Her zamanki gibi geç kalmıştı. Tavuklu saatini kurmayı bir türlü beceremiyordu. Kelimelerle bağ kurar, onlara farklı anlamlar yüklerken vaktin nasıl geçtiğini bilemezdi. Geç kaldığı için matbaa sahibi Hulusi amcadan azar işitecekti. Her azar ona bir ok gibi saplanıyordu.
Mahir benim kan kardeşim ve aynı mahalleden çocukluk arkadaşımdı. Babası öğretmen annesi ise ev hanımıydı. Bizim mahalleye geldiklerinde Türkiye için karanlık yıllar devam ediyordu. O gün mahalleyi aydınlatacak olan ve bizi farklı düşüncelere yönlendirecek bir öğretmenin geldiğini kimseler bilmiyordu. İshak öğretmen tam bir eğitim neferiydi. Mahalledeki herkese yardım eder, okuma-yazma bilmeyenlere canı gönülden destek verirdi. Meslek hayatı boyunca birçok kasaba ve köyde görev yapmıştı. Mahir’in annesini de o köylerden birinde ilk kez görmüş ve aşık olmuştu. Selma teyze sarışın, renkli gözlü, ortalama bir boyun üzerinde, çok güzel alımlı bir kadındı. Bakanın bir daha bakmak isteyeceği bir havası vardı. Köylerinde düzenlenen bir yarışmada elma güzeli bile seçilmişti. Bulundukları coğrafya sebebiyle kız çocukları okul yerine tarlaya işçi olarak götürülüyordu.
İshak öğretmen köye gelir gelmez bu duruma bir son vermek için okuma yazma seferberliği başlatmıştı. Bu arada muhtarla birlikte küçük bir kütüphane kurmuşlar ve akşam kursları düzenlemişlerdi. Selma’sını ilk kez orada gördü, onca kişi arasından alımlı hali ve güzelliği çok dikkatini çekmişti. İshak öğretmen uzun boylu, ince yapılı, jilet gibi ütülü gömlek ve pantolonlar giyen yağız bir delikanlıydı, hele birde kadife ceketinin içine siyah balıkçı yaka kazak giydiğinde çok fiyakalı olurdu.
Akşam kursları devam ediyor, İshak Selma’ya bir türlü açılamıyordu. Onu görünce nutku tutuluyor, konuşamıyordu, oysa ki konuşmak ve anlatmak onun işiydi. Selma’sına bir mektup yazıp duygularını kâğıda döküverdi ve sonuna da güzel bir şiir ekledi. İlk fırsatta mektubu verdi. O anki mahcup bakışmaları hiç aklından çıkmamıştı, sonra mektuplar sırasıyla devam etti. Selma her mektubu okuyor ve ona geri veriyordu. Bir gün Selma mektubu geri verirken içine işlemeli bir mendil koydu. Dünyalar İshak’ın olmuştu. Sonraki günler ise bekledikleri gibi olmadı, Selma’yı başka bir köyden zengin bir ailenin oğluna istiyorlardı. Selma’nın ailesi fakir olduğu için, bu onlar için bulunmaz bir fırsattı. Hem bir boğaz eksilecek hem de zengin ailenin köylerine yakın olan topraklarını işleme fırsatı doğacaktı. Görücülerin gelmesi için hemen haber yollanmıştı.
Selma şaşkınlıkla olayları idrak etmeye çalışıyor ve bir çare arıyordu. Selma’nın babası sert mizaçlı bir adamdı. Selma bu yaşına kadar babasına hiç karşı çıkmamıştı. Fakat bu sefer farklıydı. Selma annesine İshak’tan bahsetmişti. Annesi” O sümsük oğlan yerine İshak öğretmeni tercih ederim” diyerek, kızını desteklemişti. Babanın ikna edilmesi ise mümkün değildi. Selma bir gün cesaretini toplayıp, babasına bir sevdiğim var der demez şamarla yere yapıştı. Babası “sözümü söyledim evleneceksin” diye kestirip atmıştı. Selma uzun süre oracıkta kalakalmış ve evden çıkması yasaklanmıştı. Annesi ise kızına dayanamayıp bir fırsatını bulmuş ve İshak’a olayları anlatmıştı. Bunu duyan İshak öğretmen ise beyninden vurulmuşa döndü. Bütün bir gece düşünmekten gözünü bile kırpmadı. Sabah olunca hızlıca kendini toparladı ve Selma’sını kaçırmaya karar verdi, zira deliler gibi aşıktı ve başkasına yar olmasına gönlü dayanmazdı.
