Karanlıkta Islık Çalmak Ortalığı Aydınlatmaz

Bu ay ki sizler için  hazırladığım eser Yazar Erich Fromm'un kaleme aldığı Özgürlükten Kaçış kitabı.  Çok  önemli bireysel ve toplumsal analizlerin yapıldığı eser bilimsel bir araştırma  ve önemli bir Psikanalizdir. Özgülük sevdalıları özgürlüğü anlamalıdırlar  da. Özgürlüğü bireysel  ve toplumsal açıdan doğru anlama temelinde değerli  analizleri içeren  eserimiz şu  bölümler altında can alıcı birçok  konuyu aydınlatmaktadır.

Karanlıkta Islık Çalmak Ortalığı Aydınlatmaz

Hemen her konuşmada bir şekilde bahsi geçen,  hemen her anlatıda bir anlamı ve önemi olan özgürlük, ne olduğu en tartışmalı konulardan birisidir. Şarkılarda şiirlerde özgürlüğün ne kadar iyi ve güzel olduğuna dair kısımlara bayılırız. Mottosu özgürlük olan her ideanın bir şekilde insan mutluluğuna katkı sağladığını düşünürüz. Erich Fromm  özgürlükten kaçış adlı eserinde özgürlüğü romantik bir rüyadan ciddi bir sorumluluğa doğru evriltir. Bu evriltmek özgürlüğün anlamının kavranması sırasında bireyin üstlendiği sorumluluğu su yüzüne çıkartır. Bu sorumluluk özgürlüğün romantik savunuşu kadar eğlenceli değildir. Ancak ondan çok daha etkilidir. Böylece özgür olabilmenin anlamı bize yol göstermeye başlar. Özgürlük yalnızca öznel olaylar esnasında kısıtlamaların ya da yasakların tersi ya da reddiyesinden ibaret değildir. Bu da özgürlüğün bir parçasıdır elbette ancak onu etraflıca anlamak ve kendimize dönebilmek ve yolumuzu bulabilmek için yeterli değildir. 

"Şu yasağa karşı biz özgürlüğü savunuyoruz " Yani bu yasağı kabul etmeyeceğimizi onun karşısında duracağımızdan bahsediyoruz. Peki sonra? Özgürlüğün anlamı yalnızca onun kısıtlandığını düşündüğümüz tezlere ve uygulamalara engel olmaya çalışmaktan ibaret midir? Hayır. Özgürlüğün insan refahı ve mutluluğunda işlevsel bir rol oynayabilmesini sağlayan şey onun zıttıyla çarpışması değildir. Özgürlük, bilincinde olma zorunluğu, ve özgürlüğün getirdiği sorumlulukları yüklenme erdemiyle birlikte işlevsel hale gelir. 

Özgürlükten kaçış adlı yapıtında Fromm, tarih boyunca insanın giderek daha fazla özgürlük kazandığından ancak bunun karşılığını yalnızlaşarak ödediğinden söz eder. bundan ötürü, özgürlüğün insanın kaçmak istediği bir durum olduğunu anlatan fromm, otoriter rejimlerin insanlara çekici gelmesinin nedenini de buna bağlar. Birey olamayan, değer üretemeyen, yani özgürlüğüyle ne yapacağını bilemeyenlerin bu özgürlükten kaçma durumu otoriter rejimleri ve onların tehlikelerinin aşırılıklarının önünü açmaktadır. Bu özgürlükten kaçış bir grubun veya ideolojinin, örneğin faşist bir ideolojinin fanatik bir üyesi olmaya kadar uzanmaktadır. Birey olarak özgürce kendisini var edemeyen ve yalnızlığa giderek daha çok gömülenler bundan kurtulma ya da kaçış olarak bir gruba dahil olmakta ve bu grupla kendisini var etmeye çalışmaktadır. Yalnızlığı ne kadar derinleşir, özgürlük karşısında ne kadar cahil kalır ve korkarsa ideolojiye ya da gruba çok daha fazla bağlı hale gelir. Kendisini grupla özdeşleştirmeye ve ondan ibaret olmaya doğru sürüklenir. 

"Karanlıkta ıslık çalmak ortalığı aydınlatmaz. yalnızlık, korku ve ürküntü olduğu yerde kalır; insanlar buna sonsuza dek dayanamazlar. 

Negatif özgürlüğün yükünü sürekli taşıyamazlar; negatif özgürlükten pozitif özgürlüğe doğru bir gelişme göstermedikleri sürece, özgürlük denilen şeyi tümüyle feda etmek ve ondan kaçmaya çalışmak zorunda kalırlar. günümüzde var olan temel toplumsal kaçma yolu, faşist ülkelerde olduğu gibi bir öndere boyun eğmek ve demokrasimizde görüldüğü üzere zorunlu uyum sağlamak, razı olmaktır."

Bu da özgürlükten  çok köleliği biati getiriyor  çarçur  edilen değerler  ters yüz  oluyor. Kurtuluş  anahtarı  elimizde kelepçe  oluyor. Sorun doğru temelde  özgürleşemeyen birey özgür  toplumu yaratamıyor. Bunun bir bariz örneği Türkiye’de  18 yıldır  iktidarda olan AKP rejimi Türkiye’de  özgürleşemeyen bireyler özgür  toplum yaratamıyor faşizme karşı  çıkma  yerine ona teslim. Oysa Özgürlük  zihinlerde yaratılmalı  öncelikle orada zincirler kırılmalı. Özgürlük için  gerekli  donanım emek çaba  zemin hazırlamazsa elimizde patlar tamda o noktada Özgürlüğün  bir bedeli var ve elde edilince bir değeri  var. Özgürlüğü  anlamak ve gereklerini yapmak en önemli özgürlük  eylemidir.

Özgürlük kavramı insanın varlığı ile birlikte ortaya çıkmış bir olgu olarak görünse de aslında insan kendi varlığından önce dış dünyanın farkına varmış ve evreni gözlemlemiş, sorgulamış, anlamlandırmış, şekillendirmiş ve hatta olanı değiştirmeye çalışmıştır. Doğaya egemen olduğunu yaratılmış her şeyin kendine hizmet ettiğini anladıktan sonra kendi iç dünyasını bizatihi kendi varlığına bir dönüş yaşamış artık içindeki “ben” i sorgulamaya başlamıştır. Burada yazar insanın kendi özgürlüğünü keşfetme sürecini anlatırken özellikle Avrupa’da yaşanılan skolastik döneme ve insan üzerindeki baskısına hayli vurgu yapmıştır. Zira bu dönemde insan kendi varlığını doğadan ya da dini tekelinde bulunduran kiliseden ayrı bir varlık olarak düşünmemekte onun bir parçası olarak görerek özgürlük gibi bir düşünceye de ulaşamamış durumdadır. Aynı zamanda kilisenin bu baskıcı ve totaliter tutumu insanın kendi varlığını sorgulamasına, özgürlük kavramına doğru ilerlemesine de neden olmuştur.

Yazarın özellikle üzerinde durduğu diğer iki kavram ise *“Yapma özgürlüğü” ile “ yapmama özgürlüğü” söylemleridir. Bu iki kavram arasında gözle görülmeyen fakat insan ruhunda belli yaptırımlara sahip bir konum bulunmakta bu iki olgu arasındaki mesafenin artmasıyla kişi kendini yalnızlaşmış, tükenmiş ve özgürlüğünü sorgular halde bulmaktadır. Bu kitapta özgürlük tanımı yapılırken özellikle çağdaş yani modern insanın özgürlüğüne değinilmekte var olan bireysellikten hareketle ortaya çıkan soyutlanma, bireysel önemsizlik, güçsüzlük duygusu ve yalnızlık hissine atıfta bulunulmaktadır. Skolastik düşüncenin belli aşamalarla önemini yitirmesi, pozitif ve rasyonel düşüncenin hayata entegre olmasıyla birlikte insan kendini ekonomik ve kültürel bağlamda bireysellik yarışında bulmuş, bu yarışı kazandığını düşündüğünde ise varlığını temellendirdiğini düşündüğü manevi bağlardan koparak anlamsızlık seremonisinin içinde kendini yeni bir anlam arayışı içinde bulmuştur.

Erich Fromm Kimdir?

Erich Fromm 23 Mart 1900 yılında Almanya'da dünyaya gelmiştir. Musevi kökenli Amerikalı ünlü psikanalist, sosyolog ve filozoftur. Ruh biliminde Marksist-Sosyalist yaklaşımın en önemli temsilcilerinden biri olmuştur. Heideberg ve Münih Üniversitelerinde toplum bilimi ve psikanaliz eğitimlerini almıştır. Heidelberg Üniversitesinde doktora öğrenimini tamamlamıştır. Erich Fromm 1930'lu yılların başlarında Nazi hareketlerinin başlaması ile birlikte İsviçre Cenevreye taşındı. Chicago Ruh çözümleme Enstitüsünden aldığı davet ile ABD'ye gitti Bu üniversitede 4 yıl kadar uzman olarak görev yaptı. Özel çalışmalarını sürdürürken Columbia Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Sayılı ve büyük üniversite ve kolejlerde görev yaptı. 1949 yılında Meksika Ulusal Özerk Üniversitesinden profesörlük teklifini kabul etti tıp fakültesi bölümünde ruh çözümleme şubesini kurdu ve emekli olana kadar çalıştı. Emekli olduktan sonra yaşadığı ülke olan İsviçre'de yaşama veda etti. Marksist ve sosyalist insancıl dünya görüşünü benimseyen yazar batı kapitalizmini ve SSCB komünizmini reddetti. Bilim adına bir çok eser veren profesör tüm dünyanın sevdiği hekimlerden biridir. 

Deniz Boyraci / Edebiyat Gazetesi / Mart 2025 / Sayı 26

Savaş Pazarlamacısının Anıları

1980'lı yıllarda Türkiye daha yeni yeni ihracatla tanışmağa başlıyordu. Tabi ki özellikle gıda üzerine ihracatlarımız vardı ama sanayi mamulü ürünlerde ihracat girişimleri yeni başlıyordu. Henüz o zamanlar Türkiye’de bugünkü gibi zırt-pırt o fuar bu fuar gibi düzenlemeler de yok. O zaman tek şansın ne? Müşteri bulabileceğin ülkeye araştırmaya gitmek. Amerika’ya, İtalya’ya gidip satma şansın pek yok, çünkü adamlar zaten bizden çok ilerde ve senin malının benzeri sürüyle marka var oralarda. Yani tek şansın en yakınındaki ve senin mallarına ihtiyaç duyabilecek komşu ülkeleri ziyaretle işe başlamak.

