyduğum memnuniyeti dile getirdim. “O halde katedralin önünde ne yaptığımı paylaşmak isterim seninle” dedi. O sırada kafeye gelen çiçekçiye takıldı gözleri. Akşam yemeği için bu kafe masalara çiçek koyarmış, her günün menüsü ve
çiçeği de farklıymış. Garsona eliyle işaret ederek yanımıza çağırdı, Fransızca bir şeyler söyledikten sonra kız Tom’a kırmızı bir gül getirdi. Bana dönerek, “izninle” diyerek çiçeği saçlarıma taktı ve “şimdi daha güzel oldu saçların” dedi. Bu kadar centilmen ve insan ruhundan anlayan, konuşması, oturuşu, bakışı, giyimi, ses tonu, etraftaki insanlarla iletişim kurarken kullandığı beden dili, mimikleri bana babamı hatırlattı. Bu tarz kaliteli insanlara artık nadir rastlanıyor diye düşündüm o an hüzünlenerek.
Tom anlatmaya devam etti. “Bugün bizim evlenme yıldönümümüz. Zoe’ya evlenme teklifini burada katedralin önünde etmiştim. Evliliğimiz için duyduğum minnettarlığı, kızımızın ona benzeyen özellikleri, bana kattıkları için, birlikte paylaştığımız her saniye için teşekkür eden bir mektup yazmıştım dün ona. Bu cebimdeki şişe Zoe’nun parfüm şişesi. Bugün havanın tipi halinde olacağını biliyordum. Rüzgârın sözlerimi alıp Zoe’ya götüreceğini hayal ettim bu sabah, kar da temizliği ve yaşamı temsil ediyor benim için. Kalbimde her zaman yaşadığını, en güzel duygularımla hayatımdaki yerinin tertemiz ve duru kaldığını iletmek istedim ona. Yazmış olduğum mektubu o nedenle rüzgâra emanet ettim küçük parçalara ayırarak. Bu şekilde hem kalbim huzur buldu, hem de onun ruhunu onurlandırmış oldum kendimce.”
Sonrasında katedrali beraber gezmeye karar verdik. Yolda yürürken bana kızı Luna’nın romantik ilişkilerden uzak durduğunu, bir baba olarak bundan üzüntü duyduğunu anlattı. Luna’nın “Baba annemle senin ilişkin gibi ilişki mi var artık! Anlamıyorsun sen, artık devir çok değişik” dediğini aktardı benim bu konuda fikrimi merak edercesine sorgulayan bakışlar eşliğinde. O an, ağzımdan hiç düşünmeden şu sözlere benzer şeyler döküldü ”Babam için annem çok özeldi. Dünyada annemden güzel kimse yoktu babamın nazarında. Çünkü babam annemin ruhunu, oturuşunu kalkışını, edasını, tavrını, kültürünü, zekasını, ona kattıklarını, güzelliğini, iyi ve kötü huylarını, sesini, kokusunu, varlığını sevip onurlandırmıştı. O yüzden onun için dünyada annemden daha güzeli ve eşi benzeri yoktu. Sizin için de durum öyleymiş. Siz, Zoe ile beraber kokladığınız ıslak çimen kokusunu, onun yaptığı tatlının tadını, kahkahasını, ses tonunu, kanayan dizinin acısını kalbinize mühürlemişsiniz. Onu iki gram yağdan, beş tel saçtan, bilmem kaç santimetre boydan, üç tane dişten öte görmüşsünüz. Siz, Zoe’yi görmüşsünüz ruhuyla, aklıyla, kalbiyle, bedeniyle bütün olarak. Onun eğitimine, görgüsüzüne, kültürüne, bakışına, gülüşüne, endamınına, kokusuna, her şeyine talip olmuşsunuz. Özetle onu görmüşsünüz, diğer kadınlara ise bakmışsınız. Bakmak ayrı, görmek ayrı… İnsan gördüğünü unutamaz, insan gördüğünün yerini dolduramaz. Ama bunu kim yapar biliyor musunuz, gusto sahibi, oturmuş kişiliği ve tarzı olan insanlar, doymuş ve derin bir ruh yapabilir. Ancak onlar özelin kıymetini bilir, özel olana kıymet verebilirler. Birinin onlar için özel olmasına gönüllü olabilirler. Son zamanlarda, çoğu insan vasata talip çünkü emek vermeden, sorumluluk almadan bir süre vasatla oyalanmak kolay ve işin ucuz yolu. Vasatı vasatla değiştirmek de maliyetsiz, kolay ve sancısız. O yüzden artık bağlanmak yok, sorumluluk almak yok, emek vermek yok. Artık kalpte birine yer ayırmak yok, yıllarca bir kolyeyi cebinde taşımak yok. İnsanlar şu an cep telefonundan iki tıkla eş, arkadaş buluyorlar o da besleyici, büyütüp, geliştirecekleri köklü bir ilişki inşa etmek amacıyla değil kesinlikle. Sıkıcı, boğucu hayatlarında zamanı birlikte öldürecekleri, yüzeysel ilişkiler kuracakları insanları arıyorlar. Biraz zaman geçtikten sonra da kolayca başkaları ile yer değiştirebiliyor bir önceki partnerleri. Babam da tıpkı sizin gibiydi annemin varlığında da, annemi kaybettikten sonra da. Böyle bir ilişkiye tanıklık eden kız çocuğunun ilişkilerden beklentilerini anlayabiliyorum o nedenle. Kızınızı çok iyi anlıyorum.”
O sırada önünden geçmekte olduğumuz mağazadan bana bugünün hatırası olarak müzik kutusu almak istedi. Birlikte içeriye girdik, “Sen seç” dedi, Tezgâhta duran yirmi farklı müzik kutusuna bakarak, gözlerimi kapadım ve elimi bir tanesinin üzerine koydum. Gözümü açarak “bu” dedim. Tom çevirdi kutunun ucundaki kolu, “Bakalım ne çalacak?” dedi. Sabah kahvaltı ederken duyup, adını çıkaramadığım eser çalıyordu. Şaşırdım. Tom bana dönerek, “Kime ait olduğu şaibeli olan ama Giazatto ile anılan Adagio isimli beste bu” dedi. Sabahtan beri aklımdaki sorunun cevabını ve aşka olan inancımı güçlendirecek hayat hikayesini vermişti Tom bana. Son zamanlarda aldığım en güzel hediyelerden biri oldu bu.
Bu yazıyı size masamda müzik kutum ve kırmızı gülümün eşliğinde, Tom gibi özenli davranmasını bilen, paylaşılan anlara hürmet edebilecek derinlikte bir insanla yaşamlarınızı paylaşabilmeniz dileğimle bitiriyorum. Yeni yılda, yeni yazılarımda buluşmak üzere, aşk ve sevgiyle kalın…
Yazar Güz / Edebiyat Gazetesi / Aralık 2024 / Sayı 23
Inanılmaz, çok gerçek
YanıtlaSil