Kahve

Yağmurlu bir hava vardı bugün, çocukluğumun geçtiği Nişantaşı’nda yürüyüş yaptım. Annem ve babamla geçirdiğim günleri çocukluk anılarımı hatırladım...
0

Yağmurlu bir hava vardı bugün, çocukluğumun geçtiği Nişantaşı’nda yürüyüş yaptım. Annem ve babamla geçirdiğim günleri, çocukluk anılarımı hatırladım. Küçük yaşlarda annemden kimseyi yargılamamayı, kapsayıcı olmayı, şefkati ve sevmeyi babamdan ise analitik düşünmeyi, sorgulamayı, araştırmayı, bir konu hakkında fikir sahibi olmadan önce o konu hakkındaki zıt görüşlerle ilgili tarafsız bilgi toplamayı, analiz etmeyi öğrendim. “Annem ve babamdan bana en büyük miras olarak, bu donanım kaldı” diye içimden geçirdim kırmızı şemsiyeme vuran yağmurun sesini dinlerken. 

Kahve

Eski günlerde olduğu gibi, Atiye Sokak’ta bir yerde oturup, kahve içmek istedim. Her zaman gittiğim mekanlardan birine girdim, çocukluğumun geçtiği yerlerde bulunmanın ve çok sevdiğim yağmurun vermiş olduğu huzur duygusuyla kuş gibi hafiflemiştim, içimde ferah bir duygu vardı.

İçeriye girdiğimde yıllardır görmediğim liseden sınıf arkadaşım Elif’i ve annesi Suna Hanım’ı gördüm. Annesiyle ilk karşılaşmamdı. Elif, onlara eşlik etmemi isteyince kıramadım onu. Laf lafı açtı. Suna Hanım, ne iş yaptığımı, nerede çalıştığımı sordu. Bir süredir yurt dışında görev yapan bir bilim insanı olduğumu, kısıtlı zamanlarda İstanbul’a gelebildiğimi öğrendikten sonra, damdan düşer gibi “Peygamberimize, kitabımıza inanıyor musun?” diye bir soru yöneltti bana. O an çok şaşırdım. Çocukluktan beri başkalarının inançlarını sorgulamamak, yargılamamak hatta insanların inançlarını, özel hayatlarını bilmekten özellikle imtina etmek, irdelememek, merak etmemek üzere gelişen mizacıma ve düşünce yapım nedeniyle çok rahatsız etti bu sorunun sorulması bana.  Cevap olarak “İnsanları eylemleriyle, halleriyle bilir, tanırım ben, inançlarını, özel hayatlarını bilmek istemem, sormam, merak etmem ve bu tip soruları uygun bulmuyorum.” dediğimde ise bana “Hazreti Muhammed’e ve Kuran’a inanıyor musun yani?” diye daha direk ve net bir soru sormuş oldu.

“Hal ehli olup, hali ile yansıtır kişi her şeyi, peygamberler de halleri sembolize eder benim nazarımda” diye kısaca cevapladım sorusunu kendi gönül dilimce. Suna Hanım, “Yani inanmıyorsun” dedi buna karşılık. Sadece gülümsedim. Artık kimsenin kimseyi dinlemediğini, söylenenlere verilecek cevapların önceden ezbere alınmış replikler olduğunu ve yeri geldiğinde heybeden bu repliklerin çıkarılıp ortalığa saçıldığını düşündüm hüzünlenerek.

O an benim için masada sohbet bitmişti. Bir an önce, masadan kalkmak için içimde yoğun bir istek oluştu. Benim söylediklerimin kıymet bulması, karşımdakinin anlamaya razı, gönüllü ve açık olmasıyla ancak mümkündü. Maalesef öyle bir zemin yoktu masada. 

Bir süredir, Türkiye ziyaretlerimde kimsenin kimseyi gerçekten anlamak, bilmek, dinlemek gibi samimi bir niyetinin olmadığını gözlemliyorum. Artık iletişimlerdeki niyet; gönülden gönüle muhabbet kurmayı sağlamaktan ziyade, karşısındakini sınıflandırma, ötekileştirme, dışlama ve yargılama amaçlı veri toplamaya dönüşmüş durumda. Dolayısıyla, çoğunlukla ortada gerçek bir sohbet yok.  Sohbet olmayınca, muhabbet de olmuyor, gönülden gönüle köprü de kurulamıyor. Durum öyle bir noktaya gelmiş ki, kanaryayı sevenler grubu kurulsa, orada da bir düşmanlık, dışlama, ayrışma hali olacak gibi; mavi kanaryayı mı, sarı kanaryayı mı yoksa yeşil kanaryayı mı daha çok sevelim diye. 

“Peygambere inanıyor muyum?” sorusuna gelirsek, hali ile anlarım, tanımlarım ben her yaratılanı. Ben, tüm peygamberlerin halini anlıyorum, inceliyorum, araştırıyorum. Her şeyi ölçer, tartar, sorgularım, çokça araştırırım. Çocukluktan beri mizacım böyledir. Yolculuğumda, yoluma hallerinden feyz alıp, harç, taş, patikalar eklerim.  