Savaş Pazarlamacısı'nın Anıları

İşte o nedenle ben de lisan bilen fakat yeni mezun tecrübesiz bir mühendis olarak bir şirkette işe başladım ve ürünlerini yurtdışına satma departmanına talip oldum. Kabul ettiler ve işe İran’la başlayayım dedim. Tecrübesiz olduğumu söylemiştim ya, hemen belli olmuştu. Patron güldü: “Oğlum deli misin İran ile Irak savaştalar” dedi. Sanki çok bilirmişim gibi, “Yıllardır savaşıyorlarmış, fark etmez, savaş sınırlardadır, ben merkezlerine başşehirlerine giderim bir şey olmaz” dedim. Gittiğimde yanıldığımı anladım. Daha İran sınırından girerken, İran’da bana tercümanlık yapacak Azeri arkadaş dinlesin diye yanımda getirdiğim, Emel Sayın, İbrahim Tatlıses gibi İranlıların çok sevdiği bazı sanatçılarımızın kasetlerine gümrük yetkilileri el koydular.

“Belki içinde gizli propagandalar falan vardır, kontrol edilecek” dediler. Ben de “Çıkışta tekrar alabilecek miyim?” diye sordum.  Adamın bana bakışından ne salakça bir soru sorduğumu anladım. Tabii ki kaseti kontrol edebilirlerdi, içinde propaganda falan yoktu ve tabii ki sonra evlerinde her gece güzel güzel bu kasetleri dinleyeceklerdi. Havaalanından çıkışta beni tercümanlık yapacak kişi ve kız kardeşi karşıladı. Arkadaşla tokalaştık, elimi kız kardeşine de uzattım ama o bana elini uzatmadı, o zaman buralarda kuralların artık biraz değişmeye başladığını anladım.

Beni kalacağım otele götürdüler. Çok güzel bir otel. Fiyatı ise komik. Günlüğü 5 dolar. Normal zamanlarda 100 dolardan aşağı olmaz, ama savaş zamanı en fazla 5-6 müşterisi var. Otelde bir şeyi beğenmeyip de yetkilisine söylediğimizde eminim adam içinden “Ulan savaş olmadığı zaman gelseydiniz belki sizi otelime bile almazdım, ama kaprislerinizi mecburen biraz çekmek zorundayım” diye düşünmüştür. Bir gün sonra patronum da gelecekti. Benim ise o gün otelde bir müşteri ile görüşmem vardı. Müşterimle otelin lobisindeki bir masada oturmuş iş görüşmesi yapıyorduk. Birden siren sesleri gelmeye başladı. Birbirimizle bakıştık, aniden elimden yakaladı, “Gel!” diye bağırarak beni çekiştirmeye başladı. Her şeyi masada bırakıp aşağı kata otelin otoparkına koşmaya başladık. Otopark yerin bir kat altında olduğundan en azından bombalara karşı daha iyi bir sığınaktı. Aşağıda 5-6 otel müşterisi daha vardı. Dışardan yakın bir yerlerden kısa aralıklarla 3 patlama sesi geldi.  Bize çok yakında patladı gibi gelmişti, ama belki de uzakta patlamıştı bombalar da yankıları yakınmış gibi gelmişti. Biraz daha bekledik. Siren sesleri kesilmişti. Müşterimle tekrar bakıştık, kafasını iki kez salladı, tekrar yukarı çıkabilirdik.

“İşe başlamadan dışarıya bir göz atabilir miyiz?” dedim.  

“Tamam bakalım” dedi. O da merak ediyordu. Dışarı çıktığımızda yaklaşık 3-4 km gibi uzak bir mesafede birbirlerine yakın 2 yerden kapkara dumanların göğe yükseldiğini gördük. Bir duman yığını ise yaklaşık 100 metre ilerimizdeydi. Tam göremiyorduk. Bir mekana mı isabet etmişti, yoksa boş bir sahaya mı pek anlaşılmıyordu. İleride yerde yatan birini gördük. Yaralı veya ölü var mıydı? Ama bizim oraya gitmemiz gerekmiyordu. Çünkü bizim yapabileceğimiz bir şey yoktu. Asık bir suratla Müşterimle tekrar otelin lobisindeki masamıza dönüp iş görüşmesine devam ettik. Bir saat kadar sürdü görüşmemiz. Birazdan yine sirenler ötmeye başladı. Yine aşağıya koştuk, yine dışarıda patlama sesleri. Bu sefer nedense daha rahattım sanki, çünkü savaş da olsa ben bu görüşme esnasında tahminimin üstünde yüklü bir sipariş almıştım. Türkiye’ye döndüğümde, (dönebilirsem), başım oldukça dik gidecektim şirkete.

Ertesi gün patron geldi. Onunla beraber de bir şirkette toplantıya katıldık. Toplantı sonrası, son gün çevreyi biraz gezdik. İhtilalin üzerinden çok zaman geçmemişti, onun için duvarlarda çeşitli posterler ve Farsça bazı yazılar vardı, anlamıyorduk ama enteresan görüntüler diye patron fotoğraf makinesi ile birkaç resim çekti. Benim yanımda da yeni moda olmuş, çekince hemen bir adet fotoğrafı altından tabedip veren bir makine var, yani bütün film bittikten sonra fotoğrafçıya götürüp tabettirmem gerekmiyor, anında görüntü. Fotoğrafçı derdinden kurtarıyor ama bayağı pahalıya geldiğinden çok resim çekmek istemiyorum, 1 tane resimle yetindim, maksat hatıra olsun. Tab olan resmi makineden çıkarıp kitabımın arasına koydum. İran havaalanından Türkiye’ye uçacağız, herkesin bavulları sıkı kontrol ediliyordu. Savaş ülkesi, normaldir diye düşündük. Kontrol memurlarından biri bizim patronun fotoğraf makinasını eline aldı, ani bir hareketle kapağını açıp negatif filmi dışarı çıkardı, yani film anında ışık görür görmez yandı, artık tabettirme şansı yoktu, çekilen fotoğraflar yok oldu. Patronun gözleri oyuklarından fırladı,

“N’oluyor, ne yapıyorsun?”

Memur gayet rahat, “Savaştayız, ülkemizde resim çekmek yasaktır,” dedi. Garibim patronumun söyleyebilecek hiçbir sözü yoktu ama mırıldandığı şu cümleyi zor da olsa duydum:

“Ulan 36 fotoğraflık filmdi, ailemle Uludağ’da Bodrum’da çeşitli gezilerde çektiğim resimler vardı içinde, son 4 resimlik film kalmıştı, onu da burada çekeyim demiştim, hepsi yok oldu.”

Sonra benim makinemin kapağını açtı memur ve benim filmimi de yaktı, ama dedim ya bendeki sistem değişik, yani sadece 1 fotoğraf çekmiştim, ama o da anında tab olduğundan makineden çıkarıp bir kitabın arasına koymuştum, memur o kitabı açmadığından, o tek bir resim Türkiye’ye kadar kitabımın arasında geldi ve hala bir savaş hatırası olarak albümümde yer alır. Ben üzerinde Farsça şeyler yazan bir duvarın önünde ciddi bir poz vermişim ki, sanki yıllar sonra birisine gösterip de “bak bir zamanlar biz ihracata savaş muhabiri gibi başlamıştık” diye hava atmak için çektirmişim.

Duvarda neler yazdığını hiç merak edip de Farsça bilen birisine tercüme ettirmedim bu güne kadar. Sanki değerli bir savaş ganimeti o. Belki de o yıllarda hakikaten Tahran’da bir yabancının çektiği ve Tanrının garip bir lütfu olarak kendi ülkesine getirebildiği ender bir hatıra. Benim için ise “Biz ihracatı savaş alanlarında başlattık” cümlemin delili.

Kadir Ersoy / Edebiyat Gazetesi / Mart 2025 / Sayı 26

Günlük Hayatın Küçük Ama Eğlenceli Sürprizleri

Hayat, büyük olaylardan ziyade küçük anların toplamıdır. Ama bazen o küçük anlar, koca bir günün havasını değiştirmeye yeter de artar bile. Öyle anlar vardır ki neye uğradığınızı şaşırırsınız; şaşkınlıkla karışık bir gülümseme yerleşir yüzünüze. İşte, günlük hayatın o minik ama eğlenceli sürprizlerinden birkaçını hatırlayalım.

Günlük Hayatın Küçük Ama Eğlenceli Sürprizleri

Cebinden Çıkan Servet

Yıkanmış bir pantolonun cebinden çıkan para, küçük çaplı bir piyangodan farksızdır. Kim bilir kaç kere o paranın eksikliğini hissettiniz ama o gün cebinizden çıkıveren o bozukluklar veya katlanmış bir banknot, aniden dünyanın en zengin insanı gibi hissettirir. Hele o para, markette kasada tam da eksik çıktığında bulunursa... İşte o an, dünyanın düzenine olan inancınız tazelenir.

Rastgele Karşılaşmalar

Yıllardır görmediğiniz eski bir dostla sokakta karşılaşmak, hayatın en tatlı sürprizlerinden biridir. Hani o ilk bakışta tanıyamayıp birkaç saniye yüzüne boş boş baktığınız, sonra gülerek “Oooo, sen miydin?” dediğiniz anlar... Dakikalarca ayaküstü sohbet eder, en sonunda “Kesinlikle görüşelim!” diye söz verip yüzde doksan görüşmeyeceğinizi bilerek vedalaşırsınız. Ama o birkaç dakika bile, günü aydınlatmaya yeter.

Yanlış Numaradan Doğan Muhabbetler

Yanlışlıkla gelen mesajlar ya da aranıp “Alo, Hüseyin abi mi?” diye soran bir ses... Hüseyin abi olmadığınızı anlatmak için harcadığınız o birkaç dakika bazen öyle komik diyaloglara yol açar ki telefon kapandıktan sonra hâlâ gülümsemeye devam edersiniz. Hele bir de yanlışlıkla gelen mesajın ucunda samimi bir “Pardon, kusura bakma” varsa, işte o günün minik eğlencesini bulmuşsunuz demektir.

Tesadüfen Bulunan Eski Fotoğraflar

Bir çekmece karıştırılır, eski bir defter açılır ve içinden yıllar önce çekilmiş bir fotoğraf düşer. O anda zaman makinesi çalışır ve sizi o güne geri götürür. Kiminin saçı daha gür, kiminin kilosu daha azdır. Kıyafetler eski modanın çığır açan parçalarıdır (o zamanlar öyle sanıyorduk). Fotoğrafın komikliği bir yana, o anıları hatırlamak bile dudaklarda tatlı bir gülümseme bırakır.

Bonus: Sokakta Karşılaşılan Minik Dostlar

Sokakta aniden önünüze çıkan bir kedi ya da köpek, hayatın en tatlı sürprizlerinden biridir. Yanınıza gelip kuyruğunu sallayarak sevgi gösterisinde bulunması ya da kendini sevdirip sonra hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etmesi... Dünyanın en minik ama en samimi selamlaşmasıdır bu. Birkaç dakika boyunca gülümser, sonra gününüzün geri kalanını daha mutlu geçirirsiniz.

Sonuç Olarak...

