Savaş Pazarlamacısının Anıları

1980'lı yıllarda Türkiye daha yeni yeni ihracatla tanışmağa başlıyordu. Tabi ki özellikle gıda üzerine ihracatlarımız vardı...
0

1980'lı yıllarda Türkiye daha yeni yeni ihracatla tanışmağa başlıyordu. Tabi ki özellikle gıda üzerine ihracatlarımız vardı ama sanayi mamulü ürünlerde ihracat girişimleri yeni başlıyordu. Henüz o zamanlar Türkiye’de bugünkü gibi zırt-pırt o fuar bu fuar gibi düzenlemeler de yok. O zaman tek şansın ne? Müşteri bulabileceğin ülkeye araştırmaya gitmek. Amerika’ya, İtalya’ya gidip satma şansın pek yok, çünkü adamlar zaten bizden çok ilerde ve senin malının benzeri sürüyle marka var oralarda. Yani tek şansın en yakınındaki ve senin mallarına ihtiyaç duyabilecek komşu ülkeleri ziyaretle işe başlamak.

Savaş Pazarlamacısı'nın Anıları

İşte o nedenle ben de lisan bilen fakat yeni mezun tecrübesiz bir mühendis olarak bir şirkette işe başladım ve ürünlerini yurtdışına satma departmanına talip oldum. Kabul ettiler ve işe İran’la başlayayım dedim. Tecrübesiz olduğumu söylemiştim ya, hemen belli olmuştu. Patron güldü: “Oğlum deli misin İran ile Irak savaştalar” dedi. Sanki çok bilirmişim gibi, “Yıllardır savaşıyorlarmış, fark etmez, savaş sınırlardadır, ben merkezlerine başşehirlerine giderim bir şey olmaz” dedim. Gittiğimde yanıldığımı anladım. Daha İran sınırından girerken, İran’da bana tercümanlık yapacak Azeri arkadaş dinlesin diye yanımda getirdiğim, Emel Sayın, İbrahim Tatlıses gibi İranlıların çok sevdiği bazı sanatçılarımızın kasetlerine gümrük yetkilileri el koydular.

“Belki içinde gizli propagandalar falan vardır, kontrol edilecek” dediler. Ben de “Çıkışta tekrar alabilecek miyim?” diye sordum.  Adamın bana bakışından ne salakça bir soru sorduğumu anladım. Tabii ki kaseti kontrol edebilirlerdi, içinde propaganda falan yoktu ve tabii ki sonra evlerinde her gece güzel güzel bu kasetleri dinleyeceklerdi. Havaalanından çıkışta beni tercümanlık yapacak kişi ve kız kardeşi karşıladı. Arkadaşla tokalaştık, elimi kız kardeşine de uzattım ama o bana elini uzatmadı, o zaman buralarda kuralların artık biraz değişmeye başladığını anladım.

Beni kalacağım otele götürdüler. Çok güzel bir otel. Fiyatı ise komik. Günlüğü 5 dolar. Normal zamanlarda 100 dolardan aşağı olmaz, ama savaş zamanı en fazla 5-6 müşterisi var. Otelde bir şeyi beğenmeyip de yetkilisine söylediğimizde eminim adam içinden “Ulan savaş olmadığı zaman gelseydiniz belki sizi otelime bile almazdım, ama kaprislerinizi mecburen biraz çekmek zorundayım” diye düşünmüştür. Bir gün sonra patronum da gelecekti. Benim ise o gün otelde bir müşteri ile görüşmem vardı. Müşterimle otelin lobisindeki bir masada oturmuş iş görüşmesi yapıyorduk. Birden siren sesleri gelmeye başladı. Birbirimizle bakıştık, aniden elimden yakaladı, “Gel!” diye bağırarak beni çekiştirmeye başladı. Her şeyi masada bırakıp aşağı kata otelin otoparkına koşmaya başladık. Otopark yerin bir kat altında olduğundan en azından bombalara karşı daha iyi bir sığınaktı. Aşağıda 5-6 otel müşterisi daha vardı. Dışardan yakın bir yerlerden kısa aralıklarla 3 patlama sesi geldi.  Bize çok yakında patladı gibi gelmişti, ama belki de uzakta patlamıştı bombalar da yankıları yakınmış gibi gelmişti. Biraz daha bekledik. Siren sesleri kesilmişti. Müşterimle tekrar bakıştık, kafasını iki kez salladı, tekrar yukarı çıkabilirdik.

“İşe başlamadan dışarıya bir göz atabilir miyiz?” dedim.  