Benim için peygamberler farklı makamları sembolize ederler. Musa makamı, çalışmayı, üretmeyi ve dünyada köklenmeyi sembolize eden bir makamdır nazarımda. İsa makamı ise, koşulsuz sevmeyi, sevgiyle her şeyi yapmayı, sevgiyle affetmeyi, özveriyle paylaşmayı ve gerekirse kendini feda etmeyi sembolize eder. Muhammed makamı ise Musa ve İsa makamının birleşimdir. Hem üretmeyi, çalışmayı, akılcılığı, köklenmeyi hem de sevgiyi, maneviyatı, ruhani boyutlara yönelmeyi, paylaşmayı, fedakarlığı sembolize eder. Hem maneviyatı hem de kapsayan, birleştiren bir makamdır. O yüzden de son makamdır, üzerine çıkılacak başka makam yoktur. 

Birini tanımak istiyorsak, inancını sorgulamak yerine, eylemlerine bakmak gerek. Eylemleriyle var olur çünkü insan. Ancak, insan kendini bilmekten sorumludur, o nedenle kendi eylemlerimize bakalım açık yüreklilikle her şeyden önce. Başkasının haline bakmak ise toplumu ya da kendimizi korumak, bütünün iyiliğine katkıda bulunmak için zaruri değilse, had aşmak, saygısızlık değil mi? 

Aklımdan anlık olarak bunlar geçerken, Suna Hanım “Sen Atatürkçüsün anlaşılan” gibi bir cümle sarf etmiş oldu. Bir önceki sorusuna verdiğim cevaba benzer bir cümle sarf ettim “Atatürk’ün haline bakıp, halinden kendime öğretiler, örnekler aldım”.  Suna Hanım’ın cevabı “Atatürkçü de değilsin yani” oldu. Duymak ama dinlememek! İşte günümüzün sorunu. 

Ona, halden kastımın ne olduğunu anlaması için birkaç örnek vermek zorunda hissettim kendimi, artık daha fazla sessiz kalamayarak. Misal olarak anlattıklarımın masal olarak algılanmasından da çekinerek; “Ben Atatürk’ten örnek aldığım nice hallerle donattım kendimi. Bir ağaç için yazlık evini kızakla kaydıran bir lideri örnek alarak ağacı, doğayı binaya, betona karşı önceliklendirmeyi ilke edindim. Kadının hayatın içinde her alanda öncü, üreten, söz hakkı olması için devrimler yapan Atatürk’ün açmış olduğu yoldan yürüyerek bilim insanı oldum, akademisyen oldum, hatta sanatsal faaliyetlerde bulundum. Çocukluğumda, babam bana Atatürk’ün okuduğu kitapların listesini gösterdi. Hayran kaldım onca savaşın arasında bu kadar çok okumasına ve buna ek olarak da geometri kitabı yazmış olmasına. Küçük yaşta, Atatürk’ün halini örnek aldım. Çokça okudum, ben de uluslararası bilimsel makale ve kitaplar yazdım ilerleyen dönemlerde. Baş öğretmen oluşuna, halkını eğitimli olmasına gönül vermiş olmasına hayran kalarak ben de yıllarca ülkemde naçizane bilgimi paylaşmak için akademisyen olarak görev yaptım, binlerce üniversite öğrencine ders vermiş oldum bugüne kadar. Atatürk demek benim için, akılcılık demek, vatan sevgisi demek, vatan için çalışmak, bilimin rehberliğinde ilerlemek demek. İster yurtdışında, ister yurt içinde olalım ülkeyi güzel temsil etmek, Türk Ulusunun adını yüceltmek demek.  En zorlu şartlarda dahi çabalamak, her zorlu savaştan, emek vererek, yorularak, yılmadan, bıkmadan, tek başına kalsan dahi, engellensen bile dürüstlükle bütünün hayrına çalışarak çıkmak demek.  Liste uzar gider. Ben onda gördüğüm, saygı duyduğum halleri aldım, cebime koydum. Elimden geldiğince, gücüm yettiğince, idrak edebildiğim ölçüde hayatıma kattım. Halden anladığım budur.”

Ocu, bucu, şucu olarak insanların sınıflandırılmasına karşı duran naçizane bir insanım ben. Bu sınıflandırmalar hata yaptırır insana. İnsanları kategorileştirmek, ön yargı ile onları dışlamayı, onlardaki  iyi özellikleri de görmemeyi getirir beraberinde. Sırf bir gruba sempatimiz var diye yapılan kötü şeyleri de görmemeyi, kabul etmeyi ve sineye çekmeyi getirir bu. İşi ehline vermeye, liyakata, bireysel ve kollektif konularda adil olmaya ve hallerden feyz almaya inanırım ben. 

Birbirimizin hallerini görmekle, hallerini anlamakla, halden hale bağ kurmakla olur dostluk, muhabbet. İnançları sorgulayarak, yargılayarak, eleştirerek ne dost, ne ahbap, ne de refah içinde yükselen bir toplum oluruz. Birbirimizi dışlamak niyetiyle diyaloglar kurduğumuz masalarda içilen kahvenin ne tadı olur ne de hatırı.  Oysa kahve de, gönülden gönüle kurulan muhabbet de şifadır ruha. 

Karşımıza halimizden anlayan, halimizi kapsayan, halimize hali ile ilham olan insanların çıkmasını ve bizlerin de o insanlardan olmasını dilerim. İşte o zaman, daha iyi bir dünya için hep birlikte çalışıp çabalar, farklı görüş, düşünce ve inançları harmanlayıp toplumca bereketlenir, gerçek bayramları kutlarız. Geçmiş bayramınız kutlu olsun. Aşk ve sevgiyle kalın…

Yazar Güz / Edebiyat Gazetesi / Nisan 2025 / Sayı 27

Hiç yorum yok

Yorum Gönder

1932-2025 © Edebiyat Gazetesi
ISSN 2980-0447