Hayatın koşturmacasında çoğu zaman bu küçük sürprizleri fark etmiyoruz. Ama onlar hep oradalar, biz görmesek de... Belki de mutluluğun sırrı, büyük şeylerde değil, bu minik anlarda gizlidir. Bir dahaki sefere cebinizden para çıktığında ya da yanlışlıkla biri sizi aradığında, bu küçük mucizelere gülümsemeyi unutmayın. Çünkü gününüzü güzelleştirmek için bazen küçücük bir tesadüf bile yeter.

Ve belki de bu makale, gününüze minicik bir gülümseme katabilmiştir. Eğer öyleyse, işte o zaman amacına ulaşmış demektir.

Soner Irmak / Edebiyat Gazetesi / Mart 2025 / Sayı 26

Binnaz Deniz Yıldız: Puttan Alaşım

Binnaz Deniz Yıldız: Puttan Alaşım

Sözcüklerin kupa kartları, oyun içinde boğulan rüya, darb-ı  meselim. Parmaksız bir Pinokyo ya da kral Antonius 

Yıldızlar Sebastian tarihi, amigdalam, beynimin yoksun noktası…

Kök türeten buluş… Sıcak bir denizde umuttum kırmızı ruhları. Dalgalan gökyüzünün kızıl sancağı!

Ah benim avare; korkusuz ya da kaçak sokak lambalarım! Ayaklarınızda miço özlemleri, bir pusula kanımda kemikten baykuş

Bir gece sokaklarda ateşten bir geminin yandığını gördüm. Struma, izledim ve dehşet içinde düştüm! Şehir abluka, şehir cinnet!

O gün annem öldü benim, benim annem öldü!

Korku, koku, komplo… En yakın arkadaşım. M.Ö. ve M.S. İsa’dan önce ve tanrıdan sonra, hala oyun oynuyorum mezar taşlarında 

Zamanın unuttuğu, herkesin içinde uyuyan benim. Buz yolun başında;  kesilen damar, damak, dalaklarımız

Sürüngen bir saat durmadan çalıyor koynumda. Akrep ve yelkovan tabut.  Gölgesinde başlar seçemiyorum. Dua ve azap ben/im tuhaf gözlerim.

Bir tren istasyonu… Ortasında levha Tevrat/Sudan Zebur  

Unutulmak, unutuş, susuş, susma! Bağır haykır ses, en karanlık yanım!

Çık zihnimden puttan alaşım!


Binnaz Deniz Yıldız / Edebiyat Gazetesi / Mart 2025 / Sayı 26

Sophia Jamali Yazdı: İtiraf

Sophia Jamali Yazdı: İtiraf

Göz kapaklarım artık beklemiyor

Kış kalıcıdır

Vücudumun her yerinde

Hiçbir yerdesin

Ama ben 

Bütün sokaklarda seni görüyorum

Gözlerin aynaların dürüstlüğüdür

Omzunuz dağın sağlamlığıdır

Ellerin güneşten daha değerli 

Yarının ışığını müjdeliyorlar

Hiçbir yerdesin

Acıları iyileştirmek işe yaramaz bir kelimeydi

Belki 

Sadece öpücükler merhemdir

Zamanın yaraları için

Ama dudaklarım artık hiçbir kalbin gülümsemesine inanmıyor…


Sophia Jamali Soufi / Edebiyat Gazetesi / Mart 2025 / Sayı 26

Mervenur Uç Yazdı: Dünden

Mervenur Uç Yazdı: Dünden

Bir merak düşer gönlüme

Aylar boyu geçmeyen

Sızı verse de bedenime

Bir inat, vazgeçmeyen


Sevda mahkumdur acemiye

Gözden ırak, gelmeyen

Soru sormuşlar âlime

Gidilir mi? Söz bitmeden


Hayaldir dünya fâniye

Gerçek zehri görmeden

Bir sevse de bin avare

İçim gider ebediyyen


Mervenur Uç / Edebiyat Gazetesi / Mart 2025 / Sayı 26

Türk Şiirinde Söz Sanatları

Günlük yaşamın kabalıklarından sıkılan insanlara dilin güzelliklerini sunarak estetik zevk oluşturmaktadır. Bir araya gelerek kullanıldıklarında kulağa hoş gelen sesler; kelimeleri, cümleleri, dizeleri, bentleri, dörtlükleri oluşturup ahenkli bir bütüne varırlar. Her ulusal dilin kendine özgü bir tınısı, müziği bulunmaktadır. Kimi dillerde bulunmayan sesler herhangi bir dilde bir müziğe dönüşür. Tarihi eski çağlara dayanan dillerden biri olan Türkçe ezgisi olan bir dil olarak kabul edilmektedir. Hun Devleti MÖ. 220 tarihinde kurulduğuna göre dilin oluşuma daha eskiye dayanıyor demektir.

Türk Şiirinde Söz Sanatları

Sözlü kültürde önce şiir vardı. Ezberlenip akılda kalması kolay olduğu için sav, sagu, koşuk, destan türündeki eserler şiirin şekil özellikleriyle söylenmiştir. İslamiyet öncesi Türk şirindeki bu türler, değişime uğrayarak İslamiyet etkisindeki Türk Edebiyatı’nda varlıklarını sürdürdüler. Anadolu’ya yerleşen Türkler iki kaynakta şiir geleneklerini sürdürdüler. Yazılı kültüre dayanan Divan Edebiyatı ve sözlü kültüre dayanan Halk Edebiyatı.

Divan Edebiyatı ile Halk Edebiyatı’nın farklı özellikleri olmakla birlikte benzer yönleri de bulunmaktadır. Benzer yönlerinden biri de söz sanatlarını kullanmalarıdır. Bu yazımızda söz sanatlarını örnekleriyle birlikte tanıyacağız. Divan şairleri ve Halk şairleri söz sanatlarını kullanırken o kadar özenli davrandılar ki yaptıkları işi bir kuyumcunun altını işlemesine benzetmek mümkündür. Ayakkabıcı nasıl köseleye, deriye şekil verip ayakkabı yapıyorsa şair de sözcüklere değişik anlamlar yükleyip şiir oluşturmaktadır. Batı ve Doğu Edebiyatlarında sıkça örneği bulunan söz sanatlarına burada Türk Edebiyatı’ndan örnekler vereceğiz.

 Edebi sanatlar içinde en çok bilineni teşbih sanatıdır. Türkçesi benzetme olan bu sanatın değişik şekilleri bulunmaktadır. Nitelik olarak daha zayıf bir varlığın daha güçlü bir varlığa benzetilmesi sanatı teşbihtir. Teşbihte hata olmaz diye bir atasözümüz bulunmaktadır. Benzetmede dört unsur bulunur. Kendisine benzetilen, benzeyen, benzetme yönü ve benzetme edatı. Aslan gibi güçlü adam dediğimizde dört unsur da bulunmaktadır. Şiirimizde daha çok teşbih-i beliğ yani güzel benzetme kullanılır. Burada benzetmenin iki ana yönü bulunur. Benzeyen ve kendisine benzetilen. Fuzuli’ni şu dizesine bakalım: Aşiyan-ı murg ı dil zülf i perişanındadur. Günümüz Türçesi, Gönül kuşunun yuvası perişan saçlarındadır. Gönül burada kuşa benzetilmektedir. Halk şirinden bir örnek: Sevda ateşten kaledir, alamazsın demedim mi.

Kişileştirme sanatı şiirimizde sıkça kullanılır. İnsana ait özelliklerin canlı cansız varlıklara aktarılmasıyla oluşan bir sanattır. Doğadaki varlıklar insanlar gibi düşünülür. Necip Fazıl Kısakürek’ten örnek: Ruh onun, varlık onun gerisi hep angarya

Yüz üstü çok süründün ayağa kalk Sakarya. Şair burada yoksullara atfedilen yüzüstü sürünme eylemini doğal bir varlık olan Sakarya nehrine aktarmış. Nehri insan gibi düşünmüş. Nazım Hikmet’ten örnek: Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında. Ağaç polisin aradığı bir insana dönüşmüş.

Kişileştirme sanatına benzer şekilde intak yani konuşturma sanatı vardır. Canlı cansız varlıklar insanlar gibi konuşurlar. Yunus Emre’den alıntı: 

Benim adım dertli dolap

Suyum akar yalap yalap

Böyle emreylemiş Çalap

Derdim vardır inilerim

Pir Sultan Abdal’dan bir örnek:

Gel benim sarı tamburam

Sen ne için inilersin

İçim oyuk derdim büyük 

Ben onun için inilerim 

Divan Edebiyatı’nda en çok kullanılan söz sanatlarından biri Tenasüp sanatıdır. Anlamca birbirini çağrıştıran sözcüklerin birlikte kullanılmasıyla Tenasüp sanatı oluşturulur. Gel gül dedi bülbül güle gül gülmedi gitti, gül bülbüle bülbül güle yar olmadı gitti. Gül ile bülbülün aşkları sıkça kullanılan mazmunlardandır.

Hüsn-i Talil, güzel neden gösterme sanatıdır. Yaşama ait bir olayın doğal sebebi dışına çıkılarak farklı bir sebep ortaya konur. Bu sabah çiçekler açtı, mutlu olalım diye. Çiçeklerin açmasının sebebi gerçekte baharın gelmesidir fakat şair başka bir neden ortaya koymaktadır. Şiirde yeni bir dil oluşturmak için söz oyunlarına başvurmak şairlerin de okurların da hoşuna giden bir durumdur. Söz sanatlarına başvurmayan şair yok denecek kadar azdır.

Tezat sanatı zıt kavramların birlikte kullanıldığı bir sanattır. Nazım Hikmet der ki, biraz daha ustalaştık taş kırmakta, dostu düşmandan ayırmakta. Dost ve düşman sözcükleri zıt kavramları ifade etmektedir.

Tecahül-i Arif sanatı bilip de bilmezlikten gelmeyi ifade eder. Gerçek nedeni bilinen bir durum bilinmiyormuş gibi yapılır. Cahit Sıtkı Tarancı, şakaklarıma kar mı yağdı ne var, benim mi Allah’ım bu çizgili yüz, hangi resmime baksam ben değilim, yalandır kaygısız olduğum yalan derken yaşlandığını kabul etmek istemez.

İstifham sanatı soru sorma sanatıdır. Cahit Sıtkı Tarancı, neden bana düşman görünürsünüz, yıllar yılı dost bildiğim aynalar derken gerçekten cevabını merak ettiği sorular sormaz, soruların cevabını bildiği halde sorar.

Tekrir sanatı, aynı sözcüklerin tekrarlanmasıyla oluşmuş bir sanattır. Divan Edebiyatı ve Halk Edebiyatı’nda sıkça kullanılır. Yunus Emre’den örnek:

Ben yürürüm yane yane

Aşk boyadı beni kane 

Ne akılem ne divane 

Gel gör beni aşk neyledi

Necip Fazıl’dan örnek:

Bu yağmur bu yağmur.