Köyde bir akşam düğün vardı, bütün köylü eğlencede ve keyifler yerindeydi. İshak bir fırsatını bulup, gizlice son mektubunu verdi. İshak Öğretmen’in planına göre salıyı çarşambaya bağlayan gece yarısı
muhtarın evinde buluşacaklardı. Selma’nın babası her akşam tarlaya girmek için erken yatar ve erken kalkardı. Niyeyse o akşam bir türlü yatmıyordu, üç bardak demli çay içmişti. Selma’nın gözü sürekli saatteydi, ilk baktığında saat on’a geliyordu, dakikalar su gibi akıyor, ancak babası bir türlü yatmak bilmiyordu. Saat on bire yaklaşırken “ben artık uyuyayım hanım” dedi. Selma derin bir nefes aldı ve içinden şükürler olsun dedi. Önceden hazırladığı küçük bohçasını eline alıp, gecenin karanlığından faydalanıp, doğruca muhtarın evine gitti. İshak çoktan gelmişti, sigaraları birbiri ardına içiyordu. Uzaktan Selma’sını görünce karanlıkta bile yüzü aydınlandı. Elleri ilk kez buluşuyordu. Taze aşıklar muhtarın ayarladığı kamyonetle yeni bir hayata başlamak için yola çıkmışlardı. Taşı toprağı altın İstanbul’un arka mahallelerinden biri ilk durakları, bizim mahalle ise son durakları oldu. Komşuluk ilişkilerinin hala çok yakın olduğu, herkesin birbirini tanıdığı mahallemiz Topkapı Sarayı ve Sultan Ahmet Camii’nin çok yakınında olup, tarihi yarımadanın en uç noktasını oluşturuyordu.
Sırasıyla Ecevit ve Mahir isminde iki çocukları oldu. İshak öğretmenin Karaoğlan’a hayranlığı ve devrimci kişiliği doğan çocuklarının isimlerini de şekillendirdi. Ecevit kapkara saçlı, uzun kirpikli, bembeyaz tombulca bir bebek olarak doğmuştu. Büyüdükçe tıpkı babası gibi yardımsever, lider ruhlu ve disiplinli bir kişiliğe sahip oldu. Mahir ise çok zeki, yerinde duramayan farklı düşünen bir çocuktu. Ailenin en büyük özelliği, babanın da etkisiyle evde çokça kitap okunması, fikirlerin özgürce tartışılmasıydı. Bunun yanında ise İshak öğretmen halk müziği ezgileri eşliğinde iki tek içerse Selma’sına şiirler de düzerdi.
Mahirle ben akrandık. Mahir annesi Selma teyzeye benzerliği ile dikkat çekerdi, uzun boylu, yeşil gözlü, dümdüz biçimli saçları olan çok yakışıklı bir çocuktu. Onu ilk gördüğümde hiç sevmemiştim. Birgün okul çıkışında üst sınıflardan birkaç serseri bana kurulmuş ve dövmek için dışarda sıkıştırmışlardı. Aslında haksız da sayılmazlardı, çünkü onlara olan borcumu zamanında ödememiştim. Tesadüfen oradan geçen Mahir çocukların üzerine Zebellah gibi atladı, ben de onun cesaretiyle doğrulup, yumruklarımı salladım. Sonra çocuklar kaçmaya başladı. Mahir ‘in kaşı patlamış, bense bileğimden yaralanmıştım. Beni kurtardığı için çok minnettardım. Benimle kan kardeşi olur musun dedim, o da tereddüt etmeden kabul etti ve bir daha birbirimizden hiç ayrılmadık.
Mahir de babası gibi şiirler yazardı, bir gün sınıftan hoşlandığı bir kıza ilk yazdığı şiir ile birlikte Beethoven’ın Für Elise bestesini çalan kurmalı bir müzik kutusu hediye etmişti. Biz de ilk kez klasik müzik notalarını onun sayesinde tanıdık.
Yetmişli yılların sonu, sağ-sol olaylarının zirve yaptığı dönemlerdi. Bir gece yarısı mahallemize askeri araçlarla birlikte bir tabur asker yığılmış ve belirledikleri evlere baskınlar düzenlemişlerdi. Avukat Necmi abi, sendikacı doktor Gülten abla, gazetelerde yazı yazan Hilmi abi ve İshak Öğretmeni karga tulumba askeri araçla götürürlerken ben pencerede öylece donakalmıştım. İshal öğretmenin beyaz atletli ve yalınayak hali bugün bile düşündüğümde gözümün önünde canlanıyordu. Selma teyze, Ecevit ve Mahir askerlere direnirken, dipçik darbelerinden nasiplerini almışlardı. Yaz günü olmasına rağmen mahalle adeta buz kesmişti. Sabaha kadar toz bulutları kalkmış, ancak biz bambaşka bir güne uyanmıştık. Artık her yerde asker vardı, sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş, yönetime bir kez daha el konulmuştu. Sokaktaki çocuk seslerinin yerini tank sesleri almıştı. Aradan aylar geçmesine rağmen İshak öğretmenden haber yoktu. Yoğun çabalar hiç fayda etmedi, bütün kapılar yüzlerine kapanıyor hiçbir şekilde yanıt alamıyorlardı. Bir daha ne ölüsü ne de dirisiyle ilgili haber alınamadı. Selma teyze üzüntüden çok kilo vermiş, eski neşesinden eser kalmamıştı. Zorunlu olmadıkça konuşmuyordu bile. Evde sürekli dikiş dikerek hem ev geçindirmeye çalışıyor hem de kafasını dağıtıyordu. Ecevit ve Mahir ise okuldan arta kalan zamanlarda mahalle pazarlarının kenarında limon ve yeşillik satıyorlardı.