“Tamam bakalım” dedi. O da merak ediyordu. Dışarı çıktığımızda yaklaşık 3-4 km gibi uzak bir mesafede birbirlerine yakın 2 yerden kapkara dumanların göğe yükseldiğini gördük. Bir duman yığını ise yaklaşık 100 metre ilerimizdeydi. Tam göremiyorduk. Bir mekana mı isabet etmişti, yoksa boş bir sahaya mı pek anlaşılmıyordu. İleride yerde yatan birini gördük. Yaralı veya ölü var mıydı? Ama bizim oraya gitmemiz gerekmiyordu. Çünkü bizim yapabileceğimiz bir şey yoktu. Asık bir suratla Müşterimle tekrar otelin lobisindeki masamıza dönüp iş görüşmesine devam ettik. Bir saat kadar sürdü görüşmemiz. Birazdan yine sirenler ötmeye başladı. Yine aşağıya koştuk, yine dışarıda patlama sesleri. Bu sefer nedense daha rahattım sanki, çünkü savaş da olsa ben bu görüşme esnasında tahminimin üstünde yüklü bir sipariş almıştım. Türkiye’ye döndüğümde, (dönebilirsem), başım oldukça dik gidecektim şirkete.

Ertesi gün patron geldi. Onunla beraber de bir şirkette toplantıya katıldık. Toplantı sonrası, son gün çevreyi biraz gezdik. İhtilalin üzerinden çok zaman geçmemişti, onun için duvarlarda çeşitli posterler ve Farsça bazı yazılar vardı, anlamıyorduk ama enteresan görüntüler diye patron fotoğraf makinesi ile birkaç resim çekti. Benim yanımda da yeni moda olmuş, çekince hemen bir adet fotoğrafı altından tabedip veren bir makine var, yani bütün film bittikten sonra fotoğrafçıya götürüp tabettirmem gerekmiyor, anında görüntü. Fotoğrafçı derdinden kurtarıyor ama bayağı pahalıya geldiğinden çok resim çekmek istemiyorum, 1 tane resimle yetindim, maksat hatıra olsun. Tab olan resmi makineden çıkarıp kitabımın arasına koydum. İran havaalanından Türkiye’ye uçacağız, herkesin bavulları sıkı kontrol ediliyordu. Savaş ülkesi, normaldir diye düşündük. Kontrol memurlarından biri bizim patronun fotoğraf makinasını eline aldı, ani bir hareketle kapağını açıp negatif filmi dışarı çıkardı, yani film anında ışık görür görmez yandı, artık tabettirme şansı yoktu, çekilen fotoğraflar yok oldu. Patronun gözleri oyuklarından fırladı,

“N’oluyor, ne yapıyorsun?”

Memur gayet rahat, “Savaştayız, ülkemizde resim çekmek yasaktır,” dedi. Garibim patronumun söyleyebilecek hiçbir sözü yoktu ama mırıldandığı şu cümleyi zor da olsa duydum:

“Ulan 36 fotoğraflık filmdi, ailemle Uludağ’da Bodrum’da çeşitli gezilerde çektiğim resimler vardı içinde, son 4 resimlik film kalmıştı, onu da burada çekeyim demiştim, hepsi yok oldu.”

Sonra benim makinemin kapağını açtı memur ve benim filmimi de yaktı, ama dedim ya bendeki sistem değişik, yani sadece 1 fotoğraf çekmiştim, ama o da anında tab olduğundan makineden çıkarıp bir kitabın arasına koymuştum, memur o kitabı açmadığından, o tek bir resim Türkiye’ye kadar kitabımın arasında geldi ve hala bir savaş hatırası olarak albümümde yer alır. Ben üzerinde Farsça şeyler yazan bir duvarın önünde ciddi bir poz vermişim ki, sanki yıllar sonra birisine gösterip de “bak bir zamanlar biz ihracata savaş muhabiri gibi başlamıştık” diye hava atmak için çektirmişim.

Duvarda neler yazdığını hiç merak edip de Farsça bilen birisine tercüme ettirmedim bu güne kadar. Sanki değerli bir savaş ganimeti o. Belki de o yıllarda hakikaten Tahran’da bir yabancının çektiği ve Tanrının garip bir lütfu olarak kendi ülkesine getirebildiği ender bir hatıra. Benim için ise “Biz ihracatı savaş alanlarında başlattık” cümlemin delili.

Kadir Ersoy / Edebiyat Gazetesi / Mart 2025 / Sayı 26

Hiç yorum yok

Yorum Gönder

1932-2025 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447