Bu kıldan ince

Öpüşten yumuşak yağan bu yağmur

Bu yağmur bu yağmur bir gün dinince

Aynalar yüzümüzü tanımaz olur

Aşık Veysel Şatıroğlu’ndan örnek: 

Dost dost diye nicesine sarıldım

Benim sadık yârim kara topraktır

Modern edebiyatımızda şairanelikten uzaklaşmak amacıyla Divan Edebiyatı ve Halk Edebiyatı geleneklerindeki söz sanatlarını kullanmak istemeyen şairlerimiz ve akımlarımız olmuştur. Garip Akımı ve İkinci Yeni akımı şairleri söz sanatlarından uzak durdular. İstisna oluşturacak şekilde onların da söz sanatlarına başvurdukları oldu. İkinci Yeni akımından Cemal Süreya, Ankara Ankara, en iyi kalpli üvey ana derken tekrir sanatı yapmaktadır. Melih Cevdet Anday, Troya önünde atların da ruhları vardı derken kişileştirme sanatı yapmaktadır. Melih Cevdet Anday, Garip akımı bittikten sonraki şiirlerinde, konu olarak mitolojiyi, özellikle Yunan mitolojisini ele aldığı şiirlerinde söz sanatlarına sıkça yer vermiştir. Toplumcu şiirin önemli isimlerinden Attila İlhan Divan ve Halk şiiri geleneklerinden etkilendiği dönem şiirlerinde söz sanatlarına yer verdi. Cinayet Saati şiirinde Vapuru bir insan gibi düşünmektedir.

Haliç’te bir vapuru vurdular dört kişi

Demirlemişti eli kolu bağlıydı ağlıyordu

Dört bıçak çekip vurdular dört kişi

Yemyeşil bir ay gökte dağılıyordu

Şairler eski zamanlardan beri şiir diliyle günlük konuşma dilinin farklı olması için çaba harcamaktadırlar. İlliada ve Odyssesia destanlarında şiir sözcüğü yerine kanatlı sözler ifadesi yer almaktadır. Şairler sözcükleri havalandırabilmek için söz sanatlarına başvururlar. Türkü geleneğinde İç Anadolu’da türkü havalandırmak diye bir söz vardır. Sözün göğe yükselip kalıcı olabilmesi için dile dikkat etmek gerekir. Dilimizin zenginliği, güzellikleri söz sanatlarıyla yaşam bulur. Bizlere düşen bize miras kalan dilimizi küfürlerle, kötü sözlerle çirkinleştirmek değil güzel sözlerle gelenekten geleceğe aktarmaktır. Yazımızı söz ustası, aşık Neşet Ertaş’ın kanatlı sözleriyle bitirelim.

Şu garip halimden bilen işveli nazlı

Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen

Tatlı dillim güler yüzlüm ey ceylan gözlüm

Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen


Fırat Kasap / Edebiyat Gazetesi / Mart 2025 / Sayı 26

Nergis

Sokağımızın köşe başında gözleri yeşil, saçları kızıl, gülüşü ile insanın içini ısıtan, gamzeleri belirgin, sattığı çiçeklerin enerjisi ile uyumlu bir çiçekçi kız var. Üç yıl önce karşılaştım kendisiyle, ismi Roza’ymış, aylardan Aralık’tı. Dün gibi hatırlarım o günü.

Nergis

“İsmi ile mesleği ne kadar uyumlu!” diye düşünmüştüm adını ilk duyduğumda. O gün, Roza’dan büyükçe bir buket nergis çiçeği almıştım. Ayak üstü yaptığımız sohbette “Nergis, benim için cennetten çıkan çiçek. Onun kokusuyla epey mutlu olurum.” demiştim. Bu sözlerimin üzerine, Roza, tezgahının önüne geldiğim an “Aaaa nergis mi gelmiş?” diye gözlerimin parlayarak soruşumdan bunu zaten anladığını anlattı ve sözlerine “Bir çiçek için bu kadar çok sevinen, ağzı kulaklarına varan birini ilk kez gördüm, ben de çok mutlu oldum” demişti. Roza’nın mimikleri yakalamadaki ustalığı ve gözlemciliği, benim nergis aşkımla birleşince güzel bir sohbet olmuştu aramızda. Aradan yıllar geçmesine rağmen, Roza o ilk günkü konuşmamıza istinaden, her kış nergisleri tezgahına koymadan bir hafta önce “Haftaya nergis geliyor” diyerek haber verir bana tezgahının önünden geçtiğim zaman. 

Roza, ondan çiçek almaya gittiğimde titizlikle en taze çiçek demetlerini seçerek hazırlar buketimi. Her seferinde de nazar boncuğu iliştirir buketimin köşesine.  İşine, sohbetine, eylemlerine kalbini, sevgisini katan insanlardan alışveriş yaparım ben, onlarla iş yapmayı tercih ederim, onları etrafımda tutarım. İçinde sevgi olmayan her şey bana sıradan ve özensiz gelir. Belki kendim de her şeye kalbimi, sevgimi kattığım içindir. 

Dört ay kadardır Roza’yı sokağın köşesinde, her zaman olduğu yerde görmüyordum. Gözlerim her sokağa çıktığımda onu arar olmuştu. Her hafta kendime çiçek almayı alışkanlık haline getirmiş biri olarak, çiçek almayı bıraktım Roza’nın yokluğunda. Yapı gereği, biriyle bağ kurunca ayağım başka yere gitmez benim. Çocukluktan beri her konuda sadakatim yüksektir. Kuaförümü değiştirmem, alışveriş yaptığım yerlerden şaşmam, iş ya da özel hayat fark etmez temasta olduğum insanlarla gönülden derin bağ kurar, gönlümden de gözümden de kolaylıkla düşmeyecekleri kadar da kredi veririm onlara. 

Roza da onlardan biri olmuş benim için. Bugün bir arkadaşımın (Melek) doğum günü için alışveriş yapıp eve dönerken, Roza’nın sokağın köşesinde her zamanki yerinde çiçek satmaya başladığını gördüm. Roza, beni görünce yüzü aydınlandı kocaman gülümseyişi ile. Sağlık sebebiyle bir süredir yokmuş. Bir müddet sohbet ettik, arkadaşımın doğum günü için bana güzel bir buket zambak hazırlamasını rica ettim. Roza bukete her zaman yaptığı gibi nazar boncuğu iliştirdi, buketin içine de kalpli çubuklar yerleştirdi özenle “Doğum günüymüş, böyle daha mutlu olur” dedi bana gülümseyerek.  Ödemeyi yapıp, eve doğru yol alacakken Roza, “Beş dakikanız var mı? Size bir şey anlatacaktım.” deyince merakla ne anlatacağını duymak istedim. Roza küçük kızının da benim gibi nergis kokusunu sevdiğini ve kızının okuldaki başarısını anlatmaya başladı, bir yandan da tezgâhtan en güzel nergisleri seçerek kocaman bir buket hazırlayıp, etrafını da sarı beyaz ambalaj kâğıdı ile sarıp ucuna da nazar boncuğu yerleştirdi. Konuşmasını dinlerken, “Nasıl da sevgiyle, huzurla buketi hazırlıyor!” diye geçirdim içimden.

İnsanın mesleği ne olursa olsun, yaptığı işe saygısı, mesleğini icra ederken kalbinde sevinç duyup, İletişimde olduğu kişiye de bu enerjiyi yansıtması çok kıymetli. Roza, buketi hazırlarken bir yandan da neşe ile anlatmaya devam ediyordu kızını. “Nasıl güzel oldu mu buket?” diye sordu bana, “Evet, çok” diyerek izin istedim eve gitmek için, çiselemeye başlayan yağmurun aldığım zambak buketine hasar vermesinden çekinerek. 

Tam o an, Roza elindeki nergis buketini bana uzatarak “Bu,benim hediyem size. Ben sizi çok seviyorum. Sizinle sohbet etmeyi çok seviyorum. Dikkatle dinliyorsunuz beni, kıymet veriyorsunuz bana, yüzünüz huzur veriyor bana ve çok güzel gülüyorsunuz. Siz benden nergis alıyorsunuz, ben sizden mutluluk.” dedi . Yine kalbime dokunmayı başarmıştı. “Roza, tezgahtaki tüm nergisleri neredeyse bana verdin, kocaman bir buket bu, ödesem olmaz mı?” dedim. Kesinlikle kabul etmedi bunu. “Siz arkadaşınıza doğum günü için çiçek aldınız, ben sizin doğum gününüzü bilmiyorum, ama her ne zamansa doğum gününüz, bu buketi o gün için veriyorum.” dedi.

O an düşündüm; “Hayatın içinde ne çok insana emek veriyoruz ne çok insana maddi ve manevi her türlü kaynağımızı açıyoruz. Zamanımızı, emeğimizi, uykusuz gecelerimizi, bilgimizi, ışığımızı veriyoruz. Ama bunların çok azıyla aslında gerçekten gönülden gönüle, karşılıklı bağ kuruluyor.” En çok kıymet ve emek verdiklerimiz bile özensiz, fütursuz, vefasız olabiliyor iletişimde, akışta, eylemde. Roza, sağlık sorunları nedeniyle aylardır çalışamamış olmasına rağmen, o günkü rızkının bir kısmından fedakârlık ederek, beni sevdiği için, bana kocaman nergis buketini hediye etmişti. Onun bütçesi için bu büyük bir fedakârlıktı. 

Eve doğru yürürken, geçen hafta Melek’in ağlayarak bana anlattıkları geldi aklıma. Melek’in sonlandırmaya karar verdiği üç yıllık ilişkisini düşündüm. Hayatındaki adamın yıllarca onun için küçücük bir hediye almasını, özel günleri hatırlamasını, hastalığında yanında sözlü olarak dahi olsa desteğini göstermesini, küçücük bir jest yapmasını, onu sıradanlaştırmamasını, Melek’in hassas olduğu konularla ilgili kırıcı davranmamasını, ben merkezci olmak yerine “biz” diyebilmesini beklemişti Melek. Adam, kızın doğum gününü bile kutlamaya tenezzül etmemiş bazen. Melek’in neyi sevip sevmediğini bile umursamamış, defalarca kalbini kırıp, özür dahi dilemeyi lütuf gibi görmüş, minimum çabayı bile çok görmüş Melek’e. 

Roza buketi uzanıp aldığım an “Nergis sizin elinizde daha bir güzel, çünkü siz onu çok seviyorsunuz” diyecek kadar incelikliydi. Ancak, bu sözün doğruluğuna da takılmadım değil. Bizler de sevildiğimiz, değer gördüğümüz, özen gördüğümüz yerde güzelleşiriz, çiçekleniriz her canlı gibi. Roza bana sadece nergis buketini hediye etmedi bence bugün. Özen ve sevginin olmadığı yerlerde bulunmamayı hatırlatıcı bir sembol de hediye etmiş oldu bugün bana. Aldım, yüreğime koydum. Koku, en son silinen şeydir hafızadan. Nergis kokusu ile çapaladım hafızama özensiz, kıymetsiz davranılan ortamlarda bulunmamayı. 