Bu zor günlere rağmen Ecevit İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesini dereceyle kazanmıştı. Mahir ile ben de liseye başlamıştık. Ecevit kısa zamanda en ateşli fraksiyonlardan birinin öğrenci liderleri olmuştu. Eylemlerin en ön saflarında hep o oluyordu. Birgün karşıt görüşlü öğrencilerle bir arbede
yaşandı ve baldırından bıçaklandı. Arkadaşları apar topar hastaneye götürürken çok fazla kan kaybetmişti. Yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtulamamıştı. Doktor üzülerek “Femoral Arter yaralanması, kanı maalesef durduramadık ve arkadaşınızı kurtaramadık” demişti. Ecevit ölümden hiç korkmazdı, olayların bir gün böyle sonuçlanacağını bilircesine “Bir gün bu vatanın tam bağımsızlığı için ölürsem sakın üzülmeyin” derdi. Yaşasaydı belki kurduğu hayaller gerçek olabilirdi. İşçilerin sendikalı olması ve köylülerin kendi toraklarını bağımsızca işleyebilmelerini dilerdi en çok.
Selma teyze kocasının bir gün eve döneceği umuduyla yaşarken oğlunun ölümü üzerine derinden sarsılmış ve kalbi daha fazla dayanamamıştı. Artık tek başına ve okulu bırakmak zorunda kalan Mahir’in tek derdi hayatını idame ettirebilmesiydi. Mahalleden Yusuf Abi matbaada çalışıyordu ve ona destek olmak için Mahir ‘i de yanına aldırdı.
Liseden sonra okuma hevesim olmadığı için ben de Mahirlerin yanında matbaada işe başladım. Mahir daha deneyimli olduğu için dizgi işlerini yapıyor ben se baskı ile ilgileniyordum. Patron babacan bir adam olmasına rağmen geç kalanlara kurulurdu. Aldığımız para ise yeme içmeye bile zar zor yetişiyordu. Gençtik, coşkuluyduk ve arada bir Lambo’nun meyhanesinde takılıyorduk. Meyhane bir tramvay büyüklüğünde olup ancak ayakta on beş kişi sığabiliyordu. Yine bir gün meyhanede parlatırken, birbirlerine ve etrafa şaşkınlıkla bakan iki Avrupai kız yanımızda beliriverdi. Daha önce buraya gelmedikleri her hallerinden belli oluyordu. Mahir kızlardan birinden etkilenmiş, kızlara ecnebice “Hello, how are you, where are you from” diye konuşmaya başlamıştı. Kız da “İyiyim, teşekkür ederim, Nişantaşı’ndan” demez mi? Mahir biraz bozulur gibi olmuş “bize yakınmışsın” diyerek konuyu toparlamıştı. Kızın isminin Aylin olduğunu öğrenmiş ve hemen konuya girerek “Ay ile yıldızların etrafındaki ışık çerçevesi olan isminiz gibi siz de ışıldıyorsunuz” diye kıza komplimanlar yapmaya başlamıştı bile. Aylin bundan çok etkilenmiş, Mahir’in anlattıklarını hayranlıkla dinlemeye başlamıştı. Bu meyhanenin müdavimleri yazar, ressam, tiyatrocu ile şairlerden ve meşhur veresiye defterinden bahsediyor; Orhan Veli, Mehil Cevdet, Oktay Rifat ve Nurullah Ataç’ın bu mekandaki dilden dile dolanan hikayelerini anlatıyordu. Şeytan tüyünün de etkisiyle Mahir kızdan randevuyu koparmıştı.