Özen; kalbin, ruhun asaletidir, ışıltısıdır. Bu çiçekçi kız, benim gözümde çoğu kişiden daha asil.  Roza gibi kıymet veren, özenli davranan, incelikli kalplere daha çok emek vermeye, bencil insanlardan arınmaya ve uzak olmaya niyet ediyorum şu anda. Yolunuzun, kalbi ve ruhu asil insanlarla kesişmesi ve bizlerin de bu insanlardan biri olması dileğiyle, aşk ve sevgiyle kalın!

Yazar Güz / Edebiyat Gazetesi / Mart 2025 / Sayı 26

Şairlik Özgürlüğün En Saf Halidir

Merhaba Hava Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba, ben Hava Deniz. 64 yaşında, 6 kız çocuğu annesi ve 5 torun sahibi bir anneanne olarak hayatım boyunca azimle çalıştım. Zor şartlar altında büyüdüm ve ilkokuldan sonra eğitimime devam etme şansım olmadı. Ancak, gençliğim boyunca halı dokuyarak el sanatlarıyla iç içe oldum. Yıllar içinde sadece el işleriyle değil, şiir ve müzikle de kendimi geliştirdim. Sanata ve üretmeye olan sevgimi hiç kaybetmedim; her zaman öğrenmeye ve yaratmaya devam ettim. 

Şair Hava Deniz

Sizce şiir nedir? Şiirde olmazsa olmaz dediğiniz öğeler var mı?

Bence şiir, yürekte kopan fırtınaları, coşkuyu, sevgiyi, öfkeyi, bastırılmış duyguları, hayalleri ve hatta korkuları kaleme dökmektir. Hiç tanışmadığımız yüreklerle buluşmanın, duygularımızı onlara dokundurmanın en derin yoludur. Şiirde olmazsa olmaz olan şey ise samimiyet ve özümüzdür. Yaşanmışlıkların bizde bıraktığı izleri bir ayna gibi yansıtabilmek, şiirin en güçlü yanıdır.

Şairlik sizin için ne ifade ediyor? Öykü, deneme tarzında yazılar da yazıyor musunuz?

Şairlik benim için özgürlüğün en saf hali. Bazen toplumun, bazen ailenin baskısı, duygularımızı dile getirmemizi zorlaştırabiliyor. Ama yazmak, hatta sadece hayal etmek bile beni zihnen özgürleştiriyor. Yıllardır hayatımı anlatan bir roman yazıyorum; çocukluğumdan gençliğime ve şimdi yaşlılığıma uzanan bir hikâye... Ancak içeriği öylesine hüzünlü ki, çocuklarım bu romanın sadece bize ait kalması gerektiğini düşünüyor. Onlara hak veriyorum, bu yüzden romanımı kendime saklayacağım.

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Eskiden televizyon izlemek gibi bir lüksümüz yoktu, hele ki onca çocuğun arasında! Zamanımı halı dokuyarak geçirirken, halıcı arkadaşlarımla türküler söyler, aklıma gelen dörtlükleri ve kısa hikâyeleri paylaşırdım. O anları unutmamak için halı deseni kitapçığımın arkasına notlar alırdım. Sonra taşındık ve çok değerli komşum Nermin Bostan ile tanıştım. Onunla kitaplar ve şiirler üzerine sohbet eder, fikir alışverişinde bulunurduk. Bana manevi anlamda büyük destek oldu, şiirlerimi geliştirmem ve kitabımı bastırmam için cesaret verdi. Bir gün, üstat Kudret Alkan ile tanıştım. Sosyal medyada paylaştığım şiirlerimi ve yazılarımı çok beğendiğini söyleyerek, kitabımı bastırmam konusunda beni yüreklendirdi. Kızlarım da bu yolculukta hem yoldaşım hem de en büyük destekçilerim oldu. Son olarak, Alaska Yayınları'na ve bana inanan, destek olan tüm dostlarıma, sevdiklerime sonsuz teşekkür ederim.

Yorgunluğumun Gülümsemesi isimli şiir kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı. Kitabınızda şiirseverleri ne tür şiirler bekliyor? İpucu verir misiniz?

Öncelikle, kitabımı yayımlayan Alaska Yayınları’na gönülden teşekkür ederim. Yorgunluğumun Gülümsemesi herkesin kendinden bir parça bulabileceği şiirlerle dolu. Kimi dizelerde kendinizi keşfedecek, kimi satırlarda hayallerinizin peşinden gideceksiniz. Şiirlerimde hayata, insanlara ve tüm canlılara duyduğum sevgi ve saygıyı hissedeceksiniz. Yüreğe dokunan, bazen hüzünlendiren bazen umut veren bu dizelerin, her okuyucunun kalbine bir iz bırakacağına inanıyorum.

Başucu yazar, şair ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Mehmet Akif Ersoy, Nazım Hikmet, Özdemir Asaf, Orhan Veli Kanık ve daha nice değerli şairimiz var ki, onların dizelerini defalarca okumaktan büyük keyif alıyorum. Benim için her biri adeta milli servet niteliğinde. Şiirler, her okunduğunda farklı anlamlar barındıran, insana yeni duygular keşfettiren büyülü dünyalardır. Okuduğum kitaplarımı dostlarım gibi yanımda tutuyor, içeriklerine bir anne şefkatiyle özen göstererek anlamaya çalışıyorum. Onların satırlarında kaybolmak, hayal dünyamı zenginleştirmek benim için tarif edilemez bir mutluluk.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Yorgunluğumun Gülümsemesi benim ilk şiir kitabım, ancak içinde paylaşmak istediğim tüm şiirlerime yer veremedim. Üstelik hala yazmaya, duygularımı dizelere dökmeye devam ediyorum. Düşündükçe güzelleşen, yazdıkça özgürleşen hislerimi sizlerle paylaşmayı sürdüreceğim. Belki de yeni bir kitap, yüreğimden dökülen kelimelerle çoktan şekillenmeye başlamıştır… Kim bilir?

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Hayaller, tıpkı kucağınızdaki bir bebek gibi zamanla büyür. Büyütürken ise türlü zorluklarla karşılaşırsınız. Ama önemli olan, o hayali beslemekten asla vazgeçmemektir. Ben bu yaşta hala bağlama çalmayı ve resim yapmayı öğreniyorum, şiir yazmaya da devam ediyorum. Yaşın hiçbir önemi yok ki! Unutmayın, hiçbir şey için geç değil! Ne kadar engelle karşılaşırsanız karşılaşın, hayallerinizden asla vazgeçmeyin, azminizi kaybetmeyin. Ve en önemlisi, sizi destekleyen, hayatınızı güzelleştiren, acılarınızı paylaşan dostlarınıza ve ailenize sımsıkı sarılın!

Yaşasın Sevgi Yaşasın İnanç Yaşasın Umut

Merhaba Yıldız Gülüm Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Öncelikle sizleri sevgili okuyucuyu içtenlikle selamlıyorum. İstanbul doğumluyum dünden yarınlara uzanan bir yolculuk. Kadıköy Anadolu Lisesi ve Marmara Üniversitesi İngilizce İşletme mezunuyum. Bir süre mesleğimi icra ettim gelin görün ki meslek olarak seçtiğim İşletmenin de yanlış bir tercih olduğunu gözlemledim bilfiil de yaşadım akabinde eğitime yöneldim. Marmara Üniversitesinde Pedagojik Formasyon aldım ve işte eğitimci kimliğime bir adım daha yakınlaştım. Devlet okullarında ücretli öğretmen olarak çalıştım ve MEB’e müracaat ettim tayin olmak adına lakin kanunda yapılan bir değişlikten dolayı atanamadım. Özel sektörde devam ettim öğretmenliğime bir yandan da Eğitimde Psikolojik Hizmetlerde yüksek lisans yapmaya başladım. Şimdi de üniversitede hocalık yapmanın hayalleri ile kanat açmıştım geleceğe ne yazık ki yüksek lisansı yarıda bırakıp hayallerime nokta koymaktan ziyade bir virgül bir ayraçla devam ettim yoluma. Ta ki Edebiyat ve kalemimle tanışana değin.

Yazar Yıldız Gülüm Çamlısoy

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazmak sahi neydi yazmaya başlamazdan önce hele ki kimliğimi öğrenci olarak yaşatırken de hayallerim ve işte bir günde hatta tek gecede 2012 yılının Ekim ayında kalemimle buluşup da yeniden doğduğumun da müjdesini verirken kelimeler kısaca 13 seneden beri yazmak benim için vazgeçilmez bir tutku hatta yaşama sevinci. O gün bu gündür sanal ortamda aktif olarak yazmaktayım ve kalem olgunlaştıkça bir hatta birden fazla kitapta da ismim olsun istedim ve şükürler olsun ki bunu başardım.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Nefes almak desem. Aşk desem ve de umut ve işte kâh öğrenci cübbemle kâh öğretmenlik iken de bir diğer aşkımı kağıda kaleme döktüğüm. Bilginin erişimi duyguların tezahürü ekmek su gibi de bağlanmışken yazmaya…

Öykülerinizin yer aldığı Gülümse Hayata / İçimdeki Çocuk 1 isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Hayatlar ve insanlar ve de hayaller aslında hayatın ta kendisi kitabımın eşlik ettiği ve nicesi öykülerin aslında öykündüğüm kadar da şu muhteşem üç olguya: ‘’İnanç ve sevgi ve umut…’’ Yastık altı yaptığım da nice öyküm var bu kitabın da devamı olacak olan kısaca duyumsa ve kapat gözlerini ve aç kalp gözünü dal hayallere bir o kadar da hayatın gerçeklerine…

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Elif Şafak uzun süredir hayatıma eşlik eden nice romanı ve Kafka ve Didem Madak kalemleri ile nice iz bırakan benliğime ve Nazan Bekiroğlu yani bir kalpten diğerine sektiğim ve ruhlarındaki gizemi yazarken hissedip içsel yolculuğumda da günbegün kat çıkıp farklı minvallerde gezindiğim. Hayatım nasıl ki umuttan ve duygularla biriktirdiğim öykülere şiirlere de eşlik eden.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Bir sonraki arzum ve hedefim bir şiir kitabı çıkarmak ve elbet devamı da gelecektir öykülerimin. Şiir yazmaya başladığımdan beridir de pek çok keşifte bulundum ki hayatımı da şiirle buluşturmak adına mutluyum ne de olsa hayat şiirlerden ibaretmiş elbet her yeni gün her yeni şiir bir bulut kadar da üstüne çıkıp da sözcüklerin ve duyguların değişmez rotasında sürüklendiğim de öte sürüklediğim kadar hayallerimi kalemi de bir kale gibi muhafaza ederken…

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Olmaz mı? Edebiyat adeta bir rüya bir kehaneti gerçek kılan elbet huzurun da adresi. İyi bir okuyucu olduğumu düşünürdüm hep ama yazmaya başladıktan sonra anladım ki; okumanın sonu olmadığı gibi yazmak da büyülü bir dünyaya kapı açan ve işte hayat kulvarında yaşadıklarımız ve de hayatın acı gerçekleri yanında bana eşlik eden en güzeli ise okuyucu ile kesişen yolumuz ve rotamız. Sevgi muhteşem bir mefhum ve yazmayı o kadar çok seviyorum ki ve işte hayatın yorgunluğunu bertaraf etmek çok olası. Yaşadıklarımız kadar da gerçekler ve işte uçuşan bir perde ilhamın esintisinde içimize ferahlık veren. Hem okuyucu olarak o kadar çok güzel insana ihtiyacım var ki en muhteşemi de bu işte: Paylaşmak ve umut etmek ve sevgiyi de büyüten bir elektrik akımı gibi kapıldığımız rüzgar. Sözcükler bir öğreti bir ışık ve sözcüklerin seferberliğinde çıktığımız yolculuk ve de en sevdiğim: ‘’Ben edebiyattan ibaretim.’’(Kafka) Elbette yaşamlarda kalıcı mutluluğu da kader ve yüce Rabbim tayin ederken. Uzun çok uzun bir yol mademki yaşamak ve bizler her ne kadar gerçekçi ve net olsak da bizi bir arada tutan Edebiyatın insanı iyileştirici gücü. Hep de savunduğum üzere: Yaşasın sevgi yaşasın inanç yaşasın umut… Değerli okuyucularıma da yürek dolusu şükran, teşekkür ve sevgilerimi sunuyorum.

Şiiri Anlamak İçin Şairin İç Dünyasını Kavramak Gerekir

Merhaba Berkay Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhabalar, ismim Berkay Atan. 11 Nisan 2005’te Bursa İnegöl’de doğdum. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi İnegöl’de okudum. Üniversite ön lisans eğitimimi Yalova Üniversitesi Aşçılık bölümünde sürdürmekteyim. Aşçı ve garson olarak çalıştım, okul okumamdan dolayı bırakmak zorunda kaldım. Çeşitli dergi ve fanzinlerde aktif olarak yazmaktayım.

Şair Berkay Atan

Sizce şiir nedir? Şiirde olmazsa olmaz dediğiniz öğeler var mı?

Bence şiir; ölümü anlayarak yaşamımıza daha da renk katan, hayatımızın her anlamında bize doğru yolu gösterecek olan cümlelerin bir satırda bütünleşmiş -vücut bulmuş- halidir. Şiir sadece ölümü çağrıştırmayabilir; öyle neşe dolu şiirler vardır ki ölümü unutturan, insanın aklına eğlenmekten başka bir seçenek gelmez o şiirleri okurken. Ben de bu algıyı yenmek için şiirlerime her duygudan birazcık serpiştirdim. Bir şiir deneme gibi yazılmalıdır, öznel olmalıdır; yeri geldiği zaman şiire renk katmak için maviye kırmızı demelidir şair. Kesin ve doğruluğu kanıtlanmış ifadelere her zaman yer verilmemelidir. Şiirde olmazsa olmaz dediğim öğelerden biri ise şairin kendi iç dünyasından ne kadar bir şeyler katabildiğidir. Bana göre bir şiiri anlamak için o şiiri yazan şairin yaşantısını ve iç dünyasını iyi kavrayabilmek gerekir.

Şairlik sizin için ne ifade ediyor? Öykü, deneme tarzında yazılar da yazıyor musunuz?

Şairlik benim için yemek yapmaya benziyor, şiiri yazmadan önce zihnimde kelimeleri yoğuruyorum ve elimden geldiğince en iyi şekilde servis etmeye çalışıyorum. Şiirlerimin tadının, herkesin damağında kalmasını istiyorum.

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Yazma yolculuğum 2020 yıllarında amatörce başladı, ilk olarak derslerde sıkıldığım zaman elime kâğıt kalem alır ve bir şeyler karalardım. Babaannemin vefatından sonra ölümle ilgili şiirler yazmaya ve ölümü daha yakından tanımaya başladım. 11. sınıfta Edebiyat öğretmenimiz Ensar Hoca’nın şiir yazma ödevi vermesiyle saatlerce uğraştığım “Münferit” isimli şiirimi yazdım. O şiirimden sonra yazma isteğim daha da pekişti ve 2024’ün kasım ayına kadar amatörce yazmaya devam ettim. Sonra yazdığım şiirlerimi dergilere göndermeye başladım, kabul gördükçe yazmaya devam ettim ve aktif olarak hâlâ yazmaktayım. Bana bu süreçte destek olan, başta ailem ve dostlarım olmak üzere; tüm herkese teşekkürlerimi sunuyorum.

Martılar Ölünce isimli şiir kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı. Kitabınızda şiirseverleri ne tür şiirler bekliyor? İpucu verir misiniz?

Martılar Ölünce kitabının içinde şiirseverleri; yaşama, aşka, ölüme karşı oluşturduğumuz bazı bağnaz düşüncelerin mısralara dökülüp şiirlere dönüşme evresiyle ilgili şiirler bekliyor. Bu şiirler benim gibi gençlere ümitler aşıladığı gibi; düşünmelerini, sorgulamalarını ve yoğun melankoli duygularını bastırmalarını da sağlıyor. Ölümün de yaşamın bir parçası olduğu bilinciyle, gençlerin yaşadığı her anın değerini anlatıyor. 

Başucu yazar, şair ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Otuz Beş Yaş” eseri ve Cemal Süreya’nın Üvercinka eseri başucu kitaplarımdandır. Yazarlar ve kitaplar bir yaşama amacım olduğunu öğretti bana. Ölümü, aşkı, hayvanları, doğayı daha iyi kavramamı sağladı.  

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Üzerinde çalıştığım yeni bir kitabım yok fakat kafamda kurguladığım yeni bir kitap fikrim var. Bu seferki kitabımda daha çok halkımızın çektiği zorluklara değinmek istiyorum. Toplumsal olarak ne kadar çok yıprandığımıza ve hep beraber huzur içinde yaşayabileceğimize dikkat çekmek istiyorum. İlerleyen süreçlerde bu daha da netleşecektir.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Okuyucuların fikirlerini ve eleştirilerini önemsiyorum. Kitapla ilgili merak ettiklerini veya ilham kaynaklarımın neler olduğunu merak etmeleri takdirde bana ulaşıp sorabilirler.

Şiir Derinden Hissedilen Baharın Kokusudur

Merhaba Hüsna Hanım, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz? 

Merhaba. Ben Hüsna Kar. Diyarbakır'ın Koca köyünde doğdum. Bedensel engeliyim. Okumayı yazmayı severim. Memur olarak atanmayı bekliyorum. Tek başıma hayat mücadelesi veriyorum.

Yazar Hüsna Kar

Sizce şiir nedir? Şiirde olmazsa olmaz dediğiniz öğeler var mı?

Şiir anlamı derinden hissedilen baharın kokusudur.

Şairlik sizin için ne ifade ediyor? Öykü, deneme tarzında yazılar da yazıyor musunuz?

Şairlik güzel bir duygudur. Kuşların sesi gibidir. Huzur ve mutluluk veriyor. Şiir yazmaya devam ediyorum. Roman üzerinden çalışmalarına da başladım.

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu yolculukta size kimler destek oldu?

Yazma sürecimi zor imkanlarda gerçekleştirdim. İmkanlarım kısıtlığı olduğu halde yazı sürecimi elimden geldiğince tamamladım. Bana destek olan Zerin Akkar ve bir arkadaşım daha bu konuda beni desteklediler.

Hüznün Didarı isimli şiir kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı. Kitabınızda şiirseverleri ne tür şiirler bekliyor? İpucu verir misiniz?

Duygularımı dile getirdim. Kitabımda genellikle hüzünlü şiirler yer almaktadır.

Başucu yazar, şair ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Turgut Uyar sevdiğim yazardır. Göğe Bakma Durağı kitabının hayatımda büyük etkisi oldu, ilham kaynağımdır.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Üzerinde çalıştığım yeni bir roman çalışmam var. Hayat hikayemi anlatacağım. Bedensel engeli olarak yaşadığım hayat hikayemi okurlarımla paylaşacağım.

İnsan Başıboş Yaratılmış Bir Varlık Değildir

Merhaba Eyüp Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Aslen Giresunlu'yum. 1983 yılında İstanbul'un Zeytinburnu ilçesinde doğdum. İlköğretim ve Hafızlık Eğitiminin akabinde tekstil, pazarlama, ticaret gibi farklı sektörlerde çalıştım. Bu arada İmam Hatip Lisesini bitirmenin yanı sıra İslami ilimler alanında muhtelif hocalardan dersler aldım. 2015 yılında Diyanet İşleri Başkanlığında İmam Hatip olarak göreve başladım. Lisans eğitimimi Erzurum Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde 2021 yılında tamamladım. Şuan Diyanet İşleri Başkanlığında İmam-Hatip olarak göreve devam etmekteyim.

Yazar Eyüp Acar

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Öncelikle şunu ifade etmeliyim ki yazmaktan ziyade okumayı ve araştırmayı seven birisiyim. Buna okuduklarımın ilmi eserler olması eklenince hafızada tutmak zorlaşıyor. Buda ister istemez okuduğunu daha iyi anlamak adına not alma ihtiyacı hissettiriyor. Ben genelde kitap üzerine çizikler atmayı seven biri değilim kitaplara kıyamıyorum herhalde. Bu sebeple bilgisayara not alıyorum. Bu notlar birikerek kitap şekline dönüşüyor ve bunları insanlarla paylaşmak diğer insanlarında bu ilimden istifade etmesini isteğimden kaynaklı bir durum.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Bir önceki soruda da ifade etmeye çalıştığım gibi insanlara faydalı olmak onların doğru bilgilerle donanmasına katkı sunmak bu vesileyle de önce kendi ahiretim sonra da okuyucunun ahirette zarar görmelerini istemediğim için. Tam da günümüzde buna çok ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Nitekim önüne gelen herkesin sosyal mecralarda insanları uhrevi yönden tehlikeye atacak konulara ve kafa karışıklığına meydan verdiği bir süreçte bunun elzem olduğu kanaatindeyim.