Taksim meydanında buluşup, Nişantaşı’na doğru beraber yürümüşler ve tarihi Cemilzade’de oturmuşlardı. Aylin sipariş vermiş Mahir de aynından olsun demişti. Yiyip içme kısmı iyiydi de gelen hesabı görünce Mahir’in gözleri açılmıştı, çünkü hesap neredeyse maaşının üçte biri kadardı. Belli etmeden hesabı ödedi, ancak kendini ilk defa bu kadar çaresiz hissetmişti. Sık sık görüşüyorlardı ve giderek Aylin’e âşık oluyordu. Gittikleri yerlerde Aylin hesabı ödemeyi teklif etse de Mahir asla kabul etmiyordu. Fazla mesai yaptığı hale maaşı artık yetmez olmuş, hepimizden borç istemeye başlamıştı. Mahir’i artık tanıyamaz olmuştuk. Aylin’in yanında kimi görse hemen kuruluyor “kimdi, nereden tanıyorsun?” diye hesap soruyordu.
Bir sabah yine geç kalmış, bitik bir vaziyette işe gelmişti. Sessizce beni kenara çekip “hayat böyle devam edemez, bir şey yapmamız lazım, para basacağız başka çaresi yok” demişti. İlk şoku atlattıktan sonra, “tamamdır kardeşim, ben de varım” demiştim. Yalnız Yusuf abinin bu işin içinde olması gerekli demişti. Yusuf abi de bugüne kadar bizim gibi onur ve şerefiyle yaşayan dürüst bir insandı, şimdi onu nasıl ikna edecektik. Mahir, Yusuf abinin ailesine olan zaafını biliyordu, karısına söz verdiği ve yıllardır alamadığı Trabzon burması ikna olmasına sebep olmuş ve uzun çabalarımız sonuç vermişti. Yusuf abi Sanat Lisesinden mezun olduğundan, çizimi çok iyiydi. Artık tüm hazırlıklar yapılmış, paranın bire bir çizimi bitmiş ve basım aşamasına geçilmişti.
Uzun ve yorucu hazırlıkları tamamlayıp, her zaman gittiğimiz meyhanede bu kez yanımızda Yusuf abi de vardı. Mahir yine sazı eline almıştı, bu seferki hikayemiz kalpazanlıktı, uzun uzun bu kutsal mesleğin geçmişini anlatıyordu. Kökeni Roma’ya dayanan bu işle ilgili olarak, ilk kez Mısır’daki yazılı kayıtlarda
paraya güveni kalpazanların bozduğunu, Osmanlının da kalpazanlıkla ilgili mücadele hikayelerini anlatıp duruyordu.
Gündüz normal işimizi yapıyor, akşamları ise baskıyı kusursuz hale getirmek için denemeler yapıyorduk. Üzerinde çalıştığımız yirmi bin lirayı nihayet basmaya geçmiştik. İlk partinin örneğiyle, bakkala girip, tekel birası ve sigara istemiştik. Bakkalda beklerken ayaklarımın titrediğini, nabzımın yükseldiğini ve ağzımın kuruduğunu bugün bile, bu rahatsız yatakta uzanırken, kafamı toparlayıp bu satırları yazmaya çalışırken hatırlıyorum. Bakkal bir süre paraya baktıktan sonra istediklerimizi ve para üstü vermiş, şaşkınlıkla beraber bizi sevindirmişti. Artık harcayamayacağımız kadar çok paramız vardı. Hep iyi bir takım elbiseye sahip olma hayali kurardık, artık kurduğumuz hayallerin tamamına hatta daha fazlasına sahip olabilirdik. Mahir bir gün Aylin’i Emirgan ‘da şık bir restorana götürmüş, elmas bir de yüzük almıştı. Yüzüğü aldığı kuyumcu paralardan şüphelenmiş, doğruca karakola gitmişti. Paranın sahte olduğu anlaşılınca polise Mahirin eşkâlini vermiş ve arananlar listesine girmesine neden olmuştu. Bir gün mahalleden Sultanahmet’e çıkarken takım elbiseli iki polis koluna girivermişti. Mahir yakalandıktan sonra bizden hiç bahsetmemiş suçu bütünüyle kendisi üstlenmişti. Sahtecilik ve dolandırıcılıktan üç yıl hapis cezası almış ve hapiste de bizimle görüşmeyi reddetmişti. Yusuf abi devam ederken, ben kısa bir süre daha matbaada çalışıp, daha sonrasında ayrıldım. Artık hiçbir şeyin eski tadı yoktu, sırt sırta geçirdiğimiz yirmi yedi yıldan sonra, benim gibi sürekli varlığını sorgulayan ve zar zor dengeyi bulan biri için hayat giderek zorlaşıyor ve her geçen gün gittikçe buna destek oluyordu.
Şimdi bu satırları size nasıl yazıyorum bilmiyorum, aklım sık sık gelip gidiyor, bir iğne yapıyorlar ve sakinleşiyorum. Korkak ve çok güçsüz hissediyorum, aylardır burada iyi olacağım günü bekliyorum…
Sezgin Yıldırım / Edebiyat Gazetesi / Ocak 2025 / Sayı 24
Hiç yorum yok
Yorum Gönder