Cemel-Sıffin ve Kerbela Hadiselerine Ehl-i Sünnet Çerçevesinden Bakış konusunu ele aldığınız İslam Tarihinde İlk Fitne Hadiseleri isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Teşekkür ederim. Kitapta halkımızın yaygın kanaat olarak benimsediği fikirlerin yanlış olduğunu ve bunların nedenlerini delilleriyle zikretmeye çalıştık. Bu bakımdan okuyucu ilk etapta şaşırabilir. Bunun yanı sıra kitap tamamen tarihi hadiselerden bahsetmiyor. Özellikle birinci bölümde İslami ilimlerin usul denilen ana kaidelerinden bahsettik ki bu konu bütün İslami ilimlerin kalbi durumundadır. Bu ilimlerden habersiz İslami ilimlerin herhangi bir sahasında konuşmak kişiyi hataya sürükler. Bu konu biraz ilmi olduğundan okuyucuya ağır gelebilir ancak o olmadan da olmazdı. Bu sebeple okuyucu bizi mazur görsün.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Başucu yazar diyebileceğim tek bir yazar düşünmedim şimdiye kadar. Ancak birini söyle derseniz İmam Gazali diyebilirim. İkinci sorunuza gelirsek kitaplara olan ilgim olmasa şuan ki mesleğimi yapar mıydım diye düşününce pek sanmıyorum. Herhalde daha önceki mesleğim olan ticaretle uğraşırdım. Bu anlamda benim için hayatın bir parçası hobi diyebiliriz.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Daha öncede ifade ettiğim gibi devamlı okuyup araştırmaya çalışan birisi olarak hali hazırda kitap şeklinde derlenmiş iki eserim daha var. Birisi İslam'da Mahremiyet ve Tesettür hakkında. Bir diğeri ise Gazze hadiseleri başladıktan sonra Kur’an-ı Kerim’de İsrailoğulları hakkındaki bilgilerin yanı sıra Yahudilerin kendi inançları nasıl bunlarla ilgili mukayeseli bir çalışmayı cami cemaatine anlatmak niyetiyle başlayıp daha sonra kitap formatında derlemiştim. Ancak şuan onları yayınlar mıyım henüz karar vermiş değilim. Bunu biraz İlk kitabım olan “İslam Tarihinde İlk Fitne Hadiseleri” isimli eserin satış trendi belirleyecek galiba. Ayrıca bunlardan başka “İslam Tarihinde İlk Fitne Hadiseleri”nin devamı mahiyetinde Mezheplerin oluşum dönemini de ana hatlarıyla özetlemeye çalışan bir çalışma düşünüyorum. Buna ilave olarak henüz daha oluşum aşamasında olan Kelam ilmini etkileyen varlık Felsefesiyle alakalı bir çalışma daha var kafamda. Bu konu çok zor bir konu bunu yazıya dökmeyi becerebilirsem böyle bir proje olabilir.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Türk halkı olarak okumaya pek meraklı bir millet değiliz maalesef. Okuyan azınlık içerisindeki çoğunluk dahi ilmi eserlerden ziyade mitoloji veya roman türü eserlere ilgi gösteriyor. Onlar okunmasın demiyorum ancak ilmi eserlere daha çok rağbet olması taraftarıyım. Son olarak şunu söylemek isterim İnsan başıboş yaratılmış bir varlık değildir. Dünyaya geliş gayemiz Allah Teala’yı razı edebilecek bir hayat sürdürmektir. Nitekim İnsan okumadan Rabbini tanıyamaz ve O’na nasıl ibadet edeceğini dahi bilemez. Bu sebeple Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda “Yaratan Rabbinin adıyla oku” ayeti mucibince ve “İki günü birbirine eşit olan aldanmıştır.” buyuran bir Peygamberin ümmeti olarak Allah Teala’nın razı olacağı şekilde ölünceye kadar okumaya devam etmeyi bir görev bilmelidir.

Bilimsel Kanunlar Bizi Bir Yere Kadar Ulaştırır

Merhaba Murat Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

42 Yaşındayım, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı kamu kurumunda Elektrik-Elektronik Teknolojileri öğretmeni olarak görev yapmaktayım. Evli ve 1 çocuk babasıyım. Yozgat’ın Sarıkaya ilçesinde dünyaya gözlerimi açtım. Aslen Batmanlıyım.  Yürüyüş yapmaktan, spor yapmaktan, müzik dinlemekten, seyahat etmekten, film-belgesel izlemekten, doğayla bütünleşmekten ve en büyük tutkum gökyüzünü gözlemlemek ve gökyüzünü gözlemleyerek evren içerisindeki varlığımızı hissetmek beni inanılmaz derecede mutlu ediyor. Evrende var olmak ve evren içerisinde yok olup başka alemde tekrardan var olmak inanılmaz derecede beni motive etmektedir. Kitap okumak, sosyal medyadaki değişik ilginç videoları da izlemek benim  motivasyon kaynaklarımdan bir tanesidir. Yemek yapmayı severim. Aynı zamanda iyi bir gurmeyim ve yemek yemeyi de sevmekteyim. 

Yazar Murat Yıldırım

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Kitap yazmaya yönlendiren nedenlere geçmeden önce; küçüklüğümden beri kitap okumak ve yazarların kitaplarını nasıl oluşturduklarını hep araştırmak istemem ve kitap okurken yazarla adeta bütünleşmem ve yazarın bize vermiş olduğu gizli mesajı bulmayı severim. Adeta kitap okurken film izliyormuş gibi okurum. Yazarın vermiş olduğu savaşı ve günlerce cümleler oluşturması ve bir kelimenin bile cümlenin bütünlüğünü bilmesi ve bunun gibi nedenler bende yazma isteği uyandırdı. Ben hep gerçekçi yazmayı severim. Kurgusallıkta da ilahi bakış açısıyla yazmaktayım. Yazmayı severim kalem hastasıyım ve kalem ile kağıt buluştuğunda durdurulamaz bir enerji meydana geliyor ta ki kalemin mürekkebi bitene kadar yazılarım hızlı bir şekilde yazıya dökülüyor. Kelimeler benle yürür ve cümleler yürüyüşümün ürünleridir.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Anlamı çok büyük. Önemli nedenlerden bir tanesi Yüce Rabbimizin bile bize vermiş olduğu mesajları kitaplar aracılığıyla ve peygamberleri vasıtasıyla bizlere iletilmektedir. Bendeki yazıların bir çoğu ilham alınarak yazılmaktadır. Yüce yaratıcı bile yeri gelmiş yazarı olduğu kitabı bize iletmiş, bu yüzden yazarlık çok büyük bir meslektir. Hayatları bir anda değiştirebilir. Bir cümle insanın kalbinde şimşekler çaktırır ve hayatımız değişir.

Evrenin Sırrı isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Öncelikle kitabı eline alan okuyucularıma şunu belirteyim inanın sıkılmayacaksınız kahvenizi veya çayınızı yudumlayarak sizi yormadan bir çırpıda okuyacağınız kitap. Sürprizlere gelince gerçek manada kalbiyle okuyan okuyucularım mesajları alarak bunları hayatlarına tatbik edeceklerdir. Yaşamış olduğumuz evrenimiz hakkında doyurucu bilgilere ulaşacaksınız. İlahi mesajlardaki gizemi de çözersek o zaman kitabı ve benim yazarlığımı anlamış olacaksınız.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

İlk kitabım tabi ki Kur'an-ı Kerim'dir. Dünya klasiklerinden; Dostoyevski, Tolstoy, Victor Hugo, Paulo Coehle, Halid Huseyn, Cengiz Aytmatov, Jack London, Ernest Hemingway ve beni yazmaya iten en büyük başucu yazar Nobel ödüllü yazarımız Orhan PAMUK oldu hemen bütün kitaplarını okudum  ve beni yazmaya iten kitabı da Kara Kitap’tı reklam gibi oldu ama beni etkileyen bir kitaptı.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Evrenin sırrını bu kitapta sadece kısa bilgilerle anlattım asıl çıkış noktam elde etmiş olduğum bazı denklemler var. Şayet ispatlanırsa o zaman evren hakkındaki tüm soru işaretleri ortadan kalkacak ve bambaşka bir dünya gündemi ile uyanacağız. Yakın zaman içerisinde daha iddialı bir şekilde evrensel bir kitap ve makale insanların karşısına çıkacağım. Bilimsel kanunların bir yere kadar bizi bir yere ulaştırabilir ama bizi Yüce yaratandan uzaklaştırırsa o zaman bilim, bilim olmaktan çıkar. Bu yüzden evrensel bir kitap üzerinde çalışıyorum. Doneler hazır, formüller hazır. Tüm gayretimle sizlerin karşısına çıkacağım.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Okumak çok ama önemli bir uğraş olmalı en azından internet sitesinden haber bile zihni çalıştırır. Sosyal medyada saatlerce vakit geçirip hem göze, hem beyne, hem de evdeki diğer kişilere karşı tepkisel davranışlara sebebiyet vermektedir. İnanın bana okumak sizi alır bambaşka yerlerde yolculuk yaptırır. Aynı rüyada ruhumuzun bedenimizden çıkıp evren içerisinde dolaşması gibi. Çocuklarımıza okumayı küçük yaşlarda gösterelim zorla değil, bizler elimize telefon yerine kitap alırsak, çocuklarımız da kitaplarını ellerine alıp okuyacaktır. Okumak aynı zamanda problem çözmeyi hızlandırır. Matematiksel zekayı da arttırır. Bu yüzden okumayı ihmal etmeyelim. Yemek yemeye nasıl zaman ayırıp bedenimizi doyuruyorsak, Ruhumuzu da kitap okuyarak doyurabiliriz. Şimdiden bütün okuyucularıma küçüğünden büyüğüne herkese teşekkür ederim Kalın sağlıcakla…

Kitaplar İnsana İnsanlığını Hatırlatıyor

Merhaba Yunus Bey, okuyucularımıza kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba. Ben 1980 Van merkez doğumluyum. İlk, orta ve üniversiteyi memleketim olan Van’da okudum. Sonrada Atatürk üniversitesi Adalet bölümünü bitirdim. Dikey geçişle özel bir üniversitede Hukuk Fakültesini okumaya başladım. Bazı nedenlerden ötürü severek okuduğum bu bölümü üçüncü sınıfta bırakmak zorunda kaldım. İki yıl süren memuri hayatımı istifa ederek sonlandırmış ve ardında ticari hayata başladım. Evli ve iki çocuk babasıyım.

Yazar Yunus Kuşan

Yazma yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Sizi kitap yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir?

Yazarlık serüvenim 2011 Van depremiyle başladı. Depremin ardında Van halkı adeta şehri boşaltmış ve ülkenin diğer şehirlerine taşınmıştı. Biz memleketten çıkmayanlar arasında yerimizi aldık. Deprem ve sonradan yaşanan hadiseler zihin dünyamda bir film haline gelmişti. Dolayısıyla zihin dünyamda birikenleri dış dünyaya anlatmak istiyordum, bunun en güzel yolu yazı yazmak ve onu yayınlamaktan geçiyordu. Bende öyle yaptım. Ve Van’da yayın yapan yerel bir gazetede duygularımı yazıyla yayınlamaya başladım. O günden bugüne o gazetede köşe yazarlığı yapmaktayım. Köşe yazarlığı, sonradan roman, düşünce ve eleştiri kitapları yazmama vesile oldu.  Elveda romanıyla beraber beşinci eserimiz de yayınlanmış oldu.

Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? 

Yazarlığı gemi kaptanına benzetiyorum. Alabora olmak üzere olan veya yönünü kaybeden gemiyi kurtaran ve ona doğru yönü gösteren bir kaptan.

İnsanoğluna ölümü tekrar hatırlatan ve okurun beğenisini kazanan Elveda isimli kitabınız Alaska Yayınları’ndan çıktı, tebrik ederiz. Kitabınızda okurlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

Ölüm, gündemimize almadığımız ama bizi bir gölge misali takip eden bir hakikat. Bir gün kendisiyle yüzleşeceğimiz bir hakikat. Bizler ölüm bize hiç uğramayacak hissiyle hayatımızı yaşıyoruz. İnsanlara bu hakikati roman diliyle anlatmaya çalıştım. Hiç ölmeyecekmiş gibi hayatını yaşayan birinin yakalandığı hastalıkla beraber kendisi ve hayatını sorgulaması ve ölüm hakikatiyle yüzleşmesiyle beraber yaşadığı pişmanlıkları ele alan bir eser.

Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?

Kitaplar insanın karakter yapısını oluşturan varlıklardır. Ben, hayatıyla topluma örnek olan yazarların kitabını okumayı tercih ederim. Mesela, İnandığı değerler uğruna bedel ödeyen yazarlar beni daha fazla etkilemiştir. Ama başucu kitabımı söylemem gerekirse, hayat kitabımız olan Kuran-ı Kerim benim başucu kitabımdır.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı? Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?

Var. Yine bir roman üzerinde çalışıyorum. Ama tam olarak olgunlaşmadığından ipucu vermem yanlış ve yanıltıcı olabilir.

Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Teknolojinin ilerlemesiyle beraber gelişen dijital ve sanal âlem, insanlığı fıtratından maalesef uzaklaştırmıştır. Bunun sonucunda ise okumayan bir nesil var olmuştur. Kitapsız oluşan boşluğu ise boş ve anlamsız muhabbetler doldurmuş bu da düşünmeyen, akletmeyen ve hissetmeyen bir nesli doğurmuştur. İşte böylesi bir çağda, kitaplara daha fazla ihtiyacımız var. Zira kitap, okurunu empati kurmaya, düşünmeye ve sorgulamaya teşvik etmektedir. Yani kitaplar, insana insanlığını hatırlatıyor.

Bizler; kitap ve kalem medeniyetinin çocukları olduğumuzu unutmamalıyız. Her birimiz kitap kokmalı ve yürüyen birer kitap olmalıyız. Buharlaşan neslin kurtuluşu ve fıtratıyla tanışmasının yolu, yine kitapla tanışmaktan geçtiğini iyi bilmeliyiz.

David Copperfield Bunu Nasıl Yaptı?

Kuzu kuzu tabirini genellikle kendilerine söylenenleri hiç sorgulamaya gerek duymadan hemen kabullenen kişiler için kullanırlar. Hemen kuzu kuzu kabul etti her şeyi derler. Ya da hayatı öylesine, hiçbir olaya merak göstermeden, nasıl olduğunu çözmeye uğraşmadan dümdüz yaşayan kişiler için. Etliye sütlüye karışmadan kuzu kuzu bir yaşam. Bir yazlık tatil yerinde (ben 10 yaşlarındayken) 18 yaşındaki bir akrabam bana bir iskambil numarası yapmıştı. Yani kartlarla sihirbazlık. Elindeki asları destenin ortalarına koyup, sonra “hokus pokus” diyerek hepsini destenin en üstünden çıkarmıştı. Benim yaşımda biri için yeterince şaşırtıcıydı. Anlamak istiyordum.

David Copperfield

“Bir daha yapar mısın?” dedim, “Ama biraz daha yavaş hareketlerle lütfen!”

Desteyi eline alıp aynı sihirbazlığı çok yavaş hareketlerle tekrarladı. Yine başardı. Ben şaşkın gözlerle bakarken, “Nasıl yaptın bunu.?” dedim. Güldü. 

“Sihirbazlık öğretilmez. Düşün çözmeye çalış!” diyerek iskambil destesini masanın üzerine bırakıp çekti gitti.- Bana ne ya - diyemedim. Çünkü kuzu kuzu karakterim yok. Saatlerce o desteyi elime alıp çeşitli ihtimal hesapları veya hileler düşünerek böyle bir şeyin nasıl gerçek olabileceği üzerine kafa patlattım. O yaptığına göre, demek ki yapılabilirliği vardı. Bütün arkadaşlarım her gün denize girerken ben bu sihirbazlığın hilesini çözmeğe uğraştım. Ve tam 3 gün sonra başardım. O andaki mutluluk duygusu nasıl bir duygudur  anlatılamaz. Daha sonra bu sihirbazlığı arkadaşlarıma yaptığımda suratlarındaki şaşkınlığı görmek de anlatılması zor bir mutluluk duygusu. 18 yaşımdaki akrabamın bana uyguladığı taktiğini kullandım ve hiç kimseye bir şey öğretmedim tabii. 

Bir gün bir kitapçının vitrininde “İskambiller ile Sihirbazlık “ isimli bir kitap gördüğümde ise sanki Tanrı’nın bana o güne kadar yaptığı en büyük lütuf gibi gelmişti. Cebimdeki tüm harçlığımı o kitaba harcadım. Evde gece gündüz hayretler içinde kitaptaki sihirbazlıkları okuyup iskambillerle yapmaya çalıştım ve öğrendim…ve bu benim için hayatım boyunca ilginç bir hobi oldu. Gençliğimde yurt dışına gittiğimde bazı dükkanlarda bulduğum çeşitli sihirbazlık oyunları sayesinde iskambil oyunları dışında  diğer sihirbazlıkları öğrendim. Artık kolay kolay beni şaşırtabilecek bir sihirbazlık düşünemiyorum. Olursa da kuzu kuzu kabullenmem, sırrını çözmek için kafa yorarım.

Yıllar geçti. Evlenip çocuk sahibi olduğumda tabii ki kızıma da yeterince sihirbazlık öğrettiğimden onu da şaşırtacak biri de pek olmaz. Şaşırtırsa araştırıp sonunda çözer sırrını.

Kızım 14 yaşlarında iken Yurtdışındaki bir fuar nedeniyle Las Vegas’a gitme durumum oldu. Onu da götürdüm. Gittiğimiz tarihte Las Vegas’ta dünyaca ünlü sihirbaz David Copperfield’in, hani sahnede birisini kıtır kıtır keser de bir türlü nasıl tekrar birleştirdiğini çözemezsiniz, o illüzyonistin gösterisi vardı. Bu fırsat kaçmaz dedik. Bilet aldık.

Büyük  tiyatrovari bir gösteri salonunda show başladı. Nasıl olduğunu üç aşağı beş yukarı tahmin edebildiğimiz birkaç gösteri yaptıktan sonra David “ Önemli bir show için içinizden birkaç kişiyi sahneye alacağım” dedi. Kızım buna benzer gösterileri daha önce Türkiyede ‘de izlemiş olduğundan,

 “Ya, önceden anlaşmalı kişileri hiç tanımıyormuş gibi sahneye çağırıyorlar ki numaraları yakından bakınca anlaşılmasın. Veya mesela çıkan bir kıza-  birden ona kadar bir rakam tut içinden- deyip, sonra -4 rakamını tuttun- derler . Kız da hayret çığlıkları atarak – Doğru!- diye bağırır. Her kes şaşırır, falan filan. Basit sihirbazlık aslında.” dedi. O sırada David:

“Elimdeki şu birkaç iskambil kağıdını fırlatacağım, kim yakalarsa o gelsin sahneye” dedi.  

Sonra da iskambil kağıtlarını baş parmağı ve işaret parmağı arasında tutup, elini yan çevirip sırasıyla tek tek bumerang fırlatır gibi fırlattı. Bir iskambil kağıdı üçüncü sıradaki bayana gitti. Alkışladık, kalktı sahneye yöneldi, sonra biri daha, biri başkası daha, toplam 5-6 kişi çağıracak. Attığı kağıtlardan biri havada kavisler çizerek bizim masaya doğru yöneldi ve “AAA-aaaaa ?!” kızımın kucağına düştü. Biran şaşkınlıkla bakıştık.

“Bu adam seni de mi tanıyor kızım ?”diye espri yaptım. Kızım da şaşkınlıklar içinde elinde kart ile sahneye yöneldi. Sahnede içinde 4 kişinin oturduğu eski dev 1956 model Amerikan arabalarından biri var. David çağırdığı 6 kişiye bir büyük kumaş açarak her birinin bunun bir ucundan tutmasını istedi. Tuttular ve o şekilde arabanın üstünde tutmalarını ve hafif hafif sallamalarını istedi. Yani o koca bez parçasını çeşitli köşelerinden tutmuş altı kişi ,(bezin altındaki araba görünemeyecek kadar geniş bir bez), arabanın üzerinde  tutup aşağı yukarı silkeler gibi hareketler yapıyorlar. David bir ara “Kaldırın bezi!”dedi. Bezi kenara doğru çektiler. O ne ?!

Araba ortada yok! Tabi otomatikman içindekiler de. Bahsettiğimiz şey oyuncak araba değil, basbayağı içinde şahıslar olan gerçek kocaman bir arabaydı. Nasıl oldu bu? 

Hayret sesleri, alkışlar, alkışlar. David eğilip alkışları mütevazi bir şekilde kabul etti.

Kızım geri geldiğinde bana sordu: “Baba bu nasıl oldu?”

“Kızım ben 30 metre mesafeden seyrettim, ama sen 1 metre yakınındaydın, anlamadın mı?”

Kızım şaşkın. “Vallahi hiçbir şey anlamadım!”  

David’e saygı duydum. Ama kızımla birbirimize bakıştık.

“Bunu otelde bir düşünelim, çözeriz” dedi. 

Kısacası anlatmak istediğim şu. Hani bir deyim vardır: “ Her seyahat bir adımla başlar” diye.

O adımı atmazsanız hiç seyahate çıkamazsınız. Kızım “ bunu çözeriz” demeseydi, biz de olayı öylesine kabullenip sırrını hiç öğrenememiş olurduk. Biraz geç de olsa ( yani Las Vegas’dayken değil) ama İstanbul'a döndüğümüzde olayı çözmüştük. Merak neticeye giden yoldur. Meraksızsanız, yapacak bir şey yok. Hayatınız çok düze olur. Gayesiz yani. Yani… Kuzu kuzu.

Kadir Ersoy / Edebiyat Gazetesi / Şubat 2025 / Sayı 25

1932-2025